‘Vatan şairi’ ile gezgin bilge’
İbrahim Kiras 01 Ocak 1970
Namık Kemal ile Cemaleddin Afgani’nin benzerlikleri ve ortak özellikleri çok fazla. En başta yaşıtlar. Biri 1838, öbürü 1840 doğumlu. Dolayısıyla aynı günün insanları. Her ikisi de hem klasik İslami kültüre hem de o günün Avrupa’sının entelektüel gündemine vakıflar. Her ikisi de kendilerinden sonraki nesildeki hem İslamcı hem de milliyetçi eğilimlere ilham veren, rehberlik eden fikir adamları.
Verdiği bir konferansta İslam’ın bilime, düşünceye ve gelişmeye engel bir din olduğu iddiasını ortaya atarak büyük yankı uyandıran o günün medyatik ve popüler Fransız düşünürü Ernest Renan’a cevap veren iki isim vardır İslam dünyasında. Biri vatan şairimiz öbürü Afganistanlı gezgin bilge.
Her ikisi de kendi kişisel üsluplarıyla... Namık Kemal hırçın, öfkeli, üstten bakan ve yargılayıp hesap soran bir tavırla. Şeyh Cemaleddin ise kibar, diplomatik, alttan alan, muhatabını ikna etmeye ve kazanmaya yönelik bir yaklaşımla. (Not: Cemaleddin Afgani’nin talebeleri üstadın Arapça kaleme aldığı cevabın Fransızcaya tahrif edilerek çevrildiğini ve dolayısıyla Renan’ın konferans metnini de yayımlayan gazetede çıkan metinde tepki çeken bazı ifadelerin mektubun orijinalinde bulunmadığını iddia ediyorlar.)
***
Her ikisi de şahlara, sultanlara kafa tutan, sadrazamlara meydan okuyan cesur dava adamları. Ama aynı zamanda elitistler. Toplumun seçkinlerini değişime dönüşüme ikna ederek toplumu kurtarmak peşindeler. Şahlarla sultanlarla iş birliği yaparak...
Çünkü o günkü toplum ne başına gelen felaketlerin sebebini anlayabilecek ne de bunlardan kurtulmak için harekete geçebilecek durumda değil. Osmanlı’da ondokuzuncu asırda “Müslüman nüfusun” okuryazarlık oranı yüzde 10’un altında, ticaretin yüzde doksanından fazlası gayrimüslimlerin elinde.
İşte bunu değiştirmek istiyor reformcu aydınlar ama bu değişimi bizzat toplumu mobilize ederek değil egemenleri ikna ederek yapmak durumundalar. (Doğulu aydınların çelişkisi ve trajedisi bu. Proletarya ihtilali yerine askeri darbe yoluyla sosyalizmi kurmak isteyenler de aynı durumda.)
1908’e gelindiğinde halkı sokaklara, meydanlara çıkaracak seviyede bir toplumsal bilinç iyi kötü oluşmuştu. En azından belli bölgelerdeki büyük şehirlerin merkezlerinde. Ama ordunun rolü olmadan bir halk hareketiyle İkinci Meşrutiyeti getirebilecek kadar da değil tabii!
***
Tam da bu noktada “Abdülhamid’in İslamcılığı” konusuna kısaca değinmek gerekirse… 33 yıllık devri saltanatı boyunca İslamcı aydınlarla daima çatışma içinde olmuş olan Sultan Hamid’in bir siyasi ideoloji olarak veya bir çözüm programı olarak İslamcılığı benimsemiş olduğunu iddia etmek imkânsız. Haddizatında “İslamcılık” Hamid rejiminin antitezi olarak doğup şekillenmiş bir akım. Ancak aynı zamanda halife unvanını da seleflerinin aksine öne çıkararak kullanan padişahın “ittihad-ı İslam” davasını bir dış politika enstrümanı olarak kullanmak istemesi de gayet doğru bir politika. Söz gelimi Cemaleddin Afgani’yi İstanbul’a çağırması bu politika çerçevesinde anlam taşıyor. Ama unutmamak gerekir ki bu “iş birliği” fazla uzun sürmedi ve Afgani Nişantaşı’ndaki konağında göz hapsindeyken vefat etti.
Şunu da ayrıca unutmamak gerekiyor tabii: Devlet yöneticilerinin siyasi ideolojisi olmaz. Pratik çözümleri olur. O pratik çözümlere siyasi ideoloji giysisi giydirilir.
***
Cemaleddin fikir adamı kimliğinden ziyade eylem adamı olarak; İslam dünyasındaki uyanış, direniş ve ıslah hareketlerine liderlik eden, ilham veren, yol gösteren bir rehber olarak tebarüz eder. Bütün hayatı sürekli bir koşturmaca içinde geçmiştir. Çünkü yaşadığı devirde İslam dünyasının içinde bulunduğu zillet hali öylesine dayanılmaz raddeye ulaşmıştır ki… Cehalet içinde, baskı altında yaşayan, hakları gaspedilen Müslümanların hali, İslam ülkelerini yöneten işbirlikçi zümrelerin ihaneti o kadar içini acıtmaktadır ki Şeyh Cemaleddin bir an önce bir şeyler yapmak için çırpınır, sağa sola koşar, kısa zamanda sonuç almanın peşine düşer. Bir İran’da, bir Mısır’da, bir Türkiye’dedir. Müslümanları zilletten kurtaracak hamleleri bu ülkelerdeki toplumun seçkinlerini etkileyerek gerçekleştirmeye çalışır. Kimi zaman en tepeden çare umar: İran Şahıyla, Osmanlı Padişahıyla, Mısır Hıdiviyle görüşerek ıslahat programının uygulanmasını sağlamaya çabalar. Devlet yöneticileri ilk başta pragmatik gerekçelerle iş birliği yapmayı elverişli gördükleri Afgani’nin vizyonunun kendi siyasi çıkarlarına da tehdit içerdiğini fark edince ilişkiler bozulur. Üç ülkede de aynı şey yaşanmıştır.
Akif bile eleştirir büyük hayranlık duyduğu, “İslam dünyasına binlerce yazar, binlerce mütefekkir hediye etti” dediği Şeyh’i n tepeden inmeci devrimciliğe bel bağlamasını. “Önce okullar, eğitim kurumları açılmalı, sonra yetiştirdiğimiz yeni Cemaleddinleri İslam aleminin dört bir yanına gönderip toplumsal uyanış için çalışmalıyız” der.
Ancak bu yönüne bakıp Afgani’ye hayalci veya maceracı demek insafsızlık olur. “Ben bütün otorite birinin elinde olsun, bütün ülkeler birine tâbi olsun demiyorum; fakat hepsinin sultanı Kur’an, birliklerinin yöneldiği nokta din olsun, her biri kendi menfaatleriyle meşgul olup bunları korurken diğerlerini de kendinden bilsin istiyorum” diyerek gerçekçi ve uygulanabilir bir İslâm birliği önermiştir.
Buradan devam edelim…