Adana Öksüzler Yurdu’nda
10 yaşında bir kemancı
1912’de Van’da doğdu. Adı Mehmet’ti. Annesini babasını hiç bilmedi. Kendi anlatımıyla “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biriydi”.Van’dan Adana’ya getirdiklerinde çok küçüktü. Çocuğu olmayan, fakir bir ailenin yanına verilir. Onları; amcası ve yengesi bilir, öyle çağırır.
Evdeki keçilerden, ineklerden, tavuklardan o sorumludur. İşe, çobanlıkla başlar. Yaşamındaki en önemli şey ise; söylediği türkülerdir!
Mehmet 6 yaşına geldiğinde, Adana İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilir. Bu işgalin ardından Adanalılar toplu olarak Toros Dağları’na kaçar. Bu göç, “kaç-kaç yılları” olarak anılır. Mehmet de amcası ve yengesiyle bu göçün içerisindedir tabii. “Kaç-kaç”ta Adana’da çok güzel türküler öğrenir.
Mehmet’in yaptığı hiçbir şeyden hoşnut olmayan yengesinden yediği dayak, Mehmet’in yaşamının dönüm noktası olur. Mehmet, o zamanki adıyla Dar-ül Eytam’a; öksüzler yurduna verilir. O günleri şöyle anlatır: “Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım.”
10 yaşından başlayarak yatılı okur. Müzik öğretmeni Mehmet Tahir, yurda bir keman aldırıp Mehmet’i kemana başlatır. Dördüncü sınıfta kemana başlayan Mehmet, böylece klasik müziğe de ilk adımını atar.
1925’te Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştur. Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına; müziğe yetenekli, sesi güzel çocukların, sınav sonucu müzik öğretmen okuluna yollanması için bir bildiri yollanır.
Adana Öksüzler Yurdu’ndan dördüncü sınıftan Mehmet ve beşinci sınıftan Şaban sınava girer. Mehmet sınavı kazanır. Okul müdürü Mehmet’i çağırarak “Sen bir sene daha bu okulda okuyabilirsin. Ama Şaban açıkta kalır. Bu yıl onu kazanmış gibi gösterelim. Sen nasılsa seneye yine sınava girersin” der. Mehmet kabul eder. Gerçekten bir sonraki yıl sınava giren Mehmet de, Suphi de sınavı kazanırlar.
Ancak, bu sefer de öksüz yurtlarına başka bir bildiri gelir: “Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek” denmektedir.
Mehmet çok üzülür, ama geçen yıl yerini Şaban’a verdiğine hiç pişman olmaz. Suphi ile birlikte, İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne giderler. İsimlerinden dolayı küçümsenirler. İsimlerini değiştirmeye, ya da ek bir isim almaya karar verirler. Artık, o Mehmet Ruhi’dir.
İstanbul Öksüzler Yurdu öğrencileri Ruhi’yi Ahmet Muhtar Bey’le tanıştırırlar. Akşam oldu mu kantinde ağabeyleri “Hadi Ruhi çal” derler ve Ruhi’ye keman çaldırırlar. O günlerden birinde içeri giren okul komutanı “Bu ne rezalet?” diyerek kemanı ayaklarının altına alır ve kırar.
Kendisi Halıcıoğlu Askeri Lisesi’nde…
Aklı fikri Müzik Öğretmen Okulu’nda!
Okul komutanı bir kaç gün sonra, kemanın parasını vermek istese de Mehmet Ruhi kabul etmez. Aklı fikri, Müzik Öğretmen Okulu’na nasıl gidebileceğindedir.
Ahmet Muhtar Bey, bir gün “Ankara’ya gelebilir misin?” diye sorar. Ruhi, hemen “evet” der. Arkadaşları para toplar. İki kimliği olan bir arkadaşının kimliklerinden birini alır. Askeri okuldan kaçar ve Ankara’ya gider. Ahmet Muhtar Bey’i bulur. Ruhi’nin kaçarak geldiğini duyunca “eyvah” der ve Ruhi’yi Askeri Liseler Müdürlüğü’ne gönderir. Ruhi ağlayarak olanları anlatır. Onu dinleyen albayın da gözleri dolar ve “Sen şimdi okuluna dön ve oradan bir dilekçe ile başvur” der.
Ruhi, askeri okuldan kaçtığına da pişman olmayacaktır. Müzik Öğretmen Okulu’na nasıl girebileceğini daha kapsamlı düşünecek ve sağlık kontrolü sırasında, bir kulak doktoruna durumunu anlatacak, kendisini çürüğe çıkarması için doktora yalvaracaktır. “İltihabı yüzünden mektebe devam edemez” raporu ile birlikte Müzik Öğretmen Okulu’na dilekçe yazar. Ama, “Yerimiz yok, alamayız” yanıtı alır.
Tekrar Adana…
Klasik Batı Müziği İle Tanışma…
Çürüğe çıktığı için askeri okul ile ilişiği kesilen Mehmet Ruhi, Adana Öksüzler Yurdu’na geri gönderilir. Adana Lisesi’ne başlar. Oradan da Öğretmen Okulu’na geçer. Tenefüslerde keman çalar.
O sıralarda Adana’da bir sinemada sessiz filmler oynatılır. Sinemada bir de küçük bir orkestra vardır. Filmdeki sahnelere göre, bu orkestra müzik yapmaktadır. Orkestradaki Avusturyalı Ervix, Adana Öğretmen Okulu’nun da keman öğretmenidir. Ruhi, ilk klasik batı müziği parçalarını ondan öğrenir.
Adana Öğretmen Okulu’ndayken aşık olduğu ebe-hemşire olarak çalışan bir kızla evlenir. Güngör adını koydukları bir oğulları olur.
Ankara Müzik Öğretmen Okulu…
Kemanı Bırakma Zorunda Kalış…
Karısı Ankara Numune Hastanesi’ne tayinini ister. Ruhi de Ankara Müzik Öğretmen Okulu’nun giriş sınavına girer. “Bir konçerto çal” dediklerinde çok şaşırır. Bu sözü ilk kez duymaktadır. Müzik imlası ve armoni sozcüklerini de… Öğretmenlerden biri, sınava hazırlanması için Vivaldi Sol Majör keman konçertosunu verir. Bir arkadaşından da ödünç keman bulur. Bir otel odasında gece gündüz çalışır. Sınavı geçer. Ulvi Cemal Erkin’in “son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağısına girmeli” teklifine tüm öğretmenler katılır.
İlk yılı başarı ile tamamlayarak yatılı okumayı hak eder. O yıl, tek hece olduğu ve kolay söylendiği için “Su” soyadını alır ve adı Mehmet Ruhi Su olur.
Ankara Müzik Öğretmen Okulu’ndan, Ankara Riyaseti Cumhur Orkestrası’na seçilerek orada çalışmaya başlar. Aynı zamanda müzik öğretmeni olarak da İkinci Ortaokul ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nden çalışır.
Mehmet Ruhi Su, konservatuarın Opera Bölümü öğrenciliğini sürdürürken bir öğretmeni, keman çalışmasının ses tellerine zarar vereceğini, sesinin zayıf çıkacağını söyleyerek, bir tercih yapmasını iser. Mehmet Ruhi, kemanı bırakmak zorunda kalır.
Operadan
Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor’a…
1936’da Devlet Konservatuarı’nda opera sanatçısı olarak başlar. 1945 yılında Opera Kanunu çıkınca öğretmenliği bırakmak zorunda kalır. 1952 yılına kadar pek çok operada rol alır: Bastien Bastienne, Madam Butterfly, La Boheme, SatılmışNişanlı, Fidelio, Maskeli Balo, Yarasa, Figaro’nun Düğünü, Rigoletto, Aşk İksiri.
Devlet Operası’nda çalışmaya başladığı yıllarda eşiyle anlaşmazlık nedeniyle ayrılır. “Konsolos” operasının provasındayken gözaltına alınır ve tutuklanır. Opera yaşamı böylece noktalanır.
