« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

11 Haz

2018

Dundar Taser

Cemil Meriç 01 Ocak 1970

Taşer, coşkun bir zekâydı… Fetihten fethe koşan akıncı bir zekâ. Mesele, Türk düşüncesinin -Türk hicvinin diyecek¬tim- ana belgelerinden biri. Yaprakları çeviriyoruz:

Önce bütün fezahatleri, bütün inkisarları, bütün ihtilaç¬larıyla yakın mazi. Sonra bu kalın sisleri perde perde arala¬yan muhteşem bir rüya: Yazarın teklifleri. Mülevves bir top¬raktan yükselen ulu bir ağaç… Evet ama kirli olan toprağın yüzü; kirli olan, daha doğrusu kirletilen.

Üslup, zaman zaman derbeder; hükümler, zaman zaman insafsız. Ama tespitler dürüst, teşhisler isabetli. Karşımızda bir kitap değil, bir insan var; bir insan, yani bir şuur. Tari¬hin derinliklerinden kopup gelen bu sesin, lâyık olduğu yankıyı uyandırmaması ne kadar hazin!

Ne ikbal sarhoş etmiş Taşer’i, ne bozgun yeise düşür¬müş. Feleğin “germ-ü serd”(iyi-kötü)ine vakur bir tebessümle bak¬masını bilen yalçın bir irade. Bu yiğit mücahidin de Koçi Bey, Sarı Mehmet Paşa ve Cevdet Paşa gibi tek kaygusu var; “Devlet-i ebed müddetin “devlet”i ebed müddet” ol¬ması.

Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesı[1] dost bir kitap. Bir ümidi bayraklaştırıyor. Ziya Nur, hem sadık bir vakanüvis, hem coşkun bir gönül. Önce E.K. rumuzuyla mühürlenen bir takdim yazısı. Mezar taşı kitabelerine benziyor: Tok, muzdarip, hürmetkar.[2]

Sonra mermer bir revak: “Onu kaybedişimiz”. Ziya Nur, bir destan üslubuyla başlıyor: “Milletimiz son asırda yetiştirebildiği en büyük fikir, hareket ve dâvâ adamlarından biri¬ni, belki de en mühimini kaybetti”. Ve kahramanın, muhab-betle yontuyor heykelini: “Çelik kadar sağlam bir seciye. Gül yaprağından nazik” bir yaratılış, “fevzaver bir ziya küt¬lesi”. Faziletin fazilete telkin ettiği bu vecitkâr satırları Taşer’in 27 Mayıs hakkındaki ümit ve endişeleri takip ediyor. “Harekete tekaddüm eden günlerde benim en büyük ızdırabım, yapacağımız işle, devletin yeni bir badireye sürüklene¬bileceği ihtimali idi”… “Tarihimizdeki bütün inkılâp hare¬ketlerinin, milletin başına yeni belâlar getirdiği hakkında sarsılmaz bir kanaatim vardı. Bugün bu kanaatim daha da pekleşmiştir. Yeniçeri kıyamlarına gitmeye lüzum yok. Çün¬kü onlarda bir sistem ve nizam değiştirme gayesi mevcut de¬ğil. Muhtelif sebeplerle vücut bulan, kendine mahsus bir ananeye göre cereyan eden kıyamlar… Hatta bunların, reha¬veti dağıtmak, yolsuzlukları önlemek., gibi faydaları da var. Fakat Nizam-l Cedid’le başlayan devir için, böyle bir fikir yürütmek imkânsız. İki asırdır yeni düzen peşindeyiz. Vetabiî devamlı sıkıntı ve çalkantıların ortasında …”

Bu yenileşme hastalığının, halk vicdanında, yarattığı zin¬cirleme tepkiler, III Selim’in tahttan indirilişi, Alemdar ha¬reketi, Sened-i İttifak denilen yüz karası, Yunan isyanı… II. Mahmut’un inkılâpları. “Devleti kuvvetlendireceğiz diye¬rek; kendi ordumuzu kendi elimizle topa tuttuk.” 1827’de Navarin bozgunu, 1828’de Rusların Edirne’ye girişi, 1829’da Yunan bağımsızlığı. 1830’da Cezayir Fransızlarca işgal edilmiş, İ832’de Sisam’a muhtariyet verilmiş. Sonra birbiri¬ni kovalayan felâketler… Altı Avrupa devletinin vesayeti altı¬na alınan Devlet-i Aliyye. Büyük diye tanıtılan Tanzimat ri¬calinin zavallılığı. Midhat Paşa ve dört elle sarılman son tıl¬sım: Kanun-ı Esası.[3]

