BÜYÜK BİR ADAM
M. METİN KAPLAN 01 Ocak 1970
Rahmetli Servet (Somuncuoğlu) ile nerede, nasıl tanıştığımızı hatırlayamıyorum… Bildiğim tek şey bizi Yusuf Yılmaz (Araç)’ın tanıştırdığıdır… Biz nasıl tanıştık… Bizi nerede, ne zaman tanıştırdın, diyerek, Yusuf Yılmaz’a da sordum… O da tam olarak hatırlayamadı; Burçak’ta olmalı, dedi, sadece… Burçak Ltd. Şti. ortaklarımla birlikte kurup, çalıştırdığımız kitap kırtasiye dükkânımızdı… Velhâsıl bizi, Servet’in Arifiye Öğretmen Okulundan, benim de Uludağ Üniversitesinden arkadaşımız olan Yusuf Yılmaz Araç’ın tanıştırdığı kesin de; ne zaman, nerede ve nasıl tanıştığımız meçhul… (Yanlış anlaşılmasın, ne ben Yusuf Yılmaz kadar genç, ne Yusuf Yılmaz benim kadar yaşlı değildir… UÜ benim, ikinci okulum.) Olsun! Mühim olan benim böyle, ‘Büyük Bir Adam’la tanışıyor olmam… Kendisiyle nerede, nasıl ve ne zaman tanıştığımın ne önemi var?
Yok, yok, yanlış oldu. Bizim nerede, nasıl ve ne zaman tanıştığımız meçhul değil… Olsa olsa biz, ‘kâl û belâ’da tanışmış olmalıyız… Olur mu böyle bir şey? Niye olmasın? En azından ben böyle hissediyorum. Eh, yazıyı da ben yazdığıma göre kimin ne demeye hakkı var? Çok çok beğenmeyen yazının bundan sonraki kısmını okumaz…
Ne ise. Servet’le arkadaşlığımız, dostluğa, Fethiye’de dönüştü… İlk olarak nerede, ne zaman ve nasıl tanıştırıldığımızı hatırlayamıyor olsam da, bunu, kesin olarak biliyorum.
On buçuk yıl ‘yattıktan’ sonra Bartın’dan tahliye edilmiş, bir süre Bafra’da ‘takıldıktan’ sonra ‘memleketim’ Bursa’ya dönmüştüm... Sabıkalıydım, mesleğim ve sermayem yoktu, o yüzden hep iyihâl kâğıdı, meslek ve çok sermaye gerektirmeyen işlerle meşgul olmak mecburiyetinde kalıyordum… Ne ise; MİSK eski Genel Başkan Vekili ve okul arkadaşım rahmetli Necati Dalgıç ağabeyim önayak olmuş, bir arkadaşımla beraber Orman Genel Müdürlüğünden Fethiye’de bir yer kiralamıştık… Payıma düşen sermayeyi; kader arkadaşım Efendi Barutçu’dan aldığım beşmilyon lira borç ve okul arkadaşlarım ve kardeşlerim Nafiz Kaşıkçı ile Bekir Çakıroğlu’nun borç olarak verdikleri eşlerinin düğün takıları ile denkleştirmiştim… Keza Burçak’a da Murat Demir’in verdiği beşbin mark borç ile ortak olmuştum… Lütfen dikkat edin; 12 Eylül’den sonra bile böyle bir ülküdaşlık hukuku vardı… 12 Eylül öncesini, varın siz hesap edin… Ya şimdi?
Burada, yerli ve yabancı turistlere kamp, büfe ve lokanta hizmetleri veriyorduk. Yıl 1990 idi… Bir yaz günü çantası omzunda, Servet çıkageldi. Üç gün misafirim oldu… Bol bol sohbet ettik… Servet’i, itiraf etmeliyim ki, asıl o sohbetler esnasında tanıdım… İlk olarak müthiş zekî bir insandı… Sonra neredeyse ‘hiper aktif’ denilebilecek kadar hareketli biriydi… Sonra realist olduğu kadar idealist ve idealist olduğu kadar da realistti… Nihayet çok okuyan bir münevverdi.