Operayı çok seven Mehmet Ruhi, türkü söylemeyi hiç bırakmamıştır. Konservatuarda türkülerini dinleyen hocalarından Markovich, “Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına varıyorum” der ve zamanın Radyo Müdürü Vedat Nedim Tör’e, Ruhi Su’dan övgüyle söz eder. 15 günde bir pazar günleri saat 10’da “Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” anonslu radyo programı böylece başlar. Bu program, 1942-1945 yılları arasında çok ilgi görerek devam eder.
Ruhi Su’nun söylediği türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve nefesleridir. Alevi nefeslerini ve müziğini geniş halk kitlelerine kararlılıkla ilk duyuran Ruhi Su’dur. O, Alevi müziğinde, halkların yıllar süren başkaldırı mücadelesini görmüştür. Ali İzzet’ten “Bir Allah’ı Tanıyalım / Ayrı Gayrı Bu Din Nedir”, Pir Sultan Abdal’dan “Gelin Canlar Bir Olalım”, Muhyi’den “Zahit Bizi Tan Eyleme” gibi nefesler söyleyen Ruhi Su’yu “alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor” diye susturulur. Mesut Cemil, Ruhi Su’nun radyodaki işine son verir.
Uzun yol arkadaşı Sıdıka Su ile tanışma…
Sansaryan Han, Tabutluk Önünde Sıdıka’nın Sesi ve Mahsus Mahal…
1946’da Ruhi Su, Ankara’da yedek subaylığını yaparken operada oynamaya devam eder. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde oluşturduğu bir korosu vardır. Sonradan eşi olacak Sıdıka Umut da, o yıl Dil ve Tarih’in Felsefe Bölümü’ne girer. Sıdıka Umut, o zamanlar Bursa Hapishanesi’nde olan Nazım’ı ziyaret ettiğinde, Nazım onun Felsefe okumasını istemiştir.
Ruhi Su ile dünya görüşleri arasındaki yakınlık, türkülere duydukları ortak sevgiyle dost olurlar. 1950 yılında da, hem aşık, hem dost… Her ikisi de, o yıllarda sıkı takip altında bulunan TKP ile ilişkili olduklarını, aynı sıralarda keşfederler. İlişkileri gelişirken, geniş kapsamlı TKP tevkifatı başlar. Ruhi Su ve Sıdıka Umut da sıralarını beklemeye…
Ruhi Su’nun korosu kapatılır. 11 Kasım 1952’de Sıdıka Umut, okulu bitirmesine iki dersi kala, evinden alınarak Ankara Birinci Şube’ye, oradan da Sansaryan Han’a götürülür.
Aynı gün, Ruhi Su’nun Kaledibi’ndeki evine de gider polisler. Ruhi, kapıyı açmaz. Biraz zaman geçtikten sonra önce Sıdıka Umut’lara gider. Sıdıka’nın götürüldüğünü öğrenir. Sonra çalıştığı Opera binasına gider, eşyalarını toplamaya… Mahir Canova’nın onu görür görmez telefona sarıldığını görür. Eşyalarını toplamış, Opera binasından çıkmış, daha karşıdaki geniş caddeye geçmeden motosikletli polisler Ruhi’yi durdurmuştur. Ruhi Su, o zaman kendisini Mahir Canova’nın ihbar edebileceğini düşünür. Sonra Sansaryan Han, sonra emniyet, sonra Harbiye Cezaevi…
Ruhi Su da, Sıdıka Su da birbirlerinin Sansaryan Han’da olduklarını ancak 5 ay sonra öğrenebileceklerdir.
Sansaryan Han’ın en alt katındaki hücrelerden birinde, beş ayı aşkın süre kalan Ruhi Su, ağır işkenceler görür. Tabutluklara konur. Yere çömelemeyeceğiniz, ancak biraz kaykılarak sırtınızı dayayabileceğiniz, eniyle boyuyla hücreleridir tabutluklar.
