Küreselleşmecilik – Ulusalcılık
Ergin Yıldızoğlu 01 Ocak 1970
ABD Başkanı Trump, “Önce Amerika” sloganıyla seçimleri kazandı, ABD’yi birçok uluslararası anlaşmadan çıkardı, dış ticarette korumacı politikalar uygulamaya başladı. Trump, geçen hafta, Birleşmiş Milletler’de konuşurken “biz küreselleşme doktrinini reddediyoruz, yurtseverlik doktrinini benimsiyoruz” diyordu. Trump bu düşüncesinde yalnız değil. Avrupa’da da küreselleşmeciliğe karşı, popülist ‘ulusalcı’ bir tepki yükseliyor.
Serbest ticaret mi dediniz?
Benim kuşağım, “küreselleşme doktrininin” arkasındaki, dış ticarette karşılaştırmalı üstünlükler fantezisini (pardon teorisi diyecektim) PaulSamuelson’un kitabından öğrenmişti. Yıllar sonra, 2004’te, Paul Samuelson, 89 yaşında, Journal of Economic Perspectives dergisinde yayımladığı, o zaman çok tepki çeken yazıda, ABD’nin serbest ticaret ilkesini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini savundu. Çünkü, Samuelson’a göre, Çin ve Hindistan gibi düşük ücret bölgeleri artık ABD’nin ürettiği her şeyi üretebiliyordu. ABD artık karşılaştırmalı üstünlüklerden yararlanamıyordu. Kısacası o yasa, tükenmiş bir fanteziydi.
Gerçekten de ABD ve diğer gelişmiş ülkelerde, düşük ücret bölgelerinden gelen uluslararası rekabetin katkısıyla, fabrikalar kapanıyor, işsizlik artıyor, ücretler düşüyor, gelir dağılımı giderek daha da bozuluyordu. Ekonomik büyüme ancak hızla genişleyen kredi hacmine dayanarak sürdürülebiliyordu. Giderek artan borçların, hızlanan finansal spekülasyonun yarattığı köpük 2007’de patladı, sert bir ekonomik daralma başladı.
Bu koşullarda merkez ülkelerde, çalışanlar, hükümetlerinden kendilerini korumasını istediler. Hükümetler ise, finansal seçkinleri korumayı, yükü de halkın sırtına yıkmayı seçince, “popülizm” dediğimiz toplumsal tepki patlak verdi. Bu dalgadan yararlanmak isteyen politikacılar, ‘ulusalcılığı’ vurguladılar, küreselleşmeyi reddettiler, ticarette korumacı eğilimleri hayata geçirmeye söz verdiler. Küreselleşme sürecinin yıkıcı etkilