ULUS DEVLETLER ÇAĞININ SONU GELDİ Mİ?
İhsan Darende 13 Mart 2007
İnsanın birbirinden tamamen farklı iki temel niteliği bulunmaktadır: Birincisi, biyolojik olarak bağımsız bir varlıktır; ikincisiyse, aynı zamanda sosyolojik bir varlıktır ve bu açıdan topluma bağımlıdır.
.İnsanı insan yapan, diğer canlılardan farklı kılan, sosyolojik varlığıdır. Çünkü, düşünme, konuşma, iletişim kurma, estetik yetilerini oluşturan ve geliştiren, diğer insanların varlığıdır; onlarla kurduğu bağlar bu yetilerin gelişmesini sağlamıştır.
İnsanın bu iki temel niteliği birbiriyle çelişmektedir; insan ilişkilerinin gelişiminde, toplumların şekillenmesinde, tabiatla olan ilişkilerde belirleyici olan, bu çelişkidir. Bu çelişki şu şekilde gerçekleşmektedir:
Her insan etkinliğinin iki yönü bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, doğrudan kendisini ilgilendiren yönüdür; çünkü her insan, varlığını sürdürmek için tabiatla temas halinde olmak, çalışıp üretmek zorundadır. Bu, insanın kendisi için gerçekleştirdiği etkinliktir. Ancak bu faaliyet, aynı zamanda, diğer insanlar, yani toplum için sunulmuş bir hizmet, diğer insanların eksik kalan yönlerini tamamlayan bir eylemdir. Örneğin bir çiftçi, ürettiği ürünleri satıp parasıyla geçinmek için faaliyet gösterir. Bu etkinliğin birinci yönüdür. Ancak bu faaliyet, diğer insanların gıda ihtiyacını gidermektedir. Bu da etkinliğin ikinci yönüdür.
İşte insan tüm etkinliklerinde, biyolojik olarak bağımsız bir varlık olmanın etkisiyle, faaliyetin sadece birinci yönünü önemser, kendini ona göre hazırlar, etkinliğin bu yönünden azami verimi almak için çaba gösterir. Etkinliğin ikinci yönü ise sadece birinci yönün verimini ilgilendirdiği ölçüde önemlidir; çünkü insan, sosyolojik olarak bağımlı olmayı kabullenmek istemez.
Oysa her insan topluluğu, bütünleşebildiği toplulukların toplam seviyesi ile tanımlanabilmektedir. Örneğin kapalı bir tarım toplumu, sadece üretebildiği tarım mahsulü ve küçük el zanaatları ile tanımlı ve sınırlıdır; sanayi toplumları ile bütünleşme gerçekleşmedikçe, o toplulukların ürettiği ürünlerden yaralanma şansı yoktur. İnsan topluluklarını tanımlayıp sınırlayan, bütünleştikleri toplulukların toplam faaliyet ve üretimi olunca, ne ölçüde yüksek seviyede bütünleşme olursa, tanımlanan sınırlar da o ölçüde genişlemekte ve gelişmektedir. Bu çerçevede en yüksek refahı elde etmek için en üst seviyede bütünleşme zorunludur.
İnsan topluluklarında bütünleşmeyi zorunlu kılan olgu, topluluk içinde gerçekleştirilen iş bölümüdür. İş bölümü ne kadar yüksek seviyede gerçekleştirilebilirse, o ölçüde verim elde edilmekte, buna bağlı olarak, toplulukların refah seviyesi de aynı ölçüde yüksek olmaktadır; tabiata karşı mücadelede o ölçüde başarı elde edilmekte, aynı ölçüde özgürleşme sağlanmaktadır. İşte insanı sosyolojik olarak bağımlı bir varlık kılan bu özelliktir.
Ancak insan, biyolojik olarak bağımsız bir varlık olduğundan, çevresinde gördüğü her şeyi -ki buna diğer insanlar da dahildir- kendi hizmetine sunulmuş araçlar olarak değerlendirmektedir. Bu sebeple insan, diğer insanlarla gönüllü bir iş birliğine girmek yerine, onların hizmetlerinden yaralanmayı tercih etmektedir; çevresindeki her şeyin, kendi hizmeti için sunulmuş araç olduğunu düşündüğünden, iş bölümünün onun için anlamı, diğer insanların kendisi için çalışmasını sağlamaktan ibarettir.