Birkaç fırça darbesiyle bütün bir inhitat tarihini göz önüne seren genç savaşçının sesi birdenbire açılıyor: “Nitekim biz de aynı hataya düştük” diye devam ediyor ve “bir mükem¬mel anayasa yapılırsa Türkiye’nin Almanya veya İngiltere se¬viyesine geleceğini sandık. Ne yapalım ki Türk aydınının çok yanlış ve köklü zaaflarından biri de bazı mefhumlarda sihirkâr bir kudret tasavvur etmesidir”. Taşer’e göre bu veh¬min başlıca kaynağı, aydının yabancılaşması. Kendine ya¬bancılaşma, “millî ölçüyü kaybetmek”tir. Bu garip mahluk, yüz yıldan beri anayasa ile oynuyor. “Bu bize ne kazandırdı? Hiç… Şimdi de aynı hatanın kurbanı değil miyiz?”

Sonra Taşer, Abdülhamit Han’ı anlatıyor: Gafletle ihane¬tin yüz yıldır karalamağa çalıştığı büyük tâcidarı.

“Sultan Abdülhamit, ya meclis, ya devlet şıklarından biri¬ni tercih zaruretinde kalmış ve tabiatıyla devleti tercih et¬miştir… Jön Türk namıyla anılan, ne idüğü belirsiz ve millî kültürden kopuk aydınlar, hürriyetlerimizin gâsıbı, müste¬bit kızıl sultan diye ona çatmışlardır. Devlet mi mühim, yoksa hürriyet mi? Devlet olmadıktan sonra hürriyeti ve meşrutiyeti ne yapacaksın? Doksan üç felâketinden sonra, “Sultan Abdülhamit gibi bir dış politika üstadının başımız¬da bulunuşu hakikaten bir talihtir.” Ne yazık ki intelijansiyamız, garip bir cinnete tutulmuştur. Düşmanın kulaklarına fısıldadığı üç beş heceyi, mânâsını anlamadan tekrarlar durur: ‘Kanun-, Esasi, hürriyet’ vs Ferdi hürriyet zaten vardı; siyasi huniye, ise devleti batırırdı. Sırp’a, Bulgar’a, Rum’a özenmenin gereği ne idi. Bu cinnet rüzgârına millî telakkiden uzaklaşmış aydınlar ile ekalliyetler kapıldılar. Elinden en büyük kuvvetin yani zabitin ve ordunun kaydığını gören zavallı padişah ne yapabilirdi. Suyun akıntısına tabi olup, sarhoşluğun geçmesini bekledi. Fakat bu sarhoşluk geçmedi.”

Abdülhamit’in hal’ini kovalayan facialar hepimizin malu¬mu. Batan İmparatorluk… aydınla halkın elele vererek ka¬zandıkları zafer: Yunan’ın harim-i ismetimizden defedilişi. “Sonra yeni inkılâplar devri başladı. Halkla münevver kat’i olarak birbirinden ayrıldılar. Millete mal olmuş telâkkiler ve inanışlar kaka addedildi. Teşkilât-ı Esasiye kanunundaki değişikliklerle uğraşıldı, ismi Anayasa oldu ve bütün mad¬deleri yeni “tilcikler”e uyduruldu. Moğolca “tay”larla Şura¬yı Devlet “Danıştay”, Muhasebat “Sayıştay”, Mahkeme-i Temyiz “Yargıtay”, Meclis “Kamutay” yapıldı. Kurultaylar, Kamutaylar, Şarbaylar, Kamunaylar birbirini kovaladı… 1950’de, yeniden 1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun lisanına dönüldü”.

