Yaklaşan facia
Aslı Aydıntaşbaş 01 Ocak 1970
Cuma günü İran, Rusya ve Türkiye devlet başkanları üçlü bir zirve için Tahran’da bir araya gelecek. Bu üçlü, Suriye’nin geleceğini şekillendirmek için kurulan Astana süreci adlı mekanizmayı oluşturuyor.
Geçmiş toplantılarda olduğu gibi, eminim cuma günü de Vladimir Putin, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Tayyip Erdoğan, bol gülücüklü fotoğraflar verecek, muhtemelen yine ellerini birleştirip dünya âleme “Bakın aramızdan su sızmıyor” mesajı vereceklerdir.
Ancak siz de biliyorsunuz ki bu tablo tam olarak gerçeği yansıtmıyor.
Neden mi? Bu üç ülkenin liderleri, ne Suriye’nin geleceği, ne de yaklaşan Idlib operasyonu konusunda aynı sayfada. Rusya’nın Astana sürecini başlatmaktaki amacı, Esad rejiminin Suriye üzerindeki hâkimiyetini meşrulaştırmak ve ABD’nin Suriye’de yayılmasını önlemekti. Türkiye’yi yanına almak Rusya için büyük bir stratejik kazanım oldu. İran ise, Suriye’deki varlığını meşrulaştırmak ve kendisine yönelik ABD ablukasını politik düzlemde kırmak istedi.
Peki ya Türkiye? Türkiye, Suriye’nin geleceği konusunda Rusya ve İran’la benzer düşündüğü için değil, ABD’yle ilişkileri çok kırılgan hale geldiği için Astana sürecine “mecbur kaldı”. Suriyeli Kürtlerin hâkimiyet alanını daraltmak ve Afrin operasyonunu yapabilmek için, çok da arzulamadığı bazı kararlara evet dedi. Hepimiz biliyoruz ki, Ankara’nın bu tabloda yer almasının nedeni, bir an önce Esad rejiminin Suriye’deki varlığını pekiştirmek değildi. Türkiye’nin amacı, Washington ve YPG arasındaki ittifakın oyun alanını daraltmak, ABD’ye “Bakın başka alternatiflerim de var” demek ve ileride kurulacak masada daha güçlü bir biçimde yer almaktı.
Haliyle gelinen noktada bu üç ülke, Suriye’nin geleceğinde ortak karar alıyor olsa da, bu hiç de rahat bir ortaklık değil.
Şimdi gelelim Idlib meselesine. Doğru, Idlib’de cihatçı gruplar savaşın başından beri hâkim. Ancak orada aynı zamanda Suriye’nin çeşitli yerlerinden kaçarak Idlib’e gelmiş 3 milyona yakın insan yaşıyor. Bu insanların bunca zamandır El-Kaide’nin bir türevi olan Hayat Tahrir el-Şam (HTS) altında yaşıyor oluşu, bizler gibi etten kemikten olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Haliyle Türkiye’nin hem sınırlarına yönelik yeni bir göç dalgasından, hem de Idlib’de sivillerin de öleceği kanlı bir operasyondan kaygı duyması, anlaşılabilir. Çünkü Suriye rejiminin geçmiş operasyonları, oldukça kanlı oldu. Rus Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un da açıkça ifade ettiği gibi, İran ve Rusya bu bölgeyi “yok edilmesi gereken iltihaplı bir çıban” olarak görüyor ve her durumda dümdüz etmeye kararlılar.
Türkiye için hem insani hem de lojistik açıdan neredeyse ‘berbat’ bir durum. Şu zamana kadar Ankara’nın HTS ve diğer radikalleri ikna etme çalışması, kısmi başarı sağladı. Kalanlar savaşmak istiyor.
Peki ne yapmak lazım?
Zor bir durum. Suriye’de olması gereken, diplomaside ‘grand bargain’ yani ‘büyük pazarlık’ denen, ABD ve Rusya’nın aynı masada olduğu nihai bir anlaşma.
Çetrefil bir bulmaca haline gelen Suriye denkleminin tek bir ayağını çözmek mümkün değil. Sadece Idlib işini tatlıya bağlamak şeklinde bir senaryo yok. Hepsi birbiriyle ilintili, karmaşık bir sorunlar yumağı var karşımızda.
Ne olacak bilmiyorum. Ama olması gereken, sırasıyla; Türkiye’nin ABD ile olan sorununu çözmesi, Suriye’nin geleceğine dair anayasal süreçte ABD ve Rusya’nın hemfikir olması, YPG ve rejim arasındaki görüşmelerde ortak bir vizyon çıkması, Suriye’nin kuzeyinde Türkiye ve YPG kontrolündeki bölgeler arasında mantıklı bir tanzim sonrasında, sürdürülebilir bir yapı kurulması.
Bunların herhangi birinin olmaması halinde, Suriye sorunu, bütün ağırlığıyla gündemimizden düşmeyecek.