‘Aylar bize hep Muharrem oldu’
Beşir Ayvazoğlu 01 Ocak 1970
Geçen perşembe günü 10 Muharrem’di, yani Kerbelâ faciasının 1379. yıldönümü... Peygamberimizin sevgili torunu Hz. Hüseyin ve ailesi, Emevi halifesi I. Yezid’in otuz küsur bin kişilik ordusu tarafından 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) tarihinde Kerbelâ’da şehit edilmişti; Muharrem ayının savaşın haram kılındığı dört aydan biri olmasına rağmen...
Bu büyük facia, Sünni ve Şii, bütün Müslümanları derinden yaralamış ve o tarihten sonra Muharrem, matem ayı olmuştur. Her 10 Muharrem’de Sünniler de Hz. Hüseyin’e ve onunla birlikte şehit olanlara saygılarını çeşitli şekillerde ifade ederler. Emeviler, Şiilerin Taziye törenlerini etkisiz kılmak için birtakım ritüeller icat etmişlerdi, fakat bu ritüellerden bazıları, mesela her Muharrem’de aşure pişirip dağıtma geleneği, zamanla matemin bir ifadesi haline geldi.
***
Muharrem’in Sünniler tarafından da bir matem ayı olarak idrak edildiği, Mehmed Âkif’in 12 Rebiülevvel 1331 (19 Şubat 1913) gecesi yazdığı “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” isimli şiirinde de açık bir şekilde ifade edilmiştir:
Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi...
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
Bu etkileyici şiir, Balkan Harbi’nde yaşanan facianın hemen ardından yazılmıştır. Rumeli’nin neredeyse bütünüyle elimizden çıktığı ve yüzbinlerce Müslüman Türk’ün katledildiği, yüzbinlercesinin de aç ve perişan yollara düşerek beş yüz yıldır yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kaldığı o zorlu günler, şiirin devamında şöyle anlatılır:
Âlem bugün üç yüz elli milyon
Mazlûma yaman bir âlem oldu:
Çiğnendi harîm-i pâki Şer’in;
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minâre ebkem oldu.
Âlem dün üç yüz elli milyon Müslüman için “yaman bir âlem”di, bugün bir milyar sekiz yüz milyon Müslüman için... Afganistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Doğu Türkistan’da, Myanmar’da, Afrika’da, hatta Avrupa’da milyonlarca Müslüman büyük acılar yaşıyor, aşağılanıyor, horlanıyor; milyonlarcası da mülteci durumuna düşürülmüş. İslâm medeniyetinin yıldız şehirleri bir bir yok ediliyor, müzeleri, kütüphaneleri, arşivleri talan edilerek hafızası siliniyor. Olup biteni çaresizce seyrediyoruz, yapabileceğimiz fazla bir şey yok, merhum Âkif gibi gözyaşı dökerek yakarmaktan başka:
Allâh için, ey Nebiyy-i ma’sûm,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
İslâm’ı bırakma böyle mazlûm.
***
Evet, planlı bir şekilde İslâm medeniyetinin hafızası siliniyor. 1990’larda Bosna’da yaşananları hatırlayınız. 15 Temmuz darbesi de, halen İslâm âleminin tek ümidi ve ilticagâhı olan Türkiye’yi teslim alıp muhteşem bir medeniyeti bütünüyle tarihe gömme teşebbüsüydü. İslâm Medeniyeti’nin hafızası artık sadece Türkiye’dir, Osmanlı Arşivi ve kütüphaneleridir. Bu hazineyi korumanın tarihî, dinî, insanî, vicdanî ve medenî vazifemiz olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?
Birkaç hafta önce Osmanlı Arşivi uzmanlarının diğer Başbakanlık çalışanları gibi personel havuzuna alındıklarından, büyük bir kısmının tercihleri sorulmadan uzmanlık alanlarıyla hiçbir ilgisi bulunmayan kurumlara dağıtıldıklarından söz etmiş, kendilerini arşive adamış, her biri yetkin bir uzman olan arşiv çalışanlarının görevlerine bir an önce iade edilmeleri gerektiğini yazmıştım. Bu yanlış karardan dönüldüğünü ve bütün uzmanların geri çağrıldığını memnuniyetle öğrendim. Devletin görevi, yetişmiş arşiv elemanları tasfiye etmek şöyle dursun, yeni uzmanlar yetiştirmek için özel programlar geliştirmektir. Hâlâ okunmamış ve tasnif edilmemiş milyonarca belge var.
Osmanlı Arşivi, bir an önce bütünüyle kullanılır hale getirilmeli ve asla yok edilemeyecek şekilde emniyete alınmalıdır. Zira, büyük Fuzulî’nin dediği gibi:
Dost bî-pervâ felek bî-rahm u devran bî-sükûn
Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tâli’ zebûn