Böyle olunca iş bölümü, tüm insanların gönüllü olarak katıldığı bir eylem olmak yerine, her birinin diğerlerine dayatmak istediği ve fakat kendisini dışarıda tuttuğu bir organizasyona dönüşmektedir. Bu durumda toplumda sivrilen, güçlü olan, kendi istediği iş bölümünü diğerlerine kabul ettirebilmektedir. Diğerleri ise kendi istediğine değil, başkasının sunduğu iş bölümüne tabi olmaktadır. İşte bu sebeple toplumda sürekli çekişmeler yaşanmaktadır: İş bölümünü örgütleme gücünü elde edebilen insanlar, diğerleri üzerinde hakimiyet kurmakta, sadece iş bölümünü dayatmakla kalmayıp, bu yolla sahip olduğu gücü, bu faaliyetin sonuçlarını belirlerken de kullanmaktadır.
Kısaca insan, biyolojik bağımsızlığı ile sosyolojik bağımlılığı arasındaki çelişki yüzünden, gönüllü iş birliği-iş bölümüne gitmek yerine, dayatma yoluyla organize olmaktadır. Bu durumda da toplulukta adaletsiz gelir dağılımları ortaya çıkmaktadır. Buna bağlı olarak sınıflar, zümreler oluşmakta, bunlar arasındaki çekişmeler de toplumsal yapıları ve tarihi biçimlendirmektedir; toplulukların bütünleşmesini sağlayan olgu, gönüllü bir iş bölümüne gitmek değildir; tam tersine, her toplulukta güçlü ve hâkim olan insanların, diğer toplulukların kaynak ve çalışmalarından yararlanma isteğidir.
TOPLULUKTAN TOPLUMA
İnsanlık tarihi, başlangıçtan itibaren bu çelişkiden kaynaklanan mücadelenin şekillendirmesiyle oluşmuştur. Başlangıçta kapalı ve küçük topluluklar halinde başlayan sosyal yaşam, bu toplulukların içinde öne çıkmış insanların, diğer toplulukların kaynaklarını da kullanma istekleri sonucunda, gittikçe daha büyümeye, toplulukların birbirleriyle gittikçe daha büyük ölçekte bütünleşmeleri, böylece, örgütlenerek topluma dönüşmeleri şeklinde gelişmeye başlamıştır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken olgu, bütünleşmenin, gönüllü iş bölümü isteğinden değil, hakim insanların diğer toplulukların kaynaklarını da kullanma arzusundan kaynaklanmasıdır. Böyle olunca, toplulukların bütünleşmesinden önce, hakim kesimlerin gücü pekişmekte, iş bölümünü örgütleme güçleri, her seferinde daha büyük ölçekte ortaya çıkmaktadır.
Bu gelişme insanlığı, aile topluluklarından, kabile, aşiret hayatına, oradan kent devletlere, zayıf bağlı imparatorluklara ve sonuç olarak ulus devletlere kadar taşımıştır. Ulus devletlerin örgütsel yapısını sağlayan, kurum ve kuruluşlarını oluşturan, ideolojisini belirleyen, yine gönüllü birliktelikler yerine, hakim sınıfların istekleridir. Ulus devlet seviyesinde örgütlenebilmiş toplumların iş bölümü, ulus içindeki güçlü zümreler tarafından organize edilmektedir. Çalışma hayatının nasıl düzenleneceği, gelirin nasıl dağıtılacağı, hangi alanda ne tarzda üretim yapılacağı, kaynakların hangi üretim türünde ve ne orada kullanılacağı, hep hakim sınıfların iradesiyle tespit edilmektedir. Özellikle mali alanda güçlü olan gruplar, iş bölümünü en üst seviyede belirleme imkanına sahiptir.