Bir seneden fazla süreden beri Fethiye’deydim, bu sayede turistleri tanıma fırsatı bulmuştum. Bütün ecnebi turistler yanlarında kitap ya da dergi taşırlar ve bunları her fırsatta okurlardı… Fakat Servet gelinceye kadar yanında bir kitap ya da dergiyi bırakın, gazete taşıyan bir Türk’e dahi rastlamamıştım…
Milletdaşlarımız, maalesef, tatili hiçbir şey yapmamak ve plajda, güneş altında yan gelip yatmak ve sonunda ıstakoz gibi yanmak sanıyorlardı...
Servet ise çantasında ıvır zıvır şeyler taşımak yerine kitap taşımayı tercih etmişti… Bugün gibi net olarak hatırlıyorum; getirdiği kitaplardan biri de Seyfi Şirin’in ‘Devler ve Böcekler’ başlıklı kitabıydı. Kitap yeni çıkmıştı… Okur okur, üzerinde konuşurduk… Hem işler kesat olduğundan, hem de iş ortağımla ayrılma noktasına geldiğimizden, benim de vaktim boldu. Zaten baştan beri doğru dürüst iş yapamamıştık… Aksilik işte, ilk yıl Jivkov, Türkleri Bulgaristan’dan sürdüğü için sınır kapıları tıkandığından… Bu ikinci yıl ise Saddam Kuveyt’i işgal ettiği için savaş tamtamları çaldığından, Türkiye’ye hemen hemen hiç ecnebi turist gelmemişti.
İş olmayınca ne yapılır? Çay kahve eşliğinde sohbet edilir… Biz de öyle yapıyorduk… Hem de öyle günlük şeyleri değil, ciddi ciddi millet, devlet meselelerini konuşuyorduk… Meselâ… Bir defasında Türklerin Bulgaristan’dan sürülmelerini konusunu konuşuyorken… Servet; “Jivkov, tam da Sovyetler Birliği dağılırken, bunu niye yaptı ki” demişti… Aslında sualin cevabını kendisi de biliyordu da nedense, beni konuşturmak istiyordu. Anlamazdan gelip, sualini cevapladım:
“Jivkov, bunu, bence iki sebeple yapıyor. Birinci sebep şu; Sovyetler Birliği dağıldığında, Bulgaristan ister istemez demokrasiye geçecek. Dolayısıyla serbest seçimler yapılacak… Eğer Türkleri sürmek suretiyle şimdiden tedbir almaz ise eninde sonunda Bulgaristan, Türklerin eline geçer… İşte, buna mani olabilmek için, etnik temizlik yapıyor… İkincisi de şu; Türk’ü Avrupa’dan söküp atmaya çalışıyor… Gâvur, bunu, 1. Dünya Savaşı sonunda tam olarak yapamamıştı… Şimdi, tamamlamak istiyor. Türk, böylece geldiği yere, Asya’ya dönmüş olacak. Jivkov, bunu yapmak istiyor.
Aslında pek bilinmez, daha doğrusu bilenler bilir de itiraf etmezler; Türk Asyalı olduğu halde, Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa devletidir. Avrupalı bunu bilir ve bundan müthiş derecede rahatsızdır… Malûm Osmanlı, İstanbul’u 1453’te fethettiği halde, Anadolu Birliği’ni bundan elli yıl ve kuruluşundan iki asır sonra 1500 küsurlarda Yavuz Sultan Selim zamanında ancak sağlayabilmiştir.”
Ben, son cümlemi söyler söylemez, Servet, hemen söze girdi ve benim söylemek isteyip de sırası gelmediği için henüz söylemediğim şeyleri veciz bir şekilde ifade etti:
“İşte bu yüzden Anadolu’da bolca Selçuklu eseri bulunmasına rağmen pek Osmanlı eseri yoktur… Meselâ Erzurum: Üç Kümbetler, Saat Kulesi, Çifte Minare, Yakutiye Medresesi vd. hep Selçuklu zamanında inşa edilmiştir… Bildiğim tek Osmanlı eseri ise Rüstem Paşa Bedesteni’dir.”
