Avrupa’yla imtiyazlı ortaklık
Aslı Aydıntaşbaş 01 Ocak 1970
Soğuk bir cuma akşamı Paris’teki Elysee Sarayı’nda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron arasındaki görüşme, birkaç açıdan önemliydi.
Birincisi, uzunca bir süredir Batı Avrupa başkentlerinden davet almayan (ve bundan hayli şikâyetçi olduğunu bildiğimiz) Erdoğan, ilk kez önemli bir Avrupa ülkesinin başkentine resmi gezi yaptı ve arzuladığı protokolle ağırlandı.
Bu ne demek? Paris’e resmi gezi ve Elysee Sarayı’ndaki protokol, Türkiye’nin Avrupa yolunun yeniden açıldığı anlamına gelmiyor. Ancak Avrupa’nın Türkiye’yi artık olduğu gibi kabul ettiği, kısa dönemde fazla bir değişiklik beklemediği, bundan sonra “ikili” ilişkilere odaklanmak istediği anlamına geliyor.
İkili ilişkiler derken kastettiğim, AB üyelik sürecinde ilerleme değil. Brüksel’i unutun. Bu konuda kimsenin beklentisi yok. AB üyesi ülkeler, Ankara’nın Kopenhag Kriterleri’nden hayli uzaklaştığını ve demokrasiye dönüş noktasında bir irade göstermediğinin farkında. Bu yüzden de bundan sonra “üyelik müzakerelerini” pas geçip Ankara’yla ikili ilişkileri derinleştirmek niyetindeler. 2018 yılında, Fransa, İtalya, Almanya, İngiltere gibi ülkelerle ticaret, daha daha ticaret, terörle mücadele ve Ortadoğu konularında ikili temaslar olacaktır.
Ancak Türkiye’nin AB üyelik perspektifi, belki de bir daha hiç canlanmayacak biçimde rafa kalkmış gözüküyor.
Bana göre Paris’teki görüşme bu yüzden sembolikti. Son derece iyi anlaşan ve şu zamana kadar 12 defa telefonla ve 3 kez yüz yüze görüşen Macron ve Erdoğan’ın, Elysee Sarayı’ndaki buluşması, Türkiye’nin artık AB’yle “imtiyazlı ortaklık” dönemine girişiydi.
Nedir 2000’li yıllarda Ankara’nın hararetle “Asla kabul etmeyiz” diye karşı çıktığı bu “imtiyazlı ortaklık” Avrupa kulübüne üye olmadan dış çeperde özel bir statüyle “dost ve kardeş” ülke olarak konumlanmak. Ortak değerler, reform ve ortak karar/egemenlik gibi konuları bir kenara bırakarak, ticaret ve dış politika konularında paslaşmak.
Yıllardır Avrupa Birliği’ne gönül veren diplomatlarımız “imtiyazlı ortaklık” lafını duyunca saçını başını yolsa da, aslında işin özü budur. Macron’un “Her iki tarafın da süreç normal ilerliyormuş gibi sergilediği ikiyüzlülüğü bir tarafa bırakması gerekiyor” sözlerinin özellikle altını çiziyorum. Gelecekte Türkiye ve AB ilişkileri üyelik değil imtiyazlı bir ortaklıktır.
Zaten iki liderin ifade özgürlüğü ve demokrasi konularındaki açıklamalarından da Ankara ve Avrupa arasındaki uçurumun ne kadar derin olduğu, aynı kulüpte yer almanın mümkün olamayacağı belli olmadı mı? Macron’un oracıkta da ifade ettiği gibi Avrupalılar açısından, görüşleri ya da yazıları dolayısıyla bir gazeteciyi hapse atmak, en temel insan hakkı ihlallerinden biri. Hiçbir Avrupa ülkesinde ya da ileri demokraside gazeteciler yazdıklarından dolayı terörle suçlanmıyor. (Biz Türkiye’deki demokratların da savunduğu değerler bu.)
Erdoğan ise, “Terör ve teröristlerin bahçıvanları vardır. Bu bahçıvanlar düşünce adamı diye bakılanlardır. Onlar gazetelerindeki köşelerinden orayı sularlar” diyerek, bırakın Fransızları, hiçbir Batılı ya da demokrat aydının anlam veremeyeceği bambaşka bir dünya görüşünü savundu. Bu durum, “değerler” ve “demokrasi” noktasında Avrupa ve Türkiye arasında artık müzakere edecek ortak zemin kalmadığının habercisi gibiydi.
(Ancak unutmayın beyler, Türkiye’de Erdoğan değil Macron gibi düşünen, demokrasi ve ifade özgürlüğüne inanan, Ahmet Şık, Akın Atalay ve Murat Sabuncu’yu “terörist bahçıvanı” değil gazeteci olarak gören bir yüzde 50 de var.)