Tatlı aşurenin acı hatırası
Beşir Ayvazoğlu 01 Ocak 1970
Menkıbeye göre, Allah’ın “Ey yeryüzü, suyunu yut ve ey gök, sen de suyunu tut.” (Hûd Suresi, 44) buyruğu üzerine tufan diner, sular çekilir ve Nuh peygamberin gemisi Cudi dağına oturur. Tufandan sağ salim kurtulanlar, gemide kalan muhtelif hububatı bir kazana doldurup çorba pişirir ve bu çorbaya “Selamet Çorbası” derler. O gün 10 Muharrem olduğu için zamanla bu çorbanın adı âşûrâ olacaktır. Bizim aşure dediğimiz nefis tatlı...
Nuh’un gemisinin hangi tarihte karaya oturduğuna bilmemize elbette imkân yok. İlim adamları arasındaki yaygın görüşe göre Emeviler tarafından Taziye’nin etkisini kırmak amacıyla uydurulan hikâyelerden biri de budur. Göklerin, yerin, kalemin, levhin, meleklerin ve Âdem’in 10 Muharrem’de yaratıldığı, Âdem Peygamber’in suçunun o gün affedildiği, Yunus’un balık karnından o gün kurtulduğu gibi rivayetler de Emeviler tarafından yayılmıştır. Hatta o gün süslenmenin, eşe dosta güzel yemekler yedirmenin, yoksulları sevindirip hastaları ziyaret etmenin, oruç tutmanın vb. sevap olduğuna dair uydurma hadislerle Sünnilerin Muharrem’in onuncu gününü bir bayram gibi kutlamaları istenmişti.
Sünnilerin 10 Muharrem’i hiçbir zaman bayram olarak görmediklerine, kaynağını bilmedikleri söz konusu rivayetlere inanmakla beraber Muharrem’i matem ayı olarak benimsediklerine, aşurenin de Hz. Hüseyin’in ve onunla birlikte şehit olanların ruhları için pişirildiğine geçen haftaki yazımda işaret etmiştim. Bektaşi tekkelerinin de en önemli geleneklerinden biri Muharrem orucu, diğeri ise aşure pişirilip dağıtılmasıydı. Kaygusuz Abdal’ın “Meyveli aşure aşı gelse görürdük cünbüşü” mısraı bu geleneğin bizdeki eskiliğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Aşurenin Bektaşi kültüründeki önemine dair geniş bilgi, Güldane Gündüzöz’ün Bektaşi Kültüründe Yemek Motifi (2015) isimli kitabında bulunabilir.
Sadece Bektaşi tekkelerinde değil, bütün tekkelerde aşure gününün özel merasimleri vardı.
***
Aslında 10 Muharrem, İslâm’dan önce de kutsal sayılan bir gündü; temel malzemesi buğday olan ve o gün pişirilen yemeğe de aşure denirdi. Şiiler aşureyi matem yemeği olarak benimsediler. Zamanla müşterek bir geleneğe dönüşen ve bereket getirdiğine inanılan aşurenin yedi, on iki veya kırk çeşit kuru erzaktan yapıldığına dair rivayetler vardır.
10 Muharrem’den itibaren Saray’dan tekkelere, ekâbir konaklarından fukara evlerine kadar aşurenin pişirilmediği yer yoktu denebilir. Reşat Ekrem Koçu’nun anlatışına göre, eski İstanbul konaklarında pişirilen aşure ocaktan indirildikten sonra evin en yaşlısı kazanı büyük bir kepçeyle karıştırarak Yâsin-i Şerif okuyup üfler ve kazanın ağzını kalaylı tarafı içte kalacak şeklinde bir tepsiyle kapatırmış. Kâseler hazırlandıktan sonra aşın buğusuyla terlemiş olan tepsi kaldırılır, doldurulan kâseler önce evin beyine, hanımına ve çocuklarına bu tepsiyle birlikte götürülürmüş. Bey, hanım ve çocuklar, sırayla salâvat getirerek o terden birer parmak alıp gözkapaklarına sürer, gelecek Muharrem’e kadar göz ağrısı çekmeyeceklerine inanırlarmış. O gün aşureyi pişirenler sadece bahşiş değil, aşureden ve terli tepsiden de nasiplerini alırlarmış.
Daha şaşırtıcı inançlar da vardır: Aşure pişirilirken birkaç delikli gümüş para kepçeye ibrişimle bağlanır, aşure piştikten sonra yıkanıp bereket tılsımı olarak para kesesine atılırmış. Aşure parası edinmeyenler de kaşıklarına gelen ilk bakla tanesini yaladıktan sonra kurular, kurutur ve aynı amaçla gelecek 10 Muharrem’e kadar keselerinde muhafaza ederlermiş.
Aşure, ailenin durumuna göre gümüş yahut kalaylı bakır tepsilere dizilip işlemeli ve sırmalı peşkirlerle örtülmüş porselen, gümüş veya kalaylı bakır kaselerle komşulardan başlanarak eşe dosta, yakın ve uzak akrabalara dağıtılırdı. Kâselerin bereketli olması için yıkanmadan iade edildiğini de Reşat Ekrem’den öğreniyoruz. Bu, “Bereketi içinde olsun!” mânasına gelirmiş. Topkapı Sarayı Müzesi’nde eşsiz güzellikte aşure kaselerinin bulunduğunu belirterek geçelim.
***
Aşure pişirmede kullanılan malzeme bölgeden bölgeye değişebilir. Ancak buğdaysız aşure pişirilemez. Fasulye, nohut, bakla ve kurutulmuş meyvelerle ceviz, fındık, fıstık ve badem gibi sert kabuklu yemişler de aşurenin vazgeçilmezleridir. Eskiler, güzel koku vermek için aşureye gül suyunun yanı sıra amber veya misk de katarlardı. Kâselere taksim edildikten sonra üzerine ezilmiş ceviz, fındık, badem, kuşüzümü yahut nar taneleri serpilerek ikram edilen aşure, malzemesi kaliteli ve yeterli olduğu, kıvamında pişirildiği ve geleneklere uygun bir biçimde ikram edildiği takdirde tadına doyum olmaz bir tatlıdır; damakta harika bir tat bırakır. Fakat bu nefis tatlıyı özellikle Muharrem ayında yerken Hz Hüseyin’in ve Kerbelâ’da onunla birlikte şehit edilenlerin ruhları için pişirilip dağıtıldığını unutmamak gerekir. Bunu düşündüğünüz zaman, aşurenin tatlılığına peygamber torununa reva görülen zulüm dolayısıyla İslâm ümmetinin asırlardır yaşadığı matemin acılığı da karışacaktır.
***
Aşure, yukarıda özetle anlattığımız merasimler ve inançlar unutulmuş olmakla beraber, hâlâ yaşayan ve insanları kaynaştıran bir gelenektir. Muharem ayının onuncu gününde ve sonraki günlerde aşure pişirilmeyen ev azdır. Saray’ın, ekâbir konaklarının ve tekkelerin halka aşure dağıtma geleneğini ise belediyeler ve hayırseverler devralmış görünüyor.