Zekâ, işte bu… Leb demeden leblebiyi anlamıştı… Dedim ya çok zekiydi, çok… Üstelik üniversite öğrencisi olarak bulunduğu Erzurum’da boşu boşuna yaşamamıştı… Tarihini öğrenmiş, kültür ve sanat eserlerini incelemişti… Münevver bu, işte… Onda büyük adam mayası vardı… Nitekim ‘büyük bir adam’ da oldu... Herkes bunu gördü, kabul etti, Devlet hariç…
Dediğim gibi pek iş yoktu, ben de fırsattan istifade ilk kitabımın üzerinde düşünmekte ve çalışmaktaydım. Bu yüzden konuyu döndürüp dolaştırıp illa oraya getirmekteydim. Servet de, “Yaz, mutlaka yaz… Sizler yazmayacaksınız da kim yazacak? Ülkücülüğü kim anlatacak, yeni nesillere” diye, beni teşvik etmekteydi. Servet’in o teşvikleri olmasaydı, Teşkilât ve İdare belki hiç çıkmayacaktı.
Yine bir gün plajda oturmuş hem güneşleniyor, hem de konuşuyoruz… Vatan kurtarıyoruz, 12 Eylül’den, 12 Eylülcülerden hesaplar soruyoruz… Hayaller kuruyoruz, yani… Servet, bıyık altından biraz da hınzırca gülümseyerek; “Türkeş, Türkeş hep Türkeş diyorsun, yahu bu Türkeş niye bu kadar önemli? Komünizmi engellemekten başka ne yaptı ki?” deyiverdi.
Beni tahrik ederek konuşturmak istediğini anladım. Ancak gene bilmezden geldim… Yoksa o da en az benim kadar ülkücüydü! Daha sonraları Türklüğe yaptığı hizmetler ile benden de, hepimizden de, hatta belki de hepimizin toplamından daha iyi ülkücü olduğunu ispatladı ya. Bunu elbette o zaman bilemezdim. “Türkeş ne mi yaptı?” dedim. “Ne yapmadı ki? Türkiye’nin de, Türklüğün de, İslâm âleminin de, insanlığın da kaderini değiştirdi, daha ne yapsın?”
Şaşırdı... Üzüldü… Ses tonum hayli sert çıkmıştı, çünkü… Aslında tepkim Servet’e değildi… Olamazdı da. Türkeş konusunda benden farklı düşünmediğini, biliyordum… Fakat ülkücü geçinenlerle, dost görünenlerin nasıl hırpalamaya çalıştıklarını bildiğim için Türkeş konusunda hassastım… Ve ortağımla aram bozulduğu için moralim âdeta yerlerde sürünüyordu… Özür diledim, ses tonumu olabildiğince normalleştirerek devam ettim.
“Türkeş, ülkücülüğü inşa etti ve teşkilâtlandırdı… Bunu herkes bilir, bu bir. Ülkücü Hareket’in Türkiye’nin komünistleştirilmesine engel olduğunu da hemen hemen herkes bilir ve kabul eder… Bu da iki...
Peki, Sovyetler Birliği, Türkiye’yi niye komünistleştirmek istiyordu? Çünkü bu suretle hem İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Anadolu’ya hâkim olacak, hem de ‘sıcak denizlere inme’ hedefini gerçekleştirmiş olacaktı… Yani Sovyetler Birliği Akdeniz’e inecek, askerî üsler kurarak buraya yerleşecek, böylece hem Akdeniz’e hem Süveyş Kanalı’na hem Ortadoğu’ya ve hem de Ortadoğu petrollerine hâkim olacaktı… Türkeş ve Ülkücü Hareket, buna, mani oldu! Yani dedelerimiz Çanakkale Boğazı’nı geçilmez yaparak ne yapmışlarsa, Türkeş ve Ülkücü Hareket de İstanbul Boğazı’nı geçilmez yaparak, benzerini yapmış oldular.
Çanakkale’yi tutarak, dedelerimiz ne yapmıştılar?”