Evet bir tımarhane tutanağı değil, siyasî ve içtimai tarihi¬mizden bir sayfa. Taşer devam ediyor: “1946’dan beri başlayan çok partili devrede parti mücadelesi, Meşrutiyet Devrindeki şekline büründü. On senelik devrede, düzenin bo-zukluğu, çift Meclis, Anayasa Mahkemesi, bağımsız mahkemeler bağımsız üniversite ve hürriyet sloganlarını dinledik. 1960’ta konuşmaması, millî nizam içinde sessiz ve sâmit lâzım gelen Ordu’yu politikacılar konuşturdular.

Biz konuşunca da, tabiatıyla herkes sustu… Vasatı onlar ha¬zırlamışlar, rayları onlar döşemişlerdi. Biz, ister istemez, o raylar üzerinde yürüdük”.

27 Mayıs’tan alınacak ders-i ibret: “Son elli senelik niza¬mın bütün zaaflarını ve kat’i olarak yürüyemediğini, yürüyemeyeceğini” göstermesi… “Yıkılan şu şahıs veya bu parti değildir. Hakikatte yürümeyen, yürümeyecek olandır… Ölüyü yaşatmaya çalışmak, abesle iştigaldir”. Bu bedahetle¬ri ne zaman anlayacağız? Bir Alman hekimi: “Öldürülmesi gereken ölüler var” diyor. Haklı değil mi? Öldürülmesi veya gömülmesi.

Günahlarımızı kurşun birer tabut gibi sırtımızda taşıyo¬ruz; günahlarımızı veya abeslerimizi. Bu günahlardan ilki: haramzadelik. Rezil bir Ödip kompleksi bu. Bir kendi ken¬dini tahrip cinneti. Ecdadımızı inkâr ediyoruz, ecdadımızı, yani Osmanlıyı. Biricik düşmanımız: Türk-İslâm medeni¬yeti. Sesimi Taşer’in sesiyle gürleştirerek haykırıyorum: Ta¬rihte tek mucize vardır: Osmanlı mucizesi. Türk kanıyla İs¬lâm dininin kaynaşmasından doğan bir mucize.

Taşer’i dinleyelim: “Biz, dünyanın en büyük imparator¬luklarını kurmuş; hâkimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz. Bu imparatorlukların so¬nuncusu, bugüne kadarki tarihin kaydedebildiği en kudret-li, en âdil, en azametli bir varlık olan Osmanlı Devletidir”. Bu coşkun ırmağı kaynağında yakalıyor Taşer. “Osmanlı Beyliği 1299’da Söğüt’te kurulduğu zaman 400 atlıya sahip bir uç beyliği iken, 1326 Bursa fethinde Orhan Bey, 38.000 atlıya kumanda ediyordu. Bu asker artışı nereden geliyor¬du? Fethedilen topraklardan toplanamazdı. Çünkü bunla¬rın ahalisi Türk değildi. 400 çadırlık bir aşiret 27 senede bu kadar çoğalamazdı. Selçuk Sultanlığı artık yoktu. Yani ora-dan asker temini de mümkün değildi”. Bu artısın sırrını şöyle izah ediyor Taşer: “Millî şuur, Horasan’dan İzmit’e ka¬dar her yerdeki Türk’ü, Ertuğruloğlunun açtığı mukaddes sancağın altına çekiyordu. Moğol ordularının önünden ka¬çarak Anadolu’ya sığınan tarikat ve tasavvuf erbabı Horasan erenleri, dervişler, alpler, abdallar burada yepyeni bir ümit halesi vücuda getiriyorlar. İstikbâle ümitle bakmayı telkin ediyor; yeni ve büyük bir zuhuru müjdeliyorlar.”