Sansaryan Han’da aylarca kanaması durmayan bembeyaz tenli, zayıfçacık Sıdıka Umut, askerler tarafından tabutlukların önüne getirilip bir doktorla görüştürülür. Doktor, Sıdıka Umut’a, neyi olduğunu sorar ve yavaş konuşmasını tembihler. Sıdıka Umut, mırıl mırıl anlatır. Nereden bilsin, arkadaki tabutlukta Ruhi Su’nun olduğunu? Bu durumu, ancak Harbiye Cezaevi’ne getirildiklerinde Ruhi Su anlatacaktır. Ruhi Su, Sıdıka’yı usulcacık çıkan sesinden bile tanıyacak, Sansaryan Han’da olduğunu, üstelik hasta olduğunu anlayacak, içeride çırpınacaktır. Eli kolu bağlı olarak… Mahsus Mahal’i işte o tabutlukta düşünecek ve üretecektir:
“Mahsus Mahal derler, kaldım zindanda
Kalırım kalırım, dostlar yandadır
Iki elleri kızıl kandadır kanda
Ölürüm ölürüm kardeş, aklım sendedir
Artar eksilmeyiz, zındanlarında
Kolay değil derdin, ucu derinde
Kumhan ırmağında, Karaburun’da
Bulurum bulurum kardeş, öfkem kındadır
Dirliğim düzenim, dermanım canım
Solum sol tarafım, imanım denim
Benim beyaz unum, ak güvercinim
Bilirim bilirim kardeş, gelen gündedir”
Harbiye Cezaevi…
Paspastan bağlama…
Ruhi Su ve Sıdıka Umut, ancak Harbiye Cezaevi’nde birbirlerini görürler. Ruhi Su, gördüğü işkencelerden hâlâ tanınmaz haldedir. Görüşmelerini resmi izne bağlamak için nişanlanmaya karar verirler. Ruhi Su, eşe dosta haber salar. Sıdıka Umut için çok güzel bir yüzük getirtir. Oracıkta nişanlanırlar.
Harbiye Cezaevi’nde 3.5 yıl kalırlar. 3.5 yıl her hafta 10 dakika görüşürler ve her gün mektuplaşır, haberleşirler. Suyun banyodan akıp gitmesini sağlayan oluk üstüne zula yaparlar. Küçük kağıtlara mektuplar yazarlar. Islanmasın diye, o zamanlar yeni olan jelatin kağıtlara sararlar. Zuladan bırakılanı alır, yerine kendi mektuplarını koyarlar. Pencereden de ışıkla, vücutlarının devinimleriyle haberleşirler. Sonra türkülerle, uzun havalarla seslenir Ruhi Su, Sıdıka Umut’a. Ruhi Su’nun sazını içeri almasalar da, Faik Şekeroğlu adında bir arkadaşı, ona paspastan bir saz yapar. Ruhi Su, o sazı çalar, türkü söyler. Cezaevi onun sesiyle yankılanır. Ancak 2 yıl sonra izin çıkar ve Ruhi Su Ankara’dan bağlamasını getirtebilir.
Ruhi Su, hapishanede arkadaşları arasından bir koro kurar. Onlarla çalışır. Onlardan türküler derler. Onlara türküler söyletir. Arkadaşlarını bıktırmamaya çalışarak cezaevinin tenha köşelerinde, her gün ses egzersizleri yapar. Ruhi Su, sürprizleri çok sever, çok da zevklidir. Sıdıka Umut için boncuktan çantalar, tahtadan kutular yapar. Sıdıka da, ona nakışlar işler, kazaklar örer.
Harbiye Cezaevi’nde evlenirler. Behice Boran ve eşi Nevzat Hatko nikah şahitleridir. Behice Boran, Sıdıka’nın fakültede öğretmenidir. İçeride ise altlı üstlü ranzalarda yatmışlardır.
Bu Nasıl İstanbul Zindan İçinde…
Hasan Dağı Hasan Dağı Eğil de Bir Bak…
Ruhi Su, türküler üzerinde en verimli çalışma dönemini cezaevinde geçirir. Bestelediği türkülerin çoğu bu döneme rastlar. “Bu Nasıl İstanbul Zindan İçinde”, Ankara’dan İstanbul’a Sansaryan Han’a getirilişini anlattığı türküdür.