Söylenenlere örnek verelim: Bir sanayi kuruluşunun iki temel ihtiyacı bulunmaktadır; bunların birisi finansman, diğeri pazardır. Ulus devlette bu ihtiyaçlar şu şekilde giderilmektedir: Finansman ihtiyacını, devletin vereceği teşvikler ve ucuz (düşük faizli) krediler gidermektedir. Pazar ihtiyacını karşılayan ise, olabildiğince düzgün bir gelir dağılımı ve iç pazarın alım gücünün yüksek olmasıdır. Doğal olarak, iç pazarın daralmasını engellemek için, dış pazarlardan girebilecek ürünlere mani olma -ya da ürün girişini yüksek gümrük vergilerine bağlayarak, rekabet imkanı sağlama- da pazara ihtiyacını gidermek için zorunlu yöntemlerdir. İşte ulus devlet seviyesinde, bu siyasi organizasyon, hakim sınıfların sanayi yatırımlarının finansman ve pazar ihtiyacını karşılayabilmek için yeterlidir; toplanan vergilerle oluşan fonları, uygun yasal düzenlemelerle, finansman ihtiyacını karşılamak üzere -teşvik ve ucuz krediler biçiminde- tahsis etmek mümkündür. Keza sübvansiyon ve ücret politikaları ile gelir dağılımını düzenlemek ve iç pazarın alım gücünü yüksek tutmak; gümrük önlemleri ile dış rekabetten korumak ve bu suretle, pazar ihtiyacını karşılamak olanaklıdır. İşte ulus devlet, hakim sınıfların talepleri doğrultusunda oluşturulmuş bir siyasal organizasyondur ve bu organizasyon, insanların gönüllü iş bölümüne gitmeleri şeklinde olmasa da, bu ölçekte bütünleşmeyi sağlayabilmiştir. Daha doğrusu, bu ölçekte sağlanan iş bölümü, ulus devlet organizasyonu ile tarih sahnesine çıkmıştır.
KÜRESELLEŞEN TEKELCİ SERMAYE
Ancak sermaye grupları giderek daha güçlenmekte, büyüyüp bütünleşmektedir. Bu öyle bir gelişmedir ki, sonuçta ulusal sınırlar aşılmakta, ulusal sermaye grupları, diğer ulusların sermaye grupları ile ortaklıklar kurarak bütünleşmektedir. Böyle olunca da, her hangi birinin ulus devleti, bu bütünleşmiş grubun ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalmaktadır.
Örneğin bir İngiliz şirketi, Amerikan ve Alman şirketi ile bütünleşip, Türkiye de üretim yapmakta, ürünlerini tüm dünyada satmaktadır. Bu şirketin finansman ihtiyacını, İngiliz ulus devleti mi, yoksa Amerikan veya Alman devleti mi karşılayacaktır? Üstelik iş sadece finansman sorununu çözmekle kalmayıp, üretim sürecinde organizasyonun sağlanması, çalışma barışının tesisi, ucuz iş gücü teminini de gerekmektedir ki, bunun için Türk ulus devletinin müdahalesi zorunludur. Pazar ihtiyacının karşılanmasında yetersizlik daha da belirginleşmektedir, çünkü hedef pazar, tüm dünyadır. Burada gerekli düzenlemeyi hangi ulus devlet yapabilecektir?
İşte sermayenin ulus çerçevesini aşacak ölçekte büyümesi ve bütünleşmesinin sonucunda, hakim sınıfların ihtiyaçlarını gidermek için ulus devlet siyasi organizasyonu yetersiz kalmaya başlamıştır; herhangi bir ulus devletin gücü, bu ihtiyaçların karşılanmasına yetmemektedir. Üstelik organizasyonun tüm dünyaya hakim olması gerektiğinden, bölgesel devlet oluşumları ya da birkaç devletin birleşmesinden oluşan federasyonlar da yetersiz kalmaktadır. O halde bütünleşip tekelleşmiş sermaye gruplarının ihtiyaçlarını gidermek üzere, en üst seviyede bir siyasal örgütlenme biçimi oluşturulması gerekmektedir; bu da tek bir dünya devletidir.
Uluslararası tekelci sermayenin uzun süredir gerçekleştirmeye çalıştığı örgütlenme biçimi budur. Bu organizasyonun organları yavaş yavaş oluşturulup, hakim kılınmaktadır. İMF bu organizasyonun mali-finansal merkezidir. Dünya Bankası, sanayi bakanlığı; Dünya Ticaret Örgütü, ticaret bakanlığıdır. Dünya Çalışma Örgütü, çalışma bakanlığı, -şimdilik- ABD askeri gücü, ordusudur. Yavaş yavaş –işlevi değiştirilmiş NATO, ABD askeri gücünün yerine konmaya çalışılmaktadır. Bu güç şimdilik hedeflerini gerçekleştirmek için ABD ulus devletinin bazı organlarını ve gücünü kullanmaktadır ama asıl hedefi, tek dünya devletidir.
Bu örgütlenme biçiminin hayata geçirilip, hakimiyeti ele alabilmesi için, ulus devletlerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Çünkü tekelci sermaye, dünyanın her yerinde istediği gibi yatırım yapma, istediği yerde istediği kaynağı kullanma, istediği yerde istediği biçimde kazanç elde etme arzusundadır. Bu arzuyu tatmin ederken kullanacağı tek bir dünya devletine ihtiyacı vardır; bunun dışında bölgesel, ulusal yada yerel güç odakları ile diğer örgütlenme biçimleriyle muhatap olmak, işini güçleştirmektedir.
