« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

06 Mar

2007

DOKTRİN VE TOPLUM

06 Mart 2007

(Dokuz Işık Hakkında Siyaset Sosyoloji Açısından Bir Yaklaşım)

Türkiye gibi geçiş toplumları iki mesele ile karşı karşıyadır: Biri tarım toplumundan devredilen ve sanayileşme şokuyla birden bire azgınlaşan geleneksel bölünme unsurları: Yani mahallilik dediğimiz meseleler; mezhep kavgası, bölge farklılığı, etnik ayrılıklar gibi...
İkinci mesele, doğrudan doğruya sanayileşmenin doğurduğu meseleler; işçi-işveren çekişmesi, aydınların durumu, eğitimin yaygınlaşması gibi... Yani sosyal mesele...

Geçiş toplumlarının ayakta durmaları ve kalkınıp gelişmeleri bu iki meselenin çözülmesine bağlıdır. Birinci mesele, önceki milliyetçilerin deyimiyle mahallilikten millîliğe geçişi başarmak yani sosyolojik manâda millet olmaktır. (Bu toplumlar bağımsızlıklarını kazandıkları için hukukî manâda zaten millettirler.) İkinci mesele, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi başarmak yani, sanayi toplumu haline gelmektir. Bunun manâsı, kalkınmayı gerçekleştirmektir.

Bu iki meseleyi birlikte ele almadıkça, meselelerden birinin girdabında boğulup gitme ihtimâli yüksektir. Bu iki meselenin görülmesi belirli seviyede kültürel bir formasyon gerektirir. Doktrinler hem komprime vaziyette bu görüşü sağlarlar ve hem ayni şekildeki çözüm teklifleriyle kitleleri çözüme yöneltirler.

Kafadan doktrin uydurulabilir. Bu uydurma doktrinler bazı kimselerin meselâ iki meselenin şu veya bu yerindeki insanların ruhlarına ve mantıklarına hoş gelebilir. Fakat doktrinlerin yaşaması ve toplum içinde fonksiyon ifa edebilmesi, ancak toplumun genel meselelerine uygunluğu oranında mümkündür. Bu meseleleri karşılayamayan doktrinler havada kalmaya mahkûmdurlar. Doktrinlerin, kitlelerce ilgiyle karşılanması, ilkelerinin felsefî manâda doğru ve yanlış olmasından önce, kitlelerin meseleleriyle ilgili olup olmamasına bağlıdır. Felsefî doğruluk veya yanlışlık, ancak uzun vadeli pratiklerle ortaya çıkar.

Doktrinlerin toplumla ilişkilerini ifade eden bu mesele çok önemli olduğu için, biraz daha müşahhaslaştırmak amacıyla, tarihimizden bir örnek verelim.

Osmanlı'nın son döneminde dört temel fikrî akım vardı: Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük, Batıcılık... Bunlardan Osmanlıcılık, Osmanlı uyruğunda olan bütün unsurları milliyetlerinden
tecrit ederek, bağlı oldukları devlete sadakat şuuru etrafında birleştirmek istiyordu. Rum, Sırp, Ermeni, Arap, Arnavut, Türk yoktu. Osmanlılık vardı! O günün toplum yapısında bu doktrin bir hayli ilgi çekmiştir. Çünkü çok-milletli imparatorluk yapısını korumayı amaç ediniyordu. Bu ideolojinin, en çok, o yapıyı korumakla görevli, Osmanlı bürokrasisi tarafından beğenilip tutulması, ilgi çekicidir.

Birinci Dünya Savaşı'ndaki toprak kayıpları ve Lozan Antlaşması'yla gerçekleştirilen mübadeleler, Türkiye'deki toplumu çok-milletli olmaktan çıkarmış, millî toplum haline getirmiştir. Artık, çok-milletli toplum döneminin Osmanlıcılık doktrini tabansız kalmıştır. Hatta Türkiye'de Kemalist devrimler olmasaydı bile, Osmanlıcılık doktrini aynı akıbete uğrayacaktı! .....

Demek ki, doktrinlerin, politikaların başarısı, toplumun o dönemdeki temel meselelerini karşılamasına başlıdır.

Türkiye'de başarılı olacak çözümler de, ancak müşahhas meselelerimizden yola çıkan teklifler olabilir.