“Anadolu’nun yüksek tabakaları puta tapıcı bir kavmin, İslâm’ın en kudretli ordularını yenişi karşısında mükedder, müteellim ve ümitsiz görünüyor.”
… “işte bu elîm vaziyette büyük mürşitlerin zuhuru başlı¬yor. Bunlar mağlubiyetlerin bir fitne, bir imtihan olduğunu, İslâm’ın yeniden muzaffer olacağını, onun kılıcı ve bayrak¬tarı olan Türk’ün yeniden cihana hâkim olacağını telkin et¬meye başlıyor. Siyasî sıkıntılardan bunalmış olan ahali, bu telkinlerle yeniden diriliyor. Türk efkâr-ı umumiyesi bu zil¬lete karşı açılan ve izzeti müjdeleyen bayrağı bekliyor. Bu bayrağı gayet tedbirli olarak Osmanoğulları kaldırıyor. Os¬manlInın râyeti, hem Selçukoğulları Devletinin devam etti¬ğini, hem de yeni bir zuhurun vuku bulduğunu gösteriyor. Şeyhler, müftüler, müderrisler, eli kılıç kabzasına yapışan yiğitler… Söğüt Beyliği’ne sevk ediliyor… Türk’ün nabzı Osmanlı Beyliği’nde atmaya başlıyor… Bu devlet, dünyada hiç¬bir kuvvet tarafından değiştirilmeyen ezelî ve ebedî hukuk prensiplerine bağlı. Başta hanedan olmak üzere bütün in¬sanların devlete bir can borcu var… Bu küçük devletin fazi¬leti büyük, müsamahası büyük, ideali büyük .

Yazar, cihana hükmedecek olan bu genç devletin 400 yıl¬lık macerasını şu cümlelerle hülâsa ediyor: “Her yaz, evvel bahardan rûz-ı kasıma kadar sefere çıkılır. Karşısına çıkmaya cesaret eden düşmana karşı üç gün muharebe nizamı alınır, üç saat kılıç çekilir. Bir ülke, bir vilayet olarak devlete katılır. Her yaz, batıya, kuzeye doğru olmak üzre bu koşu asırlarca devam eder. Bazılarının sandığı gibi, talan ve istis¬mar koşusu değil bu koşu… Müsamaha, huzur ve adalet te¬sisi için göze alman bir cihad”.

Bu mütelâtim ummanın heybetli medd-ü cezirlerini me¬rak edenler Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi’niokusunlar. Bizce Osmanlı mucizesinin en büyük tecellilerinden biri de, münevver denilen ashab-ı kehfi, uzun bir uykudan nihayet uyandırmış olmasıdır. Düşüncenin çeşitli ufuklarından ge¬len romancı ve şairlerimiz arasında, aynı intibaın mesut emarelerine şahit olmadık mı? Tarihin gür sesi “az gelişmiş¬lik” efsanesini şimdiden susturmuşa benziyor, tarihin ve Taşer’lerin. Biz eminiz ki her namuslu Türk aydını bu hicabaver yalanın ne şeni bir iftira olduğunu çok geçmeden an¬layacaktır. Taşer haklı: Yarınki büyük Türkiye’nin başlıca mimarı: şuur, devlet şuuru, tarih şuuru. Taşer’i sevenlerin. Taşer’den öğrenecekleri çok şeyler var. Ziya Nur’un kitabi “Bir Mecelle-i Hakayık”. Hem ifşaları hem istifhamlarıyla düşündürücü. Taşer, dizgin tanımayan bir tecessüs, cesur bir idrak ve büyük bir gönül, vicdanını kaybeden bir devrin vicdanı.
[1] Ziya Nur, Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi, Kutluğ Yayınları, İstanbul, 1974
[2] Bu genç arkadaşa küçük bir serzenişle bulunacağız. Güzel yazısında Frenkçe kelimelere fazla yer vermiş. Neden talihsizlik değil şanssızlık. “Birkaç sloganla idare edilen doktrin ve sistem” ne demek? “Kendi öz sistemimiz” de güzel de¬ğil; kendi nizamımız, kendi düşünce dünyamız, denebilirdi. “Cihandaki büyük
fonksiyonu” yerine büyük icraatı, emsalsiz yeri gibi tabirler kullanmak daha doğru değil mi? Cenab’ın ihtarını unutmayalım: “Suistimal kapılarını aralamağa gelmez.
[3] Bkz. Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yayınları, 3. Baskı, 1995; Anayasa Tarihe “Akmayacaksın” diyen Bir Vesikadır, s. 233-236

Ziyaret -> Toplam : 125,77 M - Bugn : 7478

ulkucudunya@ulkucudunya.com