Örneğin tekelci sermaye Türkiye’de hisse senedi almak ya da sanayi yatırımı yapmak istiyorsa, Türkiye’de mali piyasalara girme arzusundaysa, parasını Türkiye’ye sokmak ya da istediği anda buradan çıkartabilmek için, Türk ulus devletinden izin almak, onun oluşturduğu yasal düzenlemelere uymak zorundadır. Oysa o, tek dünya devletinin koyduğu kuralların tüm dünyada hakim olmasını istemektedir, bundan başka bir de ulus devletlerin kuralları ile uğraşma zorunluluğunu reddetmektedir. Bu nedenle dünya ölçeğinin altında kalan siyasi örgütlenme biçimleri, uluslar arası tekelci sermaye için, parasının serbest dolaşımı önündeki direnç noktalarını oluşturmaktadır ve bu çeşit organizasyonları derhal yok etme arzusundadır.
Buna karşılık uluslar arası seviyede güçlenememiş, tekelleşememiş sermaye grupları, mevcut siyasal örgütlenme biçimlerini; ulus devletleri korumak istemektedir, çünkü halen bu örgütlenme biçimine ihtiyaç duymaktadır. Örneğin orta ve küçük ölçekteki Alman sanayicileri, kendilerini tekelci sermayenin acımasız rekabetinden korumak için Alman ulus devletinin koruyucu tedbirler almasına ihtiyaç duymaktadır. Keza Alman devletinin sağlayacağı teşvik ve krediler de bunlar için vazgeçilmez ihtiyaçlardır.
DÜNYA DEVLETİ Mİ, BÖLGESEL FEDERASYONLAR MI?
İşte bu sebeple, küçük-orta ölçekteki sermaye grupları, tekelci sermayenin kurmak istediği tek dünya devletine karşı koymakta, varlığını sürdürebilmek için ulus devletine dört elle sarılmaktadır; hatta ulus devletin gücünün tekelci sermayeyle başa çıkmaya yetmeyeceği endişesiyle, ulus devletlerin gücünü birleştirmeye, bölgesel devletler, federasyonlar oluşturmaya çalışmaktadır.
Örneğin Alman ve Fransız ulusal sermaye grupları, bu amaçla güçlerini birleştirerek, yeni bir -bölgesel- devlet, bir federasyon oluşturma çabasına girişmişlerdir. Ancak bu girişim, tekelci sermaye tarafından derhal fark edilmiş ve baltalanmaya başlanmıştır. Bunun için de yeni oluşumun bir federal devlet biçiminde örgütlenmesine engel olacak tüm imkanlar kullanılmıştır. Tekelci sermayenin bu yolda uyguladığı taktik, Alman ve Fransız ulusal sermaye gruplarının liderliğinde kurulacak yeni organizasyonun -devlet olmasına engel olacak unsurlar dahil edilerek- sulandırılmasıdır. Çünkü toplumların bir devlet çatısı altında örgütlenebilmeleri için, ortak bir çok değere ihtiyaç duyulmaktadır. Bunların arasında inanç benzerliği, dil birliği, kültür ve tarih benzerliği yer almaktadır. İnsanları bir arada tutmaya yarayan asgari motivasyon araçları temin edilemediği takdirde, bunların bir devlet çatısı altında bir araya gelmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla bir devlet oluşumunu engellemenin en kolay yöntemi, asgari motivasyon araçlarında ortaklık sağlaması mümkün olmayan toplulukları organizasyonun içine sokmaktır.
Tekelci sermaye işte bu yöntemi kullanarak, önce güney Avrupa kuşağını, Alman-Fransız girişimin arasına sokmuştur: İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi devletler de birliğe sokularak, örgütlenmenin -devlet formatında- sıkı bağlar oluşturması önlenmiştir. Daha sonra, eski doğu bloğundan gelen ülkeler birliğe katılmaya zorlanmış, böylece federal devlet oluşma ihtimali iyice zayıflatılmıştır. Bir de Türkiye bu organizasyona dahil edildiği takdirde, Avrupa Birliği’nin bir devlet örgütlenmesiyle sonuçlanması ihtimali hiç kalmamaktadır, çünkü, inancı, dili, kültürü, tarihi tümüyle farklı bir çok topluluk, ulus devlet-federal devlet formatında bir araya gelemez, böyle sıkı bağlarla bağlanamaz; bu oluşum olsa olsa konfederasyon şeklinde uç verir ki, bu durumda yeni bir ulus-üstü devlet kurulması engellenmiş demektir.