1951 tevkifatı sanıkları için, Harbiye Cezaevi içinde özel mahkeme salonu yapılır. İstanbul’un göbeğinde yatıp yargılanırlar, açlık grevleri olur. Ama basının kılı bile kıpırdamaz. Basın, sadece tutuklamayı duyurur. Ruhi Su ve Sıdıka Umut, beşer yıla mahkum olurlar. Erkekler Adana Cezaevi’ne, iki tutuklu kadından biri olarak kalan Sıdıka Umut ise, (Diğer tutuklu Sevim Belli’dir) Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilir.
Ruhi Su, mahkumlarla birlikte, İstanbul’dan Adana’ya otobüsle götürülürken bileklerinden ikişer ikişer zincire vurulmuşlardır. Tuvalete bile birlikte gitmek zorundadırlar. Jandarma o kadar sıkmıştır ki zinciri… “Hasan Dağı, Hasan Dağı / Eğil eğil, eğil bir bak” türküsü bu yolculuğun ağıtıdır.
Nazım Hikmet’ten Kuvay-ı Milliye Destanı’nı cezaevinde düşünmeye başlar, 1960’tan sonra besteyi tamamlar. “Seferberlik Türküleri ve Kuvay-ı Milliye Destanı” plak olarak 1971’de çıkar.
Şeyh Bedrettin Destanı’ndan bir parça ve Üç Selvi’yi 1974’te tamamlar. Adana Cezaevi’nde, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Almanya’da Çöpçülerimiz” şiirini ve A. Kadir’in “Bu günün Diliyle Mevlana”sından bazı şiirleri besteler.
Ve Özgürlük!
Selam vermeyen eski arkadaşlar… Sıcak dostluklar…
Ruhi Su ve Sıdıka Su, Haziran 1958’de tahliye olur. Ruhi Su, sürgün yeri olan Çumra’ya gider. Sıdıka Su, mevcutlu olarak Ankara’ya, ailesinin yanına…
Ruhi Su’yla Çumra halkı hemen kaynaşır. İş arayan, Ankara’ya nakil olmak isteyen Ruhi Su’nun naklini Emniyet Genel Müdürü Kemal Aygün istemese de, Çumra savcısı Muharrem İlkez ve hakimi İlhan Somer, onu Ankara’ya göndermeye çalışır. Savcı, Ruhi Su’dan cura dersi alırken, Ruhi Su’ya Çumra Cezaevi’nde bir de konser verdirir.
Ruhi Su, emniyet müdürünün muhalefetine karşın, Ankara’ya gelir. Ankara’da dostu Celal Cündoğdu, Etimesgut’ta Su ailesine bir işçi lojmanı verir. Etimesgut’a iki saat uzaklıkta, bir tarla ortasında; elektriği, suyu olmayan, kerpiçten bir ev. Sümerbank basmalarıyla perdeler yapıp, aynı basmalarla Ruhi Su’nun tahta ve mukavvalardan yaptığı dolapları kaplarlar. Artık alabildiğine özgürdürler. Her sabah ve her akşam iki kilometre yürüyüp jandarmaya imza verirler. Ruhi Su türküler söyler, şirin evlerinde konuklar kabul ederler.
1959 yılında oğulları Ilgın doğar.
Ruhi Su’yu Opera’ya tabii ki kabul etmezler. Rastladığı arkadaşları onunla konuşmaz, selam bile vermezken, hiç ummadıkları insanlardan sıcak ilgi görürler..
Beş yıl aradan sonra Ruhi Su, Sıdıka Su ile ilk kez Arthur Miller’in oyununa gider: “Satıcının Ölümü.” Oyun bittiğinde Ruhi Su o kadar heyecanlanır ki, oyuncuları kutlamak için kulise gider. Coşkusu, derin bir hayal kırıklığına dönüşür. Cüneyt Gökçer’le karşılaşırlar önce. Cüneyt Gökçer, Ruhi Su’yu karşısında görünce neredeyse geri adım atacak olmuştur. Ruhi Su fena halde bozulur, paramparça olur.
Atıf Yılmaz’dan Çağrı…
Taksim Gazinosu…
Kazım Taşkent’ten Teklif…
Bedii Faik’in Sorusu: İş adamlarımız Uyuyor mu?
