Bitmeyen bedel!
SERVET AVCI 01 Ocak 1970
Gencecik yaşta, yokluklar içinde omuzlarımızdaki yüke rağmen direncimizi yükselten bir hayalimiz vardı: "21. asır Türk asrı olacak..."
Yokluktan başka paylaşacak hiçbir şeyimiz olmamasına rağmen ülküdaşlık hukuku ve ancak bir sonraki asra vâde koyduğumuz büyük hedef, bizleri kardeşten öte kılmıştı...
12 Eylül'ün ağır baskısı sürerken ve milletin ezici çoğunluğu darbe anayasasına 'evet' derken de ülkücüydük... Tufan günleri geride kaldıktan sonra lacivertleri çekip yayıldıkları koltuklarda yine 'büyük dâvâ adamı' pozlarına bürünecek olanların, alaycı biçimde "Siz hâlâ bu işlerle mi uğraşıyorsunuz, bitti bu işler anlamıyor musunuz?" dediği ve çalınan o uğursuz kapıların gencecik çocukların yüzüne kapandığı günlerde de ülkücüydük...
Darbenin üzerinden 7 yıl geçmiş olmasına rağmen ülkücünün işkenceyle şehit edildiği Mamak kapılarında, Sıhhiye'deki açlık grevlerinde Necati Amca'ların, Zeycan Teyze'lerin yanında ateşe avuçlarla su taşırken de ülkücüydük... Bu utancın yaşandığı günlerde, zübüklüğün ete kemiğe büründüğü merkez sağ kapılarında, papatya gölgelerinde ikbal arayanları gördüğümüz kara yıllarda da...
***
Paranın saltanatını ilân ettiği yıllarda biz Metin Tokdemir'le kardeştik... Bundan daha büyük sermaye mi olurdu? Matbaadan çıkan o kâğıdın kokusu, ülküdaş kokusundan daha üstün değildi bizim için... Gözleri 'Gittiğiniz bu yol, yol değil' der gibi bakanlara inat, başka hiçbir beşerî güce dayanmadan, sadece birbirimize tutunarak ayakta durmaya çalıştık... 'Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrıdağı'na' dizesine hâkim olan ruh, bütün reel-politik pespayeliği eziyordu zihnimizde...
"Hayallerim kan göllerine dalar/ bir yiğit görürüm ıslak kaldırımda/ ve ölümler, ölümler, ölümler/ Gözlerimin önüne kıpkızıl bir dünya serer... Kırmızı gül yârin dudağını hatırlatır on beşindeki gence/ Bizler hep ölümü hatırladık kırmızı denince..." dizelerinin sahibiydi Suat Başaran... Ama adını koymak bile aklına gelmedi... Çünkü önceliklerimiz hep farklıydı ve işin içinde 'ben' yoktu...
Ve Adnan İslamoğulları vardı... Rahmetli Galip Erdem'in koyduğu isimle, Cemal Fedakar olarak tanımıştım onu... 12 Eylül'ün özel şartlarında gerçek kimliğinden farklı bir şekilde yaşamak mecburiyetindeydi, ülkücülüğünün bedelini ödemesi gerekiyordu... Daha sonra da hep ödemeye devam edeceği gibi...
İleride siyasî tercihlerimiz farklılaştığında bile bozulmayacak kardeşliğin sahibi olacaktık... Rahmetli Metin Tokdemir Ankara'ya gelince daha da güçlenecektik... O da Eskişehir'den yokluklarıyla gelmişti ama bir aradayken dünyanın en varlıklı ailesine dönüşmüştük... Çünkü her birimiz bir diğeri için vardı...
***
Ortak hikâyemizi en iyi Adnan Ağabey yazdı, 'Bizimkisi Bir Ocak Hikâyesi'yle... Önsözde belirtmiştim o hikâyenin ne olduğunu... Aslında bir nesil adına, hem 'kaybolan yıllarını arayanlar'ın, hem de 'Ali kaybettiğinde bütün iyilerin kaybettiğine inananlar'ın hikâyesiydi... Bir o kadar da, 'insanlığın değerleri, galiplerin galibiyetleri üzerinden değil, mağlupların hasletleri ve ahlâkları üzerinden yükselecek diyenler'in inatla taşları yontmasıydı... En önemlisi ise, 'haksızlık karşısında kanaması durmayan vicdanlar'ın çığlığıydı...
İçinde 'korku'ya pek yer olmayan ama 'ümit'le 'hayal kırıklıkları'nın birbirini takip ettiği bir hikâyeydi bu... Saflığın, delikanlılığın ve bu dünyaya ait olmayışın sembolü Metin Tokdemir'den, kül bakışlı Fırat Çakıroğlu'na uzanan bir karakter ve tarih kesitiydi...
***
Bizler dünyaya ait fazla bir şey biriktiremedik, 'ülküdaşlık hukuku'ndan başka... Hatalarımız veya farklı tercihlerimiz dolayısıyla kırdıklarımız, üzdüklerimiz, incittiklerimiz olsa da samimiyetimizi kaybetmemeye çalıştık... Yanlışımızda 'samimi' olmaya, doğrumuzda ise 'hesap sahibi' olmamaya özen gösterdik...
Hayata dair tek biriktirdiğimiz şey olan 'ülküdaşlık hukuku' ve 'inandıklarımız', dün bize bedel ödetti, bugün de ödetiyor, yarın da ödetebilir... Ama olsun, Atsız'ın, 'bir kemiğin peşinden saatlerce yol giden itler bile gülecek kimsesizliğimize' dediği zamanlardan beri alışkınız!.. O kadar!..