Esasen bu, cevabını istediğim bir sual değildi, ama Servet anında cevap verdi: “İngilizlerle Fransızların, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmalarına mani olmuştular!”
“O da var, ama sadece bu değil… (Çünkü aynı donanma iki yıl kadar sonra, yanlarına ABD savaş gemilerini de alarak, maalesef Dolmabahçe önlerine demirlemeyi başarmıştı.)
İngilizler ve Fransızların, Rusya’ya gıda ve mühimmat yardımı ulaştırmalarına engel olmuşlardı… Bu yardımları alamayan Rus Çarı aciz kalınca Lenin başarıya ulaşmış ve Rusya’da komünizmi kurmuştu! Dedelerimiz, bilmeden ve dahi istemeden işte buna da sebep olmuşlardı! Sovyetler Birliği, sonra da kademe kademe -Türkiye hariç- bütün Türk Dünyası ile Avrupa’nın yarısını esir etmişti.
Velhâsıl İstanbul Boğazını geçilmez yapan, Türkeş ve Ülkücü Hareket; hem Türkiye’de komünist bir idare kurulmasına engel olmuş, hem Sovyetler Birliği’nin buradan hareketle Irak’ı, Suriye’yi ve hatta Lübnan, Ürdün ve Yunanistan’ı komünistleştirmesine mani olmuş… Hem de bunları başaramayan Sovyetler Birliği’nin dağılmasına sebep olmuşlardır! Böylece Türkeş ve Ülkücü Hareket hem Türkiye’yi, hem Ortadoğu’yu yani İslâm âlemini ve hem de başta Rusya olmak üzere bütün demir perde ülkelerini yani İnsanlığı komünist hâkimiyetinden kurtarmıştır!”
Anlattıklarımın hepsini zaten bilen Servet; ‘Domino Teorisi’ diyerek, araya girdi… Sesimi çıkarmadım; ne tasdik ettim, ne de karşı çıktım… Benim sessiz kaldığımı görünce, devam etti: “ABD Başkanı D. Eisenhower’in, domino taşlarının devrildiklerinde sırayla yanlarındaki taşları da devirmeleri esasına dayanan oyundan ilham alarak, geliştirdiği teori… Ana fikri şudur: Bir ülke komünist idare altına düşerse, bu, komşusu olan ülkelerde de komünizmin yayılmasına sebep olur… Yani Türkiye komünistleşseydi, hem Ortadoğu ve belki hem de Dünya, komünistleşecek ve Sovyetler Birliği’nin kucağına düşecekti.”
“Bravo” dedim, “Bravo… Aynen böyle… ‘Uluslararası İlişkileri’ güya ben okuyorum… Yahu sen, benden iyi biliyorsun, her şeyi…”
O, bıyık altından muzır muzır gülümsedi, sadece… Çok fazla olmasa bile mütevazı idi… Ne ise… Gevşemeyelim, ciddi olalım, dedim… Kaldığım yerden, söze devam ettim.
“Türkiye’yi komünistleştirmekte başarısız olunca, Viyana’yı fethedemeyen Osmanlı’nın dağılması gibi Sovyetler Birliği de gümbür gümbür dağılıp, yıkıldı gitti!
Peki, Türkiye’yi komünistleştiren, böylece Irak’ı, Suriye’yi, Ürdün’ü, Lübnan’ı, Yunanistan’ı vd. ele geçiren, velhasıl Ortadoğu’ya, Süveyş Kanalı ile Ortadoğu petrollerine sahip olan Sovyetler Birliği dağılır mıydı? Asla dağılmazdı! Aksine buradan aldığı moral ve güçle dünyanın ve insanlığın başına belâ olurdu!
Ve en mühimi…
Sovyetler Birliği dağıldığına göre, Türk Dünyası komünist esaretinden kurtulup, istiklâline kavuşmayacak mı? Kavuşacak, inşallah! Pekiyi, bütün bunlar kimin, kimlerin sayesinde oldu? Türkeş’in ve Ülkücü Hareket’in! Var mı bir itirazın?”