Bu açıkladığımız olgunun en somut örneği, Irak’ın işgali sırasında yaşanmıştır: Tekelci sermayenin ulus devletleri yok etme stratejisinin taktik aşamalarından birisi de Irak, İran, Suriye ulus devletlerin parçalanmasıdır. Bu amaçla Irak’a yapılacak saldırıya, Alman ve Fransız ulus devletleri şiddetle karşı koymuştur. Ancak bunların oluşturmaya çalıştığı organizasyon, aynı direnci gösterememiştir, çünkü başta İspanya ve İtalya olmak üzere, tekelci sermayenin birliğe sokturduğu ülkeler, işgali desteklemiş, Alman-Fransız direncini etkisiz bırakmıştır.
Şu anda uygulanan taktik, ulus devletlere yönelik bu çökertme stratejisinin kalıcılığını sağlamayı amaçlamaktadır. Çünkü tekelci sermaye şu anda araç olarak ABD’nin askeri gücünü kullanmaktadır ve bu nedenle gelişmeleri Amerikan Halkı’na meşru göstermesi gerekmektedir. Bu amaçla da ilgiyi, amaçtan kaydırmakta ve kendi eliyle ürettiği işkence olaylarına odaklamaktadır. İşkenceciler cezalandırılacak, son dönemde kullandığı Bush yönetimi tasfiye edilecek, ancak yerine aynı programı daha yumuşak şekilde uygulayan bir demokrat iktidar ikame edilecektir. Bu amaçla tekelci sermayenin Washington Post gibi yayın organları, kendi elleriyle işkence iddialarını açığa çıkarmaya başlamış, düne kadar destekledikleri iktidarı eleştirme kampanyasına girişmişlerdir. Böylece sorunun sistemden değil, bazı kişilerin münferit davranış bozukluklarından kaynaklandığı imajı yaratılabilecektir; bunların tasfiyesinden sonra aynı programı yeni kadrolarına uygulattırabileceklerdir.
Tekelci sermaye, bir yandan ulus devletleri yok ederken, diğer yandan, bölgesel oluşumların devlete dönüşmesini engellemektedir. “Mercosur” da tekelci sermayenin hedefinde yer alan bölgesel örgütlenme biçimlerinden birisidir ve Brezilya önderliğindeki bu Latin Amerika örgütünün yeni bir devlet biçiminde sonuç vermesi, tekelci sermayenin engellemeye çalıştığı en önemli olgulardandır.
Keza Çin ve Rusya önderliğinde kurulan “Şangay Beşlisi” de, tekelci sermayenin yok etmek istediği bölgesel oluşumların başında gelmektedir.
ULUS DEVLETLERİ YOK ETME TAKTİKLERİ
Tekelci sermaye ulus devletleri ortadan kaldırmak için bir çok yönteme başvurmaktadır. Savaş ve işgal bunların arasında en son aşamada yer alan taktiklerdir. Öncelikle yapmaya çalıştığı iş, ulus devletlerin ekonomik tekellerini ortadan kaldırmak, ekonominin geleceğiyle ilgili karar verme yetkisini, ulus devletlerin elinden almaktır. Bunun için kullandığı araçlardan en önemlisi, siyasettin etki alanından çıkardığı üst kurullar oluşturarak, ekonomi yönetiminin bunlar vasıtasıyla gerçekleşmesini sağlamaktır. Görünüşte bu üst kurullar özerktir; siyasi karar mekanizması bunların faaliyetine yön verme iktidarına sahip değildir. Aslında bu kurullar, ulus devletin siyasi örgütünden bağımsızdır, ancak kurulacak tek dünya devletinin organlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Böylece ekonominin yönetimi, ulus devletin elinde alınmış, dünya devletinin organlarına (şimdilik İMF ve Dünya Bankası) bırakılmıştır. Örneği bu gün Türkiye’de siyasi iktidar, önümüzdeki yıl ne kadar pancar ekileceğine, nerelerde, hangi yöntemle ve ne miktarda enerji üretileceğine, hangi alanlarda yoğun kredi kullandırılacağına karar verme yetkisine sahip değildir. Bu yetkiler, Enerji Üst Kurulu, BDDK vs gibi kurullara bırakılmıştır ve bu kurullar, siyasi iktidar tarafından yönlendirilememektedir; oysa bunlar İMF’nin direktiflerini göz ardı edemezler.
