Ebû Abdullah Muhammed bin Ali el-Hakîm et-Tirmizî -Kuddise Sırruh-
01 Ocak 1970
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şifâu’l-Alîl” isimli kitabında, Allah yoluna dâvet edenleri üç kısma ayırarak; bunların ilk ikisinin peygamberler ve veliler olduğunu belirtmiş; üçüncü sınıfın ise peygamberlerle veliler arasındaki tabakayı oluşturan, ferdâniyyet mertebesine çıkartılan ve mahşerde kendisine velîlerin saflarının öncülüğü verilecek olan “Bayraklılar ashâbı” olduğunu ifâde etmiştir.
O, bu sınıfı temsil eden velî ile Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın vasıflarını birleştirerek, bu ifşaatı ile Resulullah Aleyhisselâm’ın Mehdi’den önce çıkacağını haber verdiği, Hadis-i şerif’te işâret edilen ve “Bayraklılar” ın öncüsü olacağı bildirilen “Ayağı sakat zât” ın aynı şahıs olduğunu açıkça ortaya koymuştur:
“Peygamberlerin yolu velîlerin yolundan başkadır. Peygamberler O’nun dilemesiyle himâye edilmeye ehildir; velîler ise O’na yönelmeleriyle O’nun hidâyetine ermeye ehildir.
Nitekim O, indirdiği Âyet-i kerime’de bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
‘Allah dilediği kulunu kendine seçer, kendisine yönelen kimseye de hidâyet eder.’ (Şûrâ: 13)
O seçtiği kimsenin kalbini kendine doğru çeker, sonra da onun kalbini, kendisine çekeceği bir yol üzere kendisine doğru seyrettirir. O’na yönelen ise, kendisine O’na yönelme yolunu açarak hidâyetine erdirdiği bir kimsedir. Peygamberlerin yolu tahsis edilme yolu, velîlerin yolu ise; tâ ki O’na vâsıl oluncaya kadar, kalpleri tathir ve ahlâkı tasfiye ile, sıdk ve bağlılık üzere kullarına şeriat kıldığı lütuf yoludur. Peygamberlere onları nefisleri yoluyla değil, çekilmeleri yoluyla sirâyet ettirir. İşte peygamberlerle velîler arasındaki fark budur.
Sonra bir de O’nun, velilerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u Teâlâ’ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil kılacağı bir ‘Bayraklılar ashâbı’ vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği ‘Hassü’l-Has’; yâni ‘Seçkinlerin de seçkini’ dir. O kalplerini onların yolu üzere kendisine çekip de seyrettirdiği için, cezbe ile onları kendisine seyrettirir, sonra da onları nefsen bu yol üzerinde yürütür.
Onlar peygamberler ve veliler arasında, kendilerinden başkalarını ikâme ederler. Onlar, neredeyse peygamberlerin yakınına kadar ulaşmışlık üzeredir; diğer veliler de onun idrak ve anlayışı üzerindedir. Onların uykusu da, uyanıklığı da çok büyüktür. Onlar bu lütuf yoluyla seyrettikleri için peygamberlerin yolunu da görürler. İşte onlar, kalplerini kendi vahdâniyyet’inin içinde boğduğu ve kendilerini eşyâya karşı ferdleştirdiği ‘münferidler’ in arasındadır.
Ayrıca onlar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in rivâyet ettiği muhaddes’lerdendir....
İşte bu, O’nun kendi dilemesinin bir karşılığı olarak kendilerini seçtiği; kendileri için bu kerâmeti bâriz kıldığı, peygamberlerle veliler arasındaki tabakadır. Onlar O’nun kabzasında (himâyesi içinde)dir; O’nunla işitir, O’nunla görür, O’nunla düşünürler, hâllerinde de O’nunla tasarruf ederler. O da onları kendi hâllerini görmekten, nefislerini hatıra getirecek şeylerden ve hevânın gölgesinden alıkoyarak hareket ettirir. İşte Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in tâbileri de onlardır.