“Yok” dedi Servet. “Bir itirazım yok, olamaz da… Anlattığın, tam bir ‘Kelebek Etkisi’…”
Aslında ‘Kelebek Etkisi’ konusunu ben de okumuştum, biliyordum, fakat o an hemen idrak edip, hatırlayamadım… Servet, bunu anlamış olacak ki, keyifle devam etti: “Edward Norton Lorenz… Kaos Teorisi ve kelebek etkisi…” dedi ve makineli tabanca hızıyla tamamladı:
“Lorenz, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufacık değişikliklerin bile, büyük ve tahmin edilemez sonuçlar doğurabileceğini öngörmüş ve sunduğu bir çalışmada bunu örneklendirmek için, bir kelebeğin Amazon ormanlarında kanat çırpmasının, Avrupa’da fırtına kopmasına sebep olabileceği ifadesini kullanmıştı. Gerçekten de Türkeş ve Ülkücü Hareket; Türkiye’nin komünistleşmesine mani olmakla hem Türklüğün hem İslâm âleminin hem de İnsanlığın kaderini değiştirdi…”
Sustu, az sonra da; “Bunları, böylece yazsana, niye yazmıyorsun?” dedi.
“Yahu bırak, Servet” dedim. “Bunları, en az benim kadar sen de biliyorsun, sen yazsana… Ben henüz karnımı doyurmayı başarabilmiş değilim…”
Muhabbet böylece, ‘sen yaz’, ‘yok sen yaz’, diye diye, uzayıp gitti.
Dedim ya Servet tam bir münevverdi; nasıl olmasın ki hem çok zekiydi, hem iyi eğitim almıştı İki okul okumuştu: Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı bölümü ve İÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümü, hem de çok okuyordu… ‘Kelebek etkisi’ni öyle bir anlatmıştı ki, o kadar olur... Birisi, bir ansiklopediyi açıp okusa tek farklı kelimeye dahi rastlayamaz.
Ancak… Servet ile münasebetimiz sadece arkadaşlık, dostluk temelinde gelişmedi; birkaç kez teşriki mesaide de bulunduk… Birlikte çalıştık… Bir şeyler üretmek için gayret sarf ettik… Ne ise, sadede geleyim.
Fethiye maceramız hüsranla son bulmuş… Temel ihtiyaçlarımı bile karşılayamayacak duruma düşmüştüm… Ev arkadaşım Ali Özyavuz’un destekleri olmasaydı, geçim zorluğundan ötürü mutlaka Bafra’ya dönerdim… Ama bu arada iyi bir şey de oldu; ‘Teşkilât ve İdare’ (1992) yayınlandı… Onu BİTİA’dan ev ve okul arkadaşım Süleyman Ünsal’dan emanet aldığım daktilo ile yazdım… Vb.
Lâkin işler hep ters gitmez… Bazen de denk gider… Nitekim öyle de oldu… Özetle: Biz, Şerafettin Sesibüyük ağabeyden istirham ettik, o, Milli Eğitim Bakanı Turan Tayan’a rica etti. O da ‘Hacı Abi’sini kırmadı… Böylece, Kredi Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğüne bağlı Uludağ Öğrenci Yurdunun kantin, yemekhane ve çay ocağının işletmesi iki yıllığına bize (üç ortak) verildi, kiralandı.
Evvelce birkaç okulda kantin işletmeciliği yaptığım için hiç zorluk çekmedik… Allah bereket versin, iyi de kazandık… Elim para görünce eski hevesim depreşti… Gerçi Necdet Sevinç ağabeyimin talimatı üzerine Ortadoğu Gazetesi’nde haftada üç gün köşe yazıları yazıyordum, lâkin bu, beni tatmin etmiyordu… Haftalık bir dergi veya günlük gazete çıkarmak istiyordum. Ama bunun için hem İstanbul’da olmak, hem büyükçe bir yazı kadrosu kurmak, dolayısıyla hem de büyük bir sermaye lâzımdı… Bunları sağlayabilecek durumda değildim… O günlerde Radyo-televizyon kurmak modası yaygındı… Bir radyo kurmaya niyetlendik… Bu iş için kime müracaat edilir? Elbette, Servet Somuncuoğlu’na! Bu işi içimizde en iyi o bilirdi, çünkü… TRT’de yönetmen ve program yapımcısıydı.