Ulus devletin gücünü elinden alma stratejisinin bir başka taktiği ise, merkezi iktidarın yetkilerinin yerel yönetimlere aktarılmasıdır. Yerel ihtiyaçları daha iyi bilip, kaynakları daha verimli kullanabileceği düşünülen yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması demokratik prensiplere uygun gibi gözükmektedir. Ancak, merkezi iktidarın tekelinde olmasından vazgeçilemeyecek yetkilerin de yerel yönetimlere devredilmesi göstermektedir ki, bunlar, ulusal devletin içini boşaltıp, yerel yönetimlerin bir başka merkezi iktidara, dünya devletinin merkezine bağlanmasına doğru atılan adımlardır.
Tekelci sermaye, ulus devletler gibi, zamanında kendisinin kurduğu -ama ulus devletler çağını simgeleyen- uluslar arası kuruluşları da zayıflatma eğilimindedir. Örneğin BM, ulus devletler çağının uluslar arası örgütüdür. Tekelci sermaye, her fırsatta bu kuruluşun meşruiyetini ve gücünü yok edecek adımlar atmaktadır. Örneğin Irak’ın işgali, BM kararlarına rağmen gerçekleştirilmiştir. Daha önce BM kararı alınmadan gerçekleştirilen Balkan operasyonları da aynı amaca yöneliktir. BM’nin gücü elinden alınmak istenmektedir, çünkü bu örgüt, ulus devletlerin temsilcileri tarafından yönetilmektedir, oysa tekelci sermaye, tek bir dünya devleti kurmak istemektedir; ulus devletlerin temsilcilerinden oluşan bir üst örgüt değil...
Tek dünya devletine giden yolda, toplumları birbirinden ayıran, kamplaştıran ve kendi içine kapanmaya zorlayan motivasyon araçlarının da ortadan kaldırılması gerekmektedir. Ancak bu süreç, ulus devletin temelini oluşturan motivasyon araçlarının parçalanması süreciyle birlikte işletilmektedir.Bu nedenle, ulus devletler çağında, ulusal topluluklar oluşturmaya yarayan motivasyon araçları, bu yeni dönemde tekelci sermayenin saldırısına uğramıştır: Ulus devletleri ayakta tutan akılcı milliyetçilik anlayışları yerine, ırkçılık temelinde yükselen mikro milliyetçi anlayışlar ikame edilmiş ve ayrılıkçı istekler körüklenerek, ulus devletler zayıflatılmıştır. Halen bu süreç, dünyanın her tarafında işletilmektedir.
Diğer yandan insanları tek dünya devletinin üyeleri yapmaya yönelik yeni motivasyon araçları oluşturulmaktadır. Örneğin bir ara ülkemizde de çok tartışılan uluslar arası örgütlenmiş bir tarikatın faaliyetleri, tekelci sermaye tarafından finanse edilip desteklenmektedir. Bu tarikat, “dinler arası diyalog” “kardeşlik” “hoşgörü” söylemleri ile dünya vatandaşlığı ideolojisinin dinsel alt yapısını oluşturmaya çalışmaktadır.
Aynı amaçla, toplumların yerleşik inanç sistemleri, kültürel davranış kalıpları yaygın bir saldırıya uğramıştır. Örneğin ülkemizde, Türk toplumunun İslam anlayışı ile oluşturduğu değerler, başta medya olmak üzere tekelci güçlerin saldırısı altındadır. Birleşmiş aile yapımız hızla parçalanmış, aileler arasında dayanışma mekanizması ortadan kaldırılmış, aileler bölünerek ortak değerlerin korunması imkanı yok edilmiştir. Televizyonlarda sergilenen program ve dizilerin büyük çoğunluğunda, mevcut toplum yapımızı sistemli olarak değiştirip, dejenere bir toplumsal yapı oluşturmaya yönelik amaçlar izlenmektedir; dayanışma ve tasarruf kültürü yerine, yozlaşmış çıkar ilişkileri ve tüketim kültürü empoze edilmektedir.
Kısaca tekelci sermaye, ulusları dağıtarak küçük grup egemenlikleri ve küçük bölgeler oluşturup, bu bölgeleri dünya ölçeğinde birbirine bağlama arzusundadır. Bu sebeple ulusal birliğin motivasyon araçları yok edilmekte, buna karşılık, dünya ölçeğinde bağlanmayı sağlayacak motivasyon araçları oluşturulmaktadır.