Nitekim şöyle buyurulmuştur:
‘De ki: İşte benim yolum budur, basîret üzere Allah’a dâvet ediyorum.’ (Yusuf: 108)
Yâni bana gösterilerek O’na dâvet ediyorum.
Devamla şöyle buyuruldu:
‘Ben de, bana tâbi olanlar da!’ (Yusuf: 108)
O’na tâbi olandan başkası Allah’a dâvet etmiş sayılmaz.
Ve buyuruldu ki:
‘Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.’ (Yusuf: 108)
Rabb’i şirkten tenzih, O’nu yüce tutmak ve zikrettiğimiz şeye göre; hâllerini görmekten, nefsi hatıra getirmekten ve hevânın gölgesinden uzaklaşmaktır. İşte onlar Âyet’ten konuşmaları, O’nun tedbirini keşifleri, O’nun ferdâniyyet’ini zikretmeleri ve nefislerinin şımarıklıklarına ve âfetlerine, dünyâ hayâtının ayıbına, aldatmacasına ve gurûruna karşı; kendileri hakkında gerek amellerinde, gerek yükselişlerinde, gerekse derecelerinde kalplerinin sıdkını talep edip, Allah-u Teâlâ’nın verdiği nimetleri zikredip, kendisine gelen ilâhî vergiler karşısında nefsi tasfiye husûsunda devamlılık göstermelerine nisbetle, hikmet ve güzel öğütle basîrete ve Allah’a dâvete de ehildirler, başkalarını da O’nun yoluna dâvet ederler. Onlar O’nun tahsisine ehildirler.
İlk sınıf O’nun dininin kumandanları ve emînleridir. Zayıf imâna mübtelâ olanları O’nun ilmine dâvet ederler ve aynı zamanda yarattıkları üzerine Allah’ın bir hüccetidirler. İkinci sınıf da O’nun dâvetçileri, hakîmleri ve idârecileridir, O’nun nimetini telkin ederler. Üçüncü sınıf ise târife sığmaz.” (“Kitâbu Şifâu’l-Alîl”; Veliyyüddin, no: 770, 5a-6a yaprağı)
•
Hazret, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphânesi’nde kayıtlı bulunan “Kitâb-u İlmü’l-Evliyâ” isimli eserinde Allah-u Teâlâ ile konuşan muhaddes velilerin vasıflarından sözederken, onlardan birinin yakınlık nûrunun, peygamberlerin yakınlık nûrundan daha öne geçeceğini ifâde etmiş; onun bu yakınlıkla ilmin köklerine kadar vâsıl olacağını ve nübüvvete dâir ilimden büyük bir pay alacağını haber vermiştir:
“Allah’ın Hikmetü’l-ulyâ’sına kadar ulaşabilenler, O’nun vahdâniyyet’inin içinde yürüyenler, ya da has meclislerde Vech-i Kerîm’e vâsıl olanlar... İşte bunlar peygamberlerle neredeyse aynı seviyede bulunan Hassü’l-has muhaddeslerdir!”
“Bu muhaddesler öyle kimselerdir ki, peygamberlerin menzillerine kadar yaklaşabildikleri için, neredeyse peygamberlere karışırlar. Onların nûru peygamberlerin yakınlık nûrundan daha da büyüyebilir. Buna nüfûz ettikleri taktirde, ilâhî tedbirin esâsına ve ilmin köklerine kadar vâsıl olurlar.
Muhaddesler derecelerine göre Nübüvvet’ten de pay alırlar. Nitekim onların kimine Nübüvvet’in yarısı verilir.