Servet’e gittim, konuyu açtım… Sevindi… Hatta heyecanlandı. ‘Ülkücü Radyo’ fikri hoşuna gitmişti… Konuyu, enine boyuna düşündükten sonra,
- Olabilir, dedi. Elbette yapabiliriz… Hem de en âlâsını yaparız! Niye yapamayalım?
- Sağol. Ne zaman başlayabiliriz?
- Hemen. Hemen başlayalım… Neyi bekleyeceğiz ki? Hatta başladık bile.
Elbirliğiyle kolları sıvadık: Servet, tam yetkili danışmanımız oldu ve önce radyo kuruluş prosedürünü öğrendi… Malî Müşavir ülküdaşımız Ramazan Cinci şirket sözleşmesini hazırladı… Malî müşavirliğimizi üstlendi… Cihazların seçimi ile tedarik edilmesini, yayın stüdyosunun dizayn edilmesini, hatta kasetlerle CD’lerin temin edilmesini bile hep o yaptı… Yaptırdı… Biz sadece, o, ne dediyse harfiyen uygulamaya çalıştık… Hangi cihazları tavsiye etti ise onları aldık… Vb… Uzun lâfın kısası, Allah razı olsun, Servet bize, âdeta anahtar teslimi bir radyo kurdu... ÜÇAY Radyo, böylece ortaya çıktı!
Az daha en önemli hizmetini unutuyordum; spikerlerimizi, müracaat edenlerin içinden Servet seçti ve eğitti… İnanmazsınız, bunun için tam bir ay mesai harcadı… Ama sonuç fevkalâde oldu, o kadar ki yetiştirdiği spikerlerimizden ikisi halen TRT Radyolarında çalışıyorlar… İsimlerini vermek isterdim, ama ne olur ne olmaz. Ne ise…
Servet ile teşriki mesaimiz bundan ibaret değil… Birlikte başka bir ‘proje’de de daha çalışmıştık.
1995 Genel Seçimleri yapılmış, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları Parti’den ayrılıp, BBP’yi kurdukları için MHP, Türkiye seçim barajını aşamamıştı… Bütün ülkücüler gibi ben de biraz kızgın, biraz da şaşkındım… Fakat kızgınlığın da, şaşkınlığın da Ülkücü Hareket’e hiçbir faydası yoktu… Olan olmuştu… Şimdi bir şeyler yapmak zamanıydı. Ama ne? Ve nasıl?
Düşünüp taşındıktan sonra karar verdim. 12 Eylül baskı ve zulmü, ‘ülkücü kervanımızı’ darmadağın etmişti. Görünen sebepler ne olursa olsun, gerçek problem buydu! O halde ‘ülkücülüğü ihya ve inşa etmek’ lâzımdı! Da bu, nasıl yapılacaktı? Bu yalnızca ve sadece iyi bir eğitim çalışması ile gerçekleştirilebilirdi… Bu ise ancak Başbuğ’un onayı ve desteğiyle yapılabilirdi!
Plânı, kafamda oluşturdum ve doğruca Servet’e gittim… Onun bu işe olabilir demesi ve destek olması lâzımdı… Servet olmazsa, plânı hayata geçiremezdim… Oturduk… Anlattım. “Amaç: Ülkücülüğü ihya ve inşa… Araç: Video kasetle teşkilât içi eğitim.” dedim. “Nasıl olacak?” dedi. Anlattım:
- Önce konuları belirleyeceğiz… Sonra bu konuların uzmanlarını bulacağız… Metinleri, ücretini ödeyerek, bunlara yazdıracağız… Sonra bunları video kasetlere kaydedeceğiz... En sonunda, bunları MHP teşkilâtlarında üyelere belli bir düzen içinde izlettireceğiz… Kısaca budur.