Kıbrıs konusundaki gelişmeler de ulus devletleri yok etmeye yönelik stratejinin bir parçasıdır. İleri sürüldüğü gibi Kıbrıs, Türkiye’den kopartılıp Yunanistan’ın parçası yapılmaya çalışılmakta değildir. Tam tersine gelişmeler, (Türkiye ile birlikte Yunanistan da dahil) ulus devletlerin devre dışı bırakılıp, bölgenin merkezi dünya güçlerine bağlanma stratejisinin uygulanmakta olduğunu göstermektedir.
Gücünü dünya ölçeğinde büyütebilmiş olan tekelci sermaye, ihtiyacına uygun iş bölümünü, tüm dünya toplumlarına dayatma çabası içerisindedir. Bu nedenle küresel bir dünya siyasi örgütü oluşturma yolunda önemli adımlar atmıştır. Amacı dünya toplumlarının tam bütünleşmesi değil, kendi örgütsel gücünün dünya ölçeğinde hakim olmasıdır. Yani tekelci sermaye toplumların küreselleşmesinin değil, gücünün ve kendi örgütünün küreselleşmesinin peşindedir. Bu da başlangıçta açıklanan çelişmeden kaynaklanmaktadır.
Tarihsel süreç içinde, ihtiyaçlarına uygun siyasi örgütlenme biçimlerini empoze eden ve hayata geçiren, hep hakim sınıflar olmuştur. Ancak bu süreçte, toplumsal entegrasyonların aşama aşama gerçekleşme zorunluluğu, her bir aşamada, öncekinden daha yüksek seviyede motivasyon araçları üretilmesine; insan hak ve özgürlüklerinin -listelenme seviyesinde kalsa ve başlangıçta içeriği boş olsa da- her aşamada daha ileri seviyede tanımlanmasına yol açmıştır. Çünkü, hakim sınıflar, bu aşamaların tümünde, diğer sosyal katmanların gücünü kullanmaya ihtiyaç duymuşlardır. Bu sebeple de, diğer sosyal katmanları motive etme gereği hissetmiş ve her seferinde, bir öncekinden daha yüksek seviyede hak ve özgürlük tanımlaması ile harekete geçirmişlerdir. Üstelik hakim sınıflar, toplumsal entegrasyon sürecinde doğal akışa; yakın coğrafyada yaşayan toplumların yavaş yavaş birbirlerine entegre olup, güç ve kaynaklarını paylaşmalarına karşı çıkmamış, tam tersine bunu teşvik etmiştir. Oysa bugün tekelci sermaye, doğal akışta yer alması gereken bir tarihsel aşamayı atlama gereği duymaktadır. Bu da, bölgesel siyasi oluşumlardır. Yakın coğrafyada yer alan ulus devletlerin, federasyonlar şeklinde bütünleşmeleridir. Tekelci sermaye, bu aşamayı, yukarıda açıklandığı gibi atlayıp, doğrudan tek dünya devletini kurmak istemektedir. Bunun için de şiddet ve terörün ideolojisini yaratmaya başlamıştır. Çünkü doğal ve tarihsel bir süreci aşmak için, daha ciddi güç ve şiddet kullanımına ihtiyaç bulunmaktadır. Bu aşırı güç kullanımını meşru kılmak içinse, ona uygun motivasyon araçları oluşturulmalı, şiddetin ideolojisi yapılmalıdır. Hakim sınıflar, bunun da çaresini bulmuştur: İddia ettiklerine göre, 10-15 yıl içinde dünyayı derinden etkileyecek bir iklimsel döngü yaşanacaktır. Felaketle sonuçlanacak bu döngü, kaos oluşmasına sebebiyet verecektir. İşte bu kaos ortamını kontrol edebilmek için, başta ABD olmak üzere, batılı güçler, şimdiden harekete geçmiş, kaostan en çok etkilenecek bölgeleri zapturapt altına almaya başlamıştır. Tabiidir ki, kaos ortamının kuralları, bu günün kuralları gibi olmayacaktır. Karışıklığı çözmek için güç kullanımına ihtiyaç bulunmaktadır. İşte bu sebeple ABD orduları -zamanla NATO orduları- güç kullanmaya başlamışlardır. Başta Amerikan Halkı olmak üzere, dünya toplumları, şimdi bu motivasyonla sessiz bırakılmak istenmektedir. Son günlerde bir iş adamının, “bir diktatöre ihtiyaç var” şeklinde açıklamalar yapması da aynı stratejinin parçalarından birisi olsa gerektir. Keza bu nihai amaca ulaşmak için uygulanan yöntemlerden birisi de, kamuoyu