Bu açıdan baktığımızda Dokuz Işık, iki temel meseleyle ve iki görevle karşı karşıyadır. Biri mahallilikten millîliğe, öteki tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi sağlamak! Başka bir deyişle, sosyolojik ve çağdaş manâda milletleşmeyi tamamlamak ve sanayileşmenin ortaya çıkardığı sosyal meseleleri çözmek!

Dokuz Işık'ın ilkelerinde bu ihtiyaçları karşılayacak teklifleri görüyoruz.

Evvelâ Dokuz Işık'ın kültürel ve manevî muhtevası (milliyetçilik, ülkücülük, ahlâkçılık, ilimcilik, hürriyetçilik ve şahsiyetçilik, gelişmecilik ve halkçılık) öncelikle mahallilikten
millîliğe geçişi hedefleyen ilkelerdir. Dikkat edilirse görülecektir ki, bu ilkeler, tarih süzgeci içinde milliyetçilerin savunduğu mahallilikten millîliğe geçişle ilgili formüllerin daha mütekâmil olarak ifade edilmesidir. Bu ilkelerin temel hedefi, çağdaş manâda, yani sosyolojik manâda millet haline gelmektir.

Bu ilkeler, geleneksel toplumun değerlerini mahallilikten çıkarıp, millî bir senteze yöneltmeye matuftur. Nitekim millet ve devlet şuuru sık sık vurgulanmaktadır. Bu iki şuur, mahalliliğin,
giderek uygun bir sentez halinde millî topluma dönüşmesini sağlar.

Bu bahiste, Türkiye'nin imparatorluk toplumundan millet toplumuna geçişin öncülerinin vurguladığı Türk tarihi şuurunun aynı geçişi tamamlamak amacıyla, ısrarla vurgulandığını görmekteyiz!

Hülâsa, bu ilkeler kimlik meselesine getirilen çözümleri ifade eder. Kimsiniz? sorusuna, Osmanlı toplumunda muhtelif mahallî unsurların verdiği cevaplar yerine Türk milletindenim cevabının, verilmesi... Yani mahallilikten millîliğe geçiş... Başka bir deyişle soy, aşiret, kabile, cemaat, tabaka şuuru yerine, vatandaşlık şuurunun ikame edilmesiyle, millî birliğin hem kültürel hem organik olarak sağlanması...

Ama, görüldüğü gibi bu ilkelerin temel hedefi, sanayileşmenin ortaya çıkardığı sosyal meseleler değildir. Bu meseleler Dokuz Işık'ın öteki ilkelerinde karşılanmıştır. Ve ilkelerin birbirine bağlılığı, sağlam iç mantığı ve tutarlılığı, ortaya iki kategori çıkarmamış, iki
temel meseleyi ve iki görevi karşılayan bir bütün meydana getirmiştir.

Burada bir meseleye kısaca temas etmeyi gerekli buluyorum. Kimlik veya mahallilikten millîliğe geçiş meselesi hakkında yazdıklarımı, ya Müslümanlık? diye istismar edenler çıkabilir. Onlar, sosyolojik bir vetireyi, imanla karıştıran Kadızadelilerdir. İbni Haldun'un, hatta bazı başka dinî kaynakların belirttiği gibi sosyal bir yapı olarak bedevilik nasıl hazerilikten farklı bir şuur muhtevası oluşturmuş ama, hepsi Müslüman olabilmişse, bugün mahallilikten millîliğe geçiş de öylesine sosyolojik bir meseledir. Bu bir ilişkiler ve organizasyon yapısının şuura yansıması olayıdır.

Yoksa, Müslümanların kardeş olduğunu inkâr değildir. Bilâkis, Müslümanların kardeşliği için daha sağlam temeller kurmaktır. Kabilelerin değil, milletlerin dayanışma zeminini oluşturmaktır!

Tabii ki biz Türkler, İslâm ümmetinin de fertleriyiz.

ÜSTÜSTE MESELELER!

Türkiye gibi gelişme halinde ülkeler veya tarım toplumundan sanayi toplumuna geçen ülkeler, sadece mahallilikten millîliğe geçiş meselesiyle karşı karşıya değildirler. Sanayileşmenin ortaya çıkardığı çok ciddi meseleler, bu ülkelerin istikbalini tayin edecek en önemli problemler arasındadır.

Sanayileşme, geleneksel aşiret, kabile, hemşehri, soy yapılarını bozar. Çözülen tarım toplumuyla birlikte, kabile, aşiret, köylü-hemşehri kimliği ve toplumu içinde bulunan insan,
şehirlere gecekondulara göçer. Birinci mesele, bu kabile, aşiret, köylü-hemşehri veya cemaat şuuruna sahip insana aynı milletten olma şuuru vermektir.