Hiç düşünmeden, “Teorik olarak mümkün” dedi. Dedim ya, zekî ve realist bir adamdı.
- Mümkün de bunu bize yaptırmazlar… Sadece bize değil, hiç kimseye yaptırmazlar, bunu!
- Niye? Başbuğ, buna razı gelir.
- Mesele Başbuğ değil ki… Başbuğ’un, buna, evet diyeceğini ben de biliyorum… Mesele emperyalizm ve işbirlikçileri… Görmüyor musun? MHP’yi nasıl iki parçaya böldüler… MHP’nin tekrar güçlenmesine izin verirler mi? Hem de bu konjonktürde… Beş tane bağımsız Türk devleti doğmuşken… Asla yaptırmazlar!
- Tamam. Tamam da, diyelim ki hiçbir engel çıkmadı… Teknik destek verir misin?
- Teknik destek derken?
- Kamera, çekim, yönetmenlik falan…
- İki el kamerası gerekir. Alabiliriz, değil mi?
- Alırız.
- O halde yaparız! Yönetmenlik de yaparım, çekimleri de yaparım, ben…
Servet ile mutabık kaldıktan sonra hemen Ankara’ya gittim… ‘Proje’yi Başbuğ’a arz ettim. Memnun oldu. “Hazırlıklarını yap gel” dedi…
Servet ile tekrar buluştuk… O teknik alet edevat için fiyat araştırması yaptı… Ben de ‘proje’yi yazarak, bir rapor haline getirdim… Lâkin, Servet hâlâ, ‘yaptırmazlar’ diye ısrar etmekte devam ediyordu.
‘Rapor’u alıp, tekrar Başbuğ’a gittim. Gözlüklerini taktı, ‘rapor’u pürdikkat okudu... Arada bazı açıklamalar istedi… Gerekli açıklamaları arz ettim.
“Güzel, hemen uygulayalım” dedi… Rıza Müftüoğlu’nu telefonla aradı; “Metin’i gönderiyorum… İyice konuşun… Gerekeni yapın” dedi… Gittim… Anlattım… Dinledi… “Tamam” dedi. “Raporu bırak, inceleyelim. Yaparız.”
Ancak tavırlarında hoşuma gitmeyen bir şey-şeyler vardı… Şüphelendim… Yoksa Servet haklı mı çıkacaktı? Yapacak bir şey de yoktu…
Başbuğ’a gitsem, ne diyebilirdim… Kendisi, olmaz dememişti ki…
Sözün kısası makbul… Birkaç kez MHP Genel Merkezine gittim, geldim… ‘Bugün’, ‘yarın’, diye diye oyaladılar ve beni bıktırdılar… Pes ettim… Yani olmadı…
İnanılır gibi değil, fakat ‘Başbuğ’un olur ve destek verdiği’ bir ‘Proje’yi MHP’de uygulayamadık… Servet haklı çıktı: Yaptırmadılar!
‘Proje’ akamete uğratılınca, hemen kitap yazmaya yöneldim… Daha doğrusu teknolojiyi kullanarak gerçekleştirmek istediğimiz ‘ülkücülüğü ihya ve inşa’ gayesini, kitap yazmak suretiyle hayata geçirmeye çalıştım… ‘Ülkücü Dünya Görüşü’ (1996) böylece ortaya çıktı. Fena da olmadı, hani… Üzerinde çalışarak iyice genişlettim, ‘Ülkücü Dünya Görüşü 2’ başlığıyla yeniden yayınladım. (2000).
O arada Ortadoğu Gazetesi’ndeki yazılarıma devam ediyordum… ‘Susurluk Olayı’ başlıklı yazı serim hayli ilgi çekmişti… Kitap yazmaya da epeyce alışmıştım… Aklıma, ‘Susurluk Olayı’nı kitap yapmak geldi…
Konuyu, Servet’e açtım. Önce “Olabilir” dedi. Sonra da ne düşündü ise; “Olur, olur elbette… Bir plân yap… Birlikte değerlendirelim” dedi. Ama bana pek hevesli gibi gelmedi. Bir şey demedim.