Onlardan bir kimseye bundan daha da fazlası verilir ki, ona bu güçle peygamberlerin seçkinlik ve temizliği de verilir. İlâhî Nûr, ona işte bu güçle verilir. Bu güçle ona yakınlık da verilir. Bu güçle ona Hakk ile konuşabilme de verilmiştir. Onun mevcûdiyeti de işte bu güce göredir.” (“Kitâbu İlmü’l-Evliyâ”; Haraççıoğlu, no: 806, 29a-29b yaprağı)
•
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Bâbu fî Beyânu’l-Müferridîn” adlı risâlesinde, Hâtemü’l-evliyâ’nın Vahdâniyyet ve İnfirad billâh mülkü’nden eşyâya ne şekilde nazar ettiğini beyân ederek şöyle buyurmuştur:
“O’nun, kalbini kendi mülküne, sevap ve ikâbının mülküne ve dünyâ’sının mülküne göre kendisiyle meşgul ettirdiği bu kul, kalbi ‘Vahdâniyyet’ ve ‘İnfirâd Billâh’ mülkü’nde boğularak, O’nunla ferdleşmiştir. O’nunla birlikte nazar ederek bakar, O’nunla bakar, O’na bakar. Çünkü kendisine nazar ettiği eşyâ da O’nun varlığı ile birliktedir. Dolayısıyla onu kendisiyle meşgul ettirmesi nedeniyle, eşyâ için O’ndan başkasının hâkimiyeti (onun için) sözkonusu olmaz. Çünkü Rabb’i ondan, eşyânın gâlip gelen hâkimiyetini alır ve (onu) kendisiyle meşgul ettirerek eşyâdan meneder.” (Bâbu fî Beyânu’l-Müferridîn, Veliyyüddin, no.: 770. 188b yaprağı.)
•
Hakîm et-Tirmizî -kudddise sırruh- Hazretleri “Cevâb-u Kitâbu mine’r-Re’y” isimli eserinde, “Hikmetü’l-ulyâ” yı elinde bulunduran Hâtemü’l-evliyâ’nın hem öne alındığını, hem de geride bırakıldığını; bu geride bırakılma sâyesinde onun, mahşerde Muhammed Aleyhisselâm’ın minberine kadar çıkacağını beyan buyurmuştur:
“İlm-i billâh, Allah’ı tanımak ve Allah’tan düşünmek, şu üç şeyi ihtivâ eden kişinindir: Kalbini Allah ile dirilten; O’nun belâsını güzel görüp, rûhunu temizleyip, ubûdetini sağlam kılan ve nefsin esâretinden hürriyetle zafere ulaşan.. İşte onun rütbesi delil, menzili aşikâr, eşkâli de seyyid’liktir; Mevlâ’sı ile keremlileşmiştir. O, öne alması ve geride bırakması sâyesinde, onu arzu ettiğinden daha da yücelere ulaştırır.
Şu kadar var ki, öne alması; onu kendi Rubûbiyet hazinelerinden olan ‘Hikmetü’l-Ulyâ’ ya yöneltmesidir. Artık o, Rabb’inin huzurunu kendisine mekân edinir ve O’nun sırlarını elde eder. Geriye bırakması ise; velîleri ve peygamberleri seçtiği gün onu kendi hizmetinde kılması ve benzerini hiçbir kulağın işitmediği bir senâ ile onu kendisiyle konuşturmasıdır. Tâ ki onu, Mustafâ -sallallahu aleyhi ve sellem-le aynı şekilde ikrâr edebilsin ve O’nun minberine kadar çıkabilsin.” (Cevâbu Kitâbu mine’r-Re’y, s.191, bas.: Beyrut, 1992.)
•
“Nevâdirü’l-Usûl” kitabında ise; O’nun, kalbini kendi vahdâniyyet’inin içinde boğduğu ve kendisiyle ferdleştirdiği bu velîyi, kulları arasında tek ve benzersiz kıldığını mükemmel bir üslûpla ifâde etmiştir:
“O, onun kalbini kendi Vahdâniyyet’inin içinde boğar. O artık O’nunla ‘ferd’leşerek, O’nun bütün sıfatlarıyla meşgul olur. O, O’nun emînidir, kulları arasındaki ‘Bir’idir. O öyle bir kimsedir ki, onu yeryüzünde ‘Ey vâhidî!’ diye nidâ eden doğru söylemiştir.” (Nevâdirü’l-Usûl, c.1, s.613)