Ama sanayileşmeyle birlikte bu insanlar, eskisinden çok farklı statüler ve o statüye bağlı şuurlar kazanırlar. İşçi, memur, esnaf, aydın gibi... Bu mesleklerden hiç birini edinmeyip, esasen işsiz fakat marjinal dediğimiz işlerle uğraşan büyük bir kesim daha vardır. Gündelik işçi, ayakkabı boyacısı gibi...

Bu kesimler bir taraftan iktisadî ve sosyal seviyelerini yükseltmek için çalışırlar, diğer taraftan da kırsal toplumdan getirdikleri dayanışma faktörlerini devam ettirirler. Birden bire hiç
tanımayıp bütünleşemedikleri şehir toplumu içinde, kırsal değerlerine daha fazla bağlanırlar.

Weber sosyolojisinin kavramlarıyla ifade edersek, verilmiş statü değerleri, kazanılmış statü için harekete geçirilir. Verilmiş statüler hemşehrilik, soy, kabile, aşiret, mezhep bağları gibi
doğuştan gelen kimliklerdir. Kazanılmış statülerse, iş sahibi olmakla veya yeni statüler (işçi, esnaf, memur vs.) kazanmakla diye, basitçe ifade edebileceğimiz, sonradan kazanılan kimliklerdir. Köyden şehire gelen insan, bu kazanılmış statüleri kazanmak için geleneksel
bağlarını seferber eder. Böylece gecekondularda hemşehrilik, aynı köyden olma, aynı mezhepten olma gibi geleneksel farklılaşma unsurları güçlenir, bunlar etrafındaki gruplaşmalar keskinleşir.

Nitekim Türkiye'de mezhep gerginliklerinin en güçlü olduğu yerler, köyler ve büyük şehirlerin belli bir sosyal statüye kavuşmuş semtleri değildir, gecekondulardır, küçük şehirler veya birden bire artan iç göç olayına sahne olan Hatay gibi, Kahramanmaraş gibi, Elazığ gibi, Malatya gibi yerlerdir!

Geçiş toplumlarının kontakt noktaları diyebileceğimiz bu yerlerde sadece mahallilikten millîliğe geçişi sağlamaya matuf kültür gayretleri umulan sonucu vermeye yetmez. Çünkü çatışma sadece mahallilikten değil, sosyal nitelikli farklılaşmalardan da kaynaklanmaktadır. Hatta bu yerlerdeki tek yönlü, yani sadece mahallilikten millîliğe geçiş kültürünün zorlanması çatışmayı daha da arttırabilir. Bu tür yerlerde meseleye sadece sosyal olarak yaklaşmak da çatışmayı hızlandırır ve derinleştirir; geleneksel farklılıkları sınıf savaşına dönüştürmeye müsait bir ortam meydana getirebilir. (Kurtarılmış bölge faciası!)

Bu yerlerde bütünleşmeyi sağlamanın tek yolu, hem mahallilikten millîliğe geçiş kültürünü güçlendirmek, hem de toplumcu politikalarla sosyal bütünleşmeyi sağlamaktır. Yani kültürel ve sosyal çatışmayı, kültürel ve sosyal bütünleşmeye, uzlaşmaya yöneltmektir.

İşte bundan dolayıdır ki, hem mahallilikten millîliğe geçişi hızlandıracak, hem de sosyal hareketliliği yoğunlaştırarak sosyal bütünleşmeyi sağlayacak politikaların oluşturulması gerekiyor. İki mesele ve iki görev yine karşımıza çıkıyor.

Türk toplumunun genelini değil de, sadece kırsal kesimleri ve değişmenin hızlı olduğu bölgeleri ele alarak bütünleşmeyi sağlamak mümkün olmaz. Meseleyi, sanayileşmiş toplum kesimlerini de içine alacak şekilde toplumun bütünü açısından değerlendirmek gerekir. Toplumun genel gidiş yönü, gelir ve mülkiyet dağılımını adilleştirici değil, adaletsizleştirici yönde ise, hiçbir toplum kesimini toplumun tamamından ayrı olarak istikrara kavuşturmak mümkün olmaz.

İşte bu noktada, Türk milliyetçiliğinin toplumculuk, ilimcilik, köycülük, gelişmecilik ve halkçılık, endüstricilik ve teknikçilik gibi sosyal ve ekonomik ilkelerle muhteva zenginliğine kavuşturulması zaruretiyle karşılaşıyoruz.