Ruhi Su, arkadaşlarının nakliye şirketinde eşya taşıyarak yaşımını sürdürür. Emniyet nezaretinin son günlerinde; Atıf Yılmaz, Osman Nuri Karaca ve arkadaşları Ankara’ya gelir. Atıf Yılmaz “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filmini çekecektir. Ruhi Su’yu, filmin müziklerini yapması için Adana’ya çağırır. Ruhi Su, Adana, Çığşar Yaylasına gider, türküler derler. Bunları, film için korduğu koro ile bu filmde söyler.
Film bitince Taksim Gazinosu’nda sahneye çıkmak üzere İstanbul’a gider. 2 Mart 1960’ta ise ailesini yanına alır. Bu tarihten itibaren türkülerini gazinolarda söylemeye başlar.
Yapı Kredi Bankası’nda, Kazım Taşkent’ten, kendi adına bir kulüp kurması için teklif alır. Ruhi Su, bunu yapamayacağını, ancak yine aynı bankanın düzenlediği halk oyunları şenliğine gelen ekiplerin müziklerini banda alıp, notaya aktararak bir arşiv oluşturabileceğini, bankanın da daha yararlı bir işe yatırım yapmış olacağını söyler. Çalışmaya başlar. Bu arşivleme beş yıl sürer. Notalar basılır, kitap çıkmak üzeredir.
O sıralarda Ruhi Su “Bitmeyen Yol” adlı filmde bir türkü söyler. “Serdari halimiz böyle n’olacak / Kısa çöp, uzundan hakkın alacak.”
Dünya gazetesinde, o dönemin ünlü fıkra yazarı Bedii Faik, bir fıkrasında; “Kulaklara Kurşun Gibi Akan Ses”, “İşadamlarımız uyuyor mu?” diye sorarak Ruhi Su aleyhinde kampanya başlatır. İktidara Demirel geçmiştir. Kazım Taşkent, Ruhi Su’yu çağırır, Bedii Faik’in yazısından söz eder, “Sen artık bütün aletleri ve notaları alıp evinde çalışsan” dese de Ruhi Su bunu kabul etmez. “Anlaşıldı… Siz yeni iktidara göre yeni adımlar atacaksınız” der ve her şeyi bırakarak, çıkıp gider.
Beş yıl boyunca, onca emek vererek derlediği, notaya aktardığı halk oyunları, Yapı Kredi Bankası tarafından kitap olarak, Sadi Yaver Ataman adıyla çıkartılacaktır.
Sami Yaver, Ruhi Su’ya “Bu senin emeğin. Ama böyle istediler” der. Mahkemede de bu sözleri tekrarlayınca Ruhi Su, açtığı davayı kazanır. Tazminat istememiştir. İkinci baskının Ruhi Su adıyla çıkmasına karar verilse de, Yapı Kredi ikinci baskıyı yapmayacaktır. Ancak bu kitap, Ruhi Su’nun ölümünden sonra, Ruhi Su imzasıyla, Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla çıkacaktır.
Ses ve Tel Birliği Korosu’ndan
Ruhi Su Dostlar Korosu’na…
İlk koro çalışmasını 1936’da kurduğu Müzik Öğretmenliler Korosu ile gerçekleştirir. Koronun başına öğretmenleri Ahmet Adnan Saygun vardır. Koronun adı, döneme ait belgelerde, Ses ve Tel Birliği Korosu olarak geçer.
İkinci koro çalışmasını ise, 1944-1947 yılları arasında Ankara Üniversitesi DTCF’nde oluşturduğu koro ile yürütür.
Ruhi Su, hapishane yaşamı boyunca da kısa dönemli koro çalışmaları yapar.
Altmışlı yılların sonuna doğru, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinden de bir koro kurar.
Gezilerinde ve dost sohbetlerinde koro oluşturup türküler söylemeyi bir yaşam biçimine dönüştürür.
1964 yılında bir festivalde, arkasında bir çocuk korosu ile sahnededir…
1974 yılında, Dostlar Tiyatrosu oyuncularından bir koro kurar. Bu birliktelikten çok mutlu olan Genco Erkal ve arkadaşları, yeni bir koro kurmasını önerirler.
