İslamcılığın kökleri Batı Avrupa’da
İbrahim Kiras 01 Ocak 1970
İslamcılık bir çözüm arayışı olarak ortaya çıkmıştı. Neye çözüm? Müslümanların içine düştükleri “zillet” haline… Burada 19. asırdan söz ediyoruz İslamcılık akımının miladı olarak ama aslında hikâyeyi biraz daha geriden ve başka bir coğrafyada başlatmakta fayda var:
Avrupa’da Roma Barışı’nın sona ermesinin ardından bütün kıta baştanbaşa irili ufaklı feodal birimlere bölünmüş, tarihçilerin sonradan orta çağ adını verecekleri uzun bir hareketsizlik dönemi başlamıştı. Uzun dediğim yaklaşık bin yıl...
Mamafih, tabiri caizse, Avrupa’nın makûs talihini değiştirmek yolunda ilk hareketlenme Haçlı Seferleriyle başladı. Papalık tarafından kutsal yerleri Müslümanların elinden kurtarmak adı altında Doğu’nun zenginliklerini ele geçirmek amacıyla başlatılan Haçlı Seferleri bir başka önemli etkiye yol açtı: İslam ülkelerindeki ekonomik refahı, kültür zenginliğini ve sosyal düzeni gören Avrupa’nın seçkinleri yeni bir dünya keşfetmişlerdi. Bu keşif mevcut ideolojik düzene yönelik eleştirel yaklaşımların ve giderek rasyonel/bilimsel zihniyetin gelişmesi yolunda etkili faktörlerden biri oldu.
Buna mukabil, bir yanda Haçlı Seferleri’nin diğer yanda Moğol istilasının yıkıcı etkilerine maruz kalan İslam dünyasında ekonomik ve sosyal düzende yaşanan sarsılma sonrasında başlayan içe kapanmayla birlikte giderek rasyonel/bilimsel zihniyetten uzaklaşma yönünde bir eğilim yaygınlık kazandı.
***
Avrupa’da önce ticari sahada başlayan canlanış giderek burjuva sınıfının ortaya çıkmasına ve bilahare kapitalist nitelik taşıyan bir ekonominin gelişmesine, ardından bilim, felsefe ve sanat alanında insanlık tarihinde yeni bir çığırın kapısını açacak kadar öneme sahip cesur adımlar atılmasına ve nihayet sanayi devrimi sayesinde Kuzeybatı Avrupa ülkeleriyle dünyanın geri kalanı arasındaki ekonomik/askeri/siyasi güç eşitsizliğinin kapatılamaz noktaya getirilmesine imkân tanıdı.
Aşağı yukarı yedi-sekiz asır boyunca büyük Akdeniz havzasının dominant uygarlığının temsilcileri olan Müslüman toplumların ise 11-12. asırlardan itibaren siyasi, askeri ve iktisadi güçleri bir çözülüş içine girmiş bulunuyordu. İşte bu çözülüş devirlerinde adeta İslam uygarlığının son bir parıldama hamlesi gibi tarih sahnesine çıkmış bulunan Osmanlı İmparatorluğu 16. asırdan itibaren hayatiyetini tehdit eden ciddi problemlerle boğuşmaya başlamıştı. Bir yanda Habsburglara karşı bitmek bilmeyen savaşların malî külfeti, öbür yanda yaşanan kuraklıklar ve başka bazı talihsizlikler yüzünden gerçekleşen enflasyon Osmanlı ekonomisinin ve dolayısıyla sosyal düzeninin belini bükmeye erkenden başlamıştı.
Bu sırada İspanyol ve Portekiz denizcileri hem Anadolu’nun hem de henüz fethettiğimiz Mısır’ın stratejik değerini tehdit edercesine kârlı Hindistan ticaretini yeni keşfettikleri Ümit Burnu üzerinden sürdürmeye başlamışlardı. Dahası, bu yetmiyormuş gibi Güney Amerika’dan da binlerce ton altın ve gümüş Avrupa’ya taşınmaya başlamıştı. Bu kıtada biriken servet askeri ve siyasi güce dönüşürken, sosyoekonomik düzen de hızla değişiyordu.
Giderek güçlenen burjuvazi ticarette kâr maksimizasyonunun, sermaye birikiminin, girişimciliğin önünü açacak kurumlar da oluşturmaya başlamıştı. Bankacılık, sigortacılık, anonim şirketler ve ticaret hukukundaki birtakım gelişmelerden söz ediyorum… Bir yandan da sanatta, bilimde ve felsefede gerçekleşen atılımlar sayesinde yeni toplumsal düzenle uyumlu yeni bir zihniyet iklimi ortaya çıkmıştı. Bu ortamda gerçekleşen bilimsel gelişmeler sanayi üretimine teknolojik destek üretti. 18. yüzyıla gelindiğinde ticarî kapitalizmin yerini sınaî kapitalizme bırakmasına yol açacak sanayi devrimi yaşandı.
***
Osmanlı coğrafyasında ise babadan kalma usullerle sürdürülmeye çalışılan üretim ve ticaret Avrupa ekonomileriyle rekabet edebilecek durumda olmadığı için askeri ve siyasi alandaki mücadelelerde zafer kazanma imkânımız da kalmamıştı.
Bu süreçte başta Hint yarımadası olmak üzere Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar birçok İslam ülkesi Batılı güçlerin sömürgesi oldu. İstanbul’daki halife unvanını da taşıyan Osmanlı padişahları bu gelişmeleri engelleme gücüne sahip değillerdi artık. Osmanlı’nın elindeki topraklar bile artık birer birer kaybedilmeye başlanmıştı zaten.
Buradan devam edelim…