Halkla hem kültürel planda, hem de siyasî-sosyal planda bütünleşmedikçe; toplumcu özlemleri ve teknoloji üretimiyle somunu büyütmedikçe; sağlıklı neticeler alınamayacaktır.

Böylece Dokuz Işık'ın, sadece mahallilikten millîliğe geçişle ilgili meseleleri değil, sanayileşmenin ortaya çıkardığı sosyal meseleleri de karşılayacak bir muhtevaya sahip olduğunu görüyoruz.

Türkiye gibi tarım toplumundan sanayi toplumuna geçen toplumların yapılarını üç ana başlık halinde tasnif etmek mümkündür: 1) Kırsal kesim, 2) Geçişin hızlı olduğu kesimler (kontakt
noktaları), 3) Toplumun sanayileşmiş kesimleri...

Bunları birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Sadece karakterlerin yoğunluğunu dikkate alarak nazarî tasnifler yapabiliriz. Dokuz Işık hakkında siyaset sosyolojisi açısından bir yaklaşım yapmaya çalışırken, buraya kadar, meseleyi, ilk iki kesim
açısından inceledik. Halbuki sanayileşme sürecinde yol alındıkça, üçüncü kesimin ağırlığı artar. Sanayileşmiş Türkiye'de kırsal kesimler tabii ki olacak ama, sanayi toplumu davranışları bugünkünden daha fazla ağır basacaktır. Hangi sistemde olursa olsun, sanayi toplumları, sanayi üretiminin ve organizasyonunun gerektirdiği davranış ve ilişkiler bütününü ifade eder. Sanayi toplumunun kültürü de, bu ilişkileri ve davranışları değerlendiren, manâlandıran normlardan oluşur.

Sağlıklı bir sanayi toplumu haline gelmek, ancak, maddî gelişmeyle, yani sanayi toplumunun doğurduğu ilişkiler ve üretim ağıyla, bunları değerlendirecek manevî kültür üretiminin paralel
gitmesiyle sağlanabilir. Böylece sanayileşme meselesi, sadece fabrika yapmak, toplumculuk meselesi de sadece geliri adil dağıtmak meselesi olarak ele alınamaz. Olaya böylesine dar bir açıdan bakmak, sanayileşip kalkınan toplumlarda artan refaha rağmen huzursuzluğun, anomik
davranışlar dediğimiz kuralsızlığın, kargaşanın, manevî-insanî sefâletin sebebini oluşturur. .....

Birçok Batı’lı yazarın, bugünkü sanayi toplumlarında manevî gelişmenin maddî gelişmeden geride kaldığını, bunun pek çok psikolojik ve davranışsal bozukluklar çıkardığını söylemeleri, çağdaş insanlığın dramını sergilemektedir.

Yeni sanayileşme safhasına giren Türkiye gibi toplumların, daha önce sanayileşmiş ülkelerin maddî tecrübelerinden ders aldıkları gibi, manevî fakirleşmeden de ders almaları gerekiyor.

Öyleyse, sağlıklı, çağdaş, demokratik, toplumcu, manevîyatçı yeni bir Milliyetçi Türkiye'yi kurmak isteyenlerin, hem sanayileşmenin maddî-sosyal meselelerine, hem de manevî meselelerine, çok zengin bir entellektüel muhteva ile çözüm getirmeleri gerekiyor.

Biz, Dokuz Işık'ın ilkelerini, kırsal kesim ve geçişin hızlı olduğu kesimler yani kontakt noktaları açısından değerlendirmeye çalıştık. Şimdi de, hem sosyal hem de manevî açıdan toplumun sanayileşmiş kesimleriyle ilgili bir yaklaşım yapmamız gerekiyor. Esas, sanayi toplumumuzun meseleleri bunlardır ve mülkiyet meselesiyle işçi-işveren meseleleri, yani çağımızın rejim ve doktrin çatışmalarının yoğunlaştığı saha da burasıdır.

Türkiye'nin sanayileşme modeli, sanayinin gelişmesine paralel olarak sanayi mülkiyetinin belirli ellerde toplanması sonucunu doğurmaktadır. Ama belirli ellerdeki sınaî mülkiyet büyüdükçe, giderek artan sayıda mülksüz işçi çalıştırmaktadır. Böylece işletmelerin
büyüklüğü nisbetinde bir mülkiyet meselesi belirmektedir.