baskısını kırabilmek amacıyla, yapılanlara destek verdiği halde, karşı olduğu izlenimi yaratan siyasi örgütleri iktidara taşımaktır. Örneğin, yakın coğrafyadaki toplumlar bir de -yoğunluğu itibariyle- aynı dine mensup ise bunların birleşmesi daha kolaydır. Bunu engellemek için, her birini farklı motivasyonlara yöneltmek, gerekirse şiddet kullanarak onların kurduğu siyasal örgütlenme biçimlerini tasfiye etmek ve bunu yaparken de komşu coğrafyalardan yararlanarak, hem birleşmelerinin önüne geçmek, hem de bu toplumların örgütlerini sırayla tasfiye ederek, gücü akılcı kullanmak gerekmektedir. Ancak bu siyaset izlenirken, komşu toplumlarda ciddi şekilde dirençle karşılaşmak mümkündür. İşte bu direnci kırabilmek için, toplumun hassasiyetlerine sahip çıktığını her fırsatta gösteren, böylece toplumsal desteğe sahip olan, ancak, tekelci sermayenin temel amaçlarına sıra geldiğinde onunla birlikte hareket eden siyasal örgütler iktidara taşınmaktadır. Bazı siyasal örgütlerin, islâmcı bir duruş sergiledikleri, her fırsatta islâmî söylemleri dile getirdikleri halde, Irak işgalinde tekelci sermayenin tüm politikalarını desteklemeleri bu yüzdendir. Muhtemeldir ki, planlanan İran ve Suriye harekatlarında da, aynı siyasal örgütlerin toplumsal baskıyı kırabilmeleri için, şimdi islâmcı politikalar izlediği imajı yaratılmaktadır.
Dünya toplumlarının bu güç ve iradenin karşısında izlemesi gereken strateji, gerçek ve gönüllü iş bölümüne giden yolları zorlamaktır. Biyolojik bağımsızlık ve sosyolojik bağımlılık arasındaki çelişme, gönüllü iş bölümünü imkansız kılmaktadır. Ancak insan toplulukları, örgütlü küresel güç karşısında sadece kendilerini koruyabilmek için de olsa, güç ve iş birliğine gitmesi gerektiğinin farkına varacaktır. Bu sebeple de her geçen gün toplumlar daha büyük ölçekte örgütlenerek bütünleşecektir. Bu tam bir gönüllü iş birliği olmayacaktır. Ancak, tıpkı ulus devlette, güçlü sermaye gruplarının karşısında örgütlü toplumsal mücadele ile denge sağladığı gibi, küresel ölçekte de insanlık, örgütlü mücadelenin yollarını bulacaktır. Bu olgu, tarihi sonlandıracak değildir; tarihsel gelişim dingin bir toplumsal yapının oluşması ile son bulacak değildir. Çünkü temel çelişki, insan var oldukça varlığını sürdürecek, toplumsal yapı içinde mücadeleler devam edecektir. Ancak salt bu mücadele biçimi dahi, her geçen gün daha üst seviyede iş ve güç birliği, daha yüksek ölçekte bütünleşmeyi sağlayacaktır. Bunun için yapılması gereken, öncelikle komşu toplumlarla bütünleşmenin yollarını aramak, ulus devletten, bölgesel siyasi oluşumlara doğru sıçramaktır. Çünkü, tarihsel gelişim, insan topluluklarının giderek daha büyük ölçekte, ancak kademeli olarak bütünleşmeleri yolundadır. Tekelci sermaye bu gidişi değiştirip, bölgesel devletleri doğmadan yok etmeye çalışmaktadır; çünkü, yukarıda açıklandığı gibi kendi gücü, küresel seviyeye ulaşmıştır. Bu oyunun bozulması, bölgesel oluşumları teşvik etmekle mümkündür. Bir de, ortak akıl, temel çelişkinin bir ayağı olan biyolojik bağımsızlığı, toplumsal gelişim için kullanmalıdır. Çünkü tek tek bireylerin biyolojik bağımsızlıktan kaynaklanan güdülerini tatmin etme yolları açık tutulduğu, bireyler arasında kontrol edilebilir bir rekabet sağlandığı takdirde; diğer yandan, gücün tekelleşmesinin önüne geçecek ve iş bölümünü örgütleme gücünü sürekli olarak tabana yayacak hukuksal ve siyasal araçlar kullanılabildiği ölçüde, temel çelişki de kontrol edilebilecek ve insanlığın yararına kullanılabilecektir.