O vakitler, eşim ihtisas eğitimi aldığı için, İstanbul’da da evimiz vardı… Kitabın plânını o gece hazırladım… Bir gün sonra tekrar buluştuk… Aldı, okudu, inceledi… Gözleri parladı. “Müthiş” dedi. “Eğer bu plânı yazıya çekebilirsen, yer yerinden oynar!”
Ancak ilk heyecanı geçince, düşünceli bir hâl aldı… Sordum;
- Ne oldu? Ne var?
- Yok, bir şey.
Ama düşünüyordu.
- İstersen vazgeç… Tehlikeli… Hem de çok tehlikeli…
- Neden ki?
- MOSSAD, JİTEM, Emniyet, Mafya… Çok tehlikeli…
- Allah’ın dediği olur…
- Öyle diyorsan yaz.
Durdu, bir an düşündü;
- Ama bari bitinceye kadar, yazdıklarından hiç kimseye bahsetme… Artı… Kitabı yazdığın bilgisayarla asla internete bağlanma… İnternet hiç güvenli değil. Tamam mı?
- Olur, tamam.
- Yayınladıktan sonra tehlike kalmaz… İnşallah… ‘Olan oldu’ diye, düşünürler…
Ben kitabı yazarken, o da yayıncılar ile görüşmüş… Hem yayınevinin kurumsal olmasından ve hem de Osman Okçu ile olan hukukundan ötürü, TİMAŞ’ı seçmiş… ‘Matruşka-Kurşun Adres Sormaz’ (2002) böylece çıktı… Servet’in dediği gibi de oldu; Matruşka beş baskı yaptı... Servet gene haklı çıktı!
Hâsılıkelâm; Servet’in muhterem eşi Nevin Somuncuoğlu’ndan; “Sevgili eşim Servet Somuncuoğlu ile ilgili olarak hazırlanması düşünülen armağan kitaba” diyerek, yazı isteyen e-postayı aldığım zaman, ne yazabilirim ki diye düşünerek epey endişelenmiş… Bunu, Yusuf Yılmaz Araç ile de paylaşmıştım…
Meğer ne kadar yanılmışım… Bu yazıyı yazmak için bilgisayarın başına oturunca, Servet Somuncuoğlu ile ne kadar çok hatıram olduğunun farkına vardım… Hem hayret ettim, hem sevindim… Üstelik onun, neredeyse her kitabımda bir şekilde pay sahibi olduğunu anladım… İnanmayacaksınız, fakat son kitabım olan, ‘Fent / Orgeneral Eşref Bitlis Suikastı’ için Emekli Tuğgeneral Veli Küçük ile görüşmemi de, aldığı randevu ile o sağlamıştı… Lâkin yazı öyle uzun oldu ki bunu da yazmaya kalkarsam, korkarım ki kimse sonuna kadar okumayacak.
Servet Somuncuoğlu gibi ‘büyük bir adam’ ile tanışmama vesile olduğu için Yusuf Yılmaz Araç’a -bilvesile- ne kadar teşekkür etsem azdır… Servet Somuncuoğlu ile arkadaşlık ve dostluk yapma imkânı bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum, zira… Varsa, kendisine olan bütün haklarımı helâl ediyorum… İnşallah, o da haklarını helâl etmiştir.
Ve böyle ‘büyük bir adam’ vefat ettiğinde ‘devlet töreni’ yapmayan, yaptırmayan Türkiye Cumhuriyeti’ni de huzurunuzda bir kere daha kınıyorum… Yazıklar olsun! Bir devlet bu kadar vefâsız olamaz, olmamalı!
Allah rahmet eylesin… Mekânı Cennet, ruhu şad olsun!
Not: Yusuf Yılmaz ARAÇ, ELMA BAHÇESİ başlıklı muhteşem kitabında Servet Somuncuoğlu ile olan arkadaşlığını öyle bir anlatıyor ki hem dostluklarına hem de yazdığı Elma Bahçesi başlıklı kitaba gıpta etmemek mümkün değil.