Büyük işletmelerde işçi-işveren gerginliğinin küçük işletmelere nazaran daha fazla oluşunun bir sebebi de budur. Belirli ellerde birikmiş büyük bir sınaî mülkiyet (işletme), orada hepsi aynı durumda (mülksüz olarak) çalışan işçilere dayanışma ve sınıf şuuru vermektedir. Şiddetli bunalım dönemlerinde ihtilalci gerginliklere dönüşen bu şuur, normal zamanlarda kaybolmakta ama toplu görüşmelerin daha zorlukla neticelenmesi gibi, sol sendikaların ve partilerin seçilmesi gibi sonuçlar doğurmaktadır! .....

Bundan dolayıdır ki, Türkiye adalet içinde kalkınmayı, yani milliyetçi, demokratik, halkçı, toplumcu bir kalkınmayı gerçekleştiremezse, ..... anti-demokratik, halk-düşmanı bir .....
rejimin başarı şansı artar.

İşte, mahallilikten millîliğe geçiş döneminde ve toplumun kontakt noktalarında millî birliği sağlamakla görevli Türk milliyetçiliği, sanayileşmiş kesimlerde ve sanayileşen Türkiye'de adil
bir kalkınma yoluyla sosyal barışı sağlayarak da millî bütünlüğü güçlendirmek zorundadır. Bu, 1965 öncesi milliyetçilerin genellikle görmedikleri; görseler bile o zamanki şartlarda pek önemsenmeyen bir mesele idi. Bugün temel meselelerden biri olmuştur. Dokuz Işık'ın
sanayileşme ve onun doğurduğu meselelerle ilgili teklifleri bu bakımdan önem kazanmaktadır. Yarınki Türkiye, gecekondunun, işçinin, memurun, esnafın, bütün dar gelirli kimselerin siyasî tercihine göre yönlenecek bir Türkiye'dir ve bu kesimleri kazanmanın yolu da onları savunmaktır.

Bu noktada Dokuz Işık'ın millet sektörü diye çok genel bir isimle ifade ettikleri sermaye birikimi ve mülkiyet modeli büyük bir önem kazanmaktadır. Devlet ve özel sektör... Ama üçüncüsü, önemde birincisi, millet sektörü...

Her çağda mülkiyetin dağılımı meselesi görülmüş ama bu meselenin ekonomik kalkınmayla bu derece irtibatlanması ilk defa sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkmıştır. Zaten kalkınma, sanayileşmenin doğurduğu bir kavramdır.

Kapitalist kalkınma yolunun mülkiyet sahasında doğurduğu büyük adaletsizlik, bir süre komünizmin çare zannedilmesine yol açmıştır. Ama 1917'den bu tarafa, komünist teorinin gerçeklerle ilgisizliği ve realitede devlet ırgatlığına yol açtığı görülmüştür. .....

Mesele hem büyük çapta sermaye birikimini sağlamak, hem de sınai mülkiyetin tekelleşmesini önlemektir. Bu noktada henüz sanayileşmemiş toplumların hem talihli hem de talihsiz olduklarını biliyoruz. Bunlar talihsizdir çünkü dağılıma tâbi tutulacak derecede gelir teşekkül etmemiştir. Talihli oldukları cihet şudur ki, bu ülkeler sermaye birikimini oluştururken, mülkiyet meselesini baştan düzenlemek imkânına sahiptirler. Nitekim Batı'da servetin geniş kitlelere dağılımı konusunda görülen teoriler ve uygulamalar, mevcut servetlerin yayılmasında büyük zorlukla karşılaşıyor ama yeni oluşma halindeki servetlerin yaygınlaştırılması daha kolay olmaktadır.

Bugün servetin yaygınlaştırılması konusunda insanlığın bulduğu tek çözüm yolu, ücret ve vergi politikalarının yanında, mülkiyetin yaygınlaştırılmasıdır. Böylece çok sayıda insana ait küçük servetler, işletmeler haline getirilerek büyük üretim birimleri oluşturulmaya
çalışılmaktadır. Doğu'nun da Batı'nın da üçüncü yol dediği modelin özü budur.

İşte bu noktada Dokuz Işık'ın teklifleri ve millet sektörü ağırlık kazanmaktadır. OYAK örneğinde görüldüğü gibi kanunla teşekkül ettirilen ve belli bir kesimdeki ücretlilerin mecburen katıldığı büyük işletmeler örnek olarak verilebilir. Bu model, hem sermaye birikimini hızlandırarak tasarrufu ve yatırımı geliştirmekte hem de toplumda sınai
mülkiyet dağılımının adaletsizliğini gidermeye yönelmektedir. Bu, gönüllü olarak, teşvik yoluyla da sağlanabilir.