Ruhi Su’nun en önemli korosu, 1975’te Dostlar Tiyatrosu önerisiyle ve bünyesinde, ilk üyelerini sınavla seçerek kurduğu Dostlar Korosu’dur. O sıralarda, Sümeyra Çakır da, Ruhi Su’dan ders almaktadır. Aynı yıl, Sümeyra da korist olarak, Dostlar Korosu’na katılır.
Dostlar Korosu, Ruhi Su yönetiminde, çoksesli türkü çalışmalarının ilk örneklerini, iki sesli türküleri seslendirdiği konserlerde vermeye başlar.
1976’nın sonunda El Kapıları, 1977’de Sabahın Sahibi Var, 1978’de Semahlar uzunçalarında Dostlar Korosu, Ruhi Su’ya eşlik eder. Karşılaşılan nice güçlüğe karşın, çok sayıda konser verirler. 1980 yılında 12 Eylül darbesinin baskıcı yönetimi altında çalışmalarına ara vermek zorunda kalırlar. Bu suskunluk, Ruhi Su’nun aramızdan ayrıldığı 1985 yılına kadar sürer.
Dostlar Korosu, 1986’da önce Ruhi Su’yu anma gecelerine katılmak üzere biraraya gelir. Çalışmalarını; Timur Selçuk, Sarper Özsan, Hüseyin Tutkun, Cenan Akın, Öcal Öcalan, Refik Köksal, Cengiz Ünal , Ortaç Aydınoğlu, Berktay T. Akyıldız gibi değerli müzik adamları yönetiminde sürdürür. Koro, 1987’de hocasına saygı ifadesi olarak, adını ekleyerek “Ruhi Su Dostlar Korosu” adını alır. Yüzlerce konser verir, çok sayıda sanatçı ile birlikte sahne alır. Beş yüzün üzerinde korist ve çok sayıda müzik insanı yetiştirmiştir. Ülkemizde, bunca yıldır yaşamını kesintisiz sürdüren, varlığını koruyan bir kaç amatör korodan biridir.
Ruhi Su ilk kez 1977 yılında Ahmet İsvan ve Necdet Uğur’un yoğun uğraşıları sonucu pasaport alabildi. Almanya, Hollanda, Belçika, İngiltere, Fransa ve Avustralya’da konserler verdi. Pasaportunun süresi doldu. Yeni pasaport başvurusu, yakalandığı prostat kanserinin tedavisi için yapıldı ancak hiçbir gerekçe gösterilmeden reddedildi.Kamuoyu, Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan bir haberden, (…) altı Alman sanatçının Kültür Bakanlığı’na başvurduğunu öğrendi. Heinrich Böll, Wolf Bierman, Ingeborg Drewitz, Günter Grass, Siegfried Lenz,Günter Wallraff imzalı mektupta, Kültür Bakanlığı’ndan Ruhi Su’nun yurt dışında tedavi edilebilmesi için pasaport verilmesine aracı olması isteniyordu. Aynı sanatçılar Ruhi Su’ya da bir mektup göndermişlerdi. Ülkemizin ve tüm uygar ülkelerin aydınları, sanatçıları bu insalık dışı, anlamsız ve utanç verici direnişi kırmak için seferber oldular. Nihayet kapılar aralandı ve Ruhi Su’nun “tedavi” amaçlı olarak ve “yalnız bir defaya mahsus olmak üzere” yurtdışına çıkmasına izin verildi. Ama artık çok geçti. 20 Eylül 1985 Cuma günü Cerrahpaşa Onkoloji Kliniğinde öldü. Doktoru Prof. Bülent Berkarda idi. 22 Eylül 1985 Pazar günü Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi. Ruhi Su’nun cenaze törenine binlerce kişi katıldı ve cenaze 12 Eylül Dönemi’nin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüştü. Cenazede gözaltına alınan 163 kişi İstanbul siyasi şubede 15 gün süreyle gözaltında tutuldu.
Ruhi Su,
ana sütü gibi saf,
dibi görünen denizler gibi temiz,
türküler gibi; yalansız dolansız, onurlu, inançlı, ödünsüz kişiliği,
yalın ve tok duruşuyla bize ışıktır.