OYAK ve benzeri kuruluşlar, çok sınırlı bir örnektir. Asıl mühim olan, işçilerin fabrikalara ortak olmasıdır. Bu süreç Batı'da hızla geliştirilmeye çalışılmakta fakat birikmiş servetlerin adaletsiz dengesi bu çalışmaları frenlemektedir.

İşçinin kâra ve yönetime katılması sağlanarak elde edilecek kâr fonlarının biriktirilmesiyle büyük sermayeler oluşturulmakta ve bunların yatırıma sevk edilmesiyle işçilerin malı olan sınaî, ticarî, hatta malî (banka) müesseseler oluşturulmaktadır. Böylece işçi, aldığı ücrette bir kesintiye uğramadan kâr paylarıyla mülk sahibi olmaktadır. Bazan da kanunla firmaların da mecburî olarak katıldığı ve ücretlerin çok sınırlı bir yüzdesinin kesinti yoluyla eklendiği birikimler oluşturulmaktadır. Bazı büyük firmalar, bu uygulamanın işçilerin müesseseye yabancılaşmasını önleyip, iş verimini arttırdığını gördükleri için, gönüllü olarak işçileri fabrikaya hisse senetleriyle ortak etmekte, işçinin bu hisse senetlerini daha ucuz ve taksitle satın almasını sağlamaktadır.

General De Gaulle'ün reformlarından sonra Fransa'da, Almanya'da, öteki bazı Batı'lı ülkelerde bu uygulamaya büyük önem verilmektedir. Ama teşekkül etmiş olan tekelci mülkiyet direnmektedir. Bizim talihli olduğumuz husus, işin başında ekonomiyi böyle bir raya oturtma
imkânımızın olmasıdır.

Batı, uzun bir kanlı tecrübeden veya ekonomik siyasî gerginliklerin ıstırabından sonra servetin yaygınlaştırılması gereğini anlamıştır. Bizim felsefemizin icabı olan bu yöne, Batı, şartların, çağın zorlamasıyla yönelmiştir! .....

Batı'daki bu yöneliş, henüz nitelik değişikliği yapacak boyutlarda değildir. Ama bütün dünyanın, bütün sistemlerin meselesi servetin yaygınlaştırılmasıdır. Bu, insanlığın köklü bir yönelişidir ve yeni bir çağın oluşumunu temsil etmektedir.

Bu gelişimin karşısına çıkmak şöyle dursun, onu savunmamak bile gericiliktir, ilkelliktir ve insan aleyhtarlığıdır.

Allah insanı ve emeğini yüceltmiştir. İnsan ve emek de yeryüzündeki eserleriyle yüceliğini ispat etmiştir. insanlık bu hakikati kavramakta tarihen gecikmiş olsa bile, bugün artık önüne
geçilmez bir akım haline gelmiştir. ..... Türkiye, sanayileşmenin başlangıcında olan bir ülke olarak, yaygın mülkiyetli bir sanayi toplumu modelini daha kolay oluşturabilir.

İnsanlık bugün anlamaya başlamış olsa bile, Kur'ân-ı Kerim'in Haşr sûresinin 7. ayetinde Allah, 1400 sene evvel şöyle buyurmuştur: “Tâ ki o mal, sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın.”

Dokuz Işık, millet mülkiyetine uzanıyor, ama devletin yönlendirici görevi için kamu mülkiyetine, ekonomik dinamizm ve yaratıcı rekabet için özel sektöre yer veriyor. Fakat işçinin yönetime ve kâra katıldığı, sendikal haklara sahip olduğu bir özel sektör ve kamu sektörü... Onun dışındaki asıl sektör, işçinin, memurun, esnafın, kooperatifler yoluyla köylünün mülkiyetinde olacaktır. Gecekondulara, fabrikalara, köylere, esnaf dükkânına bu fikri götürdüğümüz zaman, kapitalizmin adaletsizliği, komünizmin köleliği artık Türkiye'yi bizar edemeyecektir.

Taha AKYOL
1980'lerde Türkiye, sh: 172-207

Ziyaret -> Toplam : 125,15 M - Bugn : 34538

ulkucudunya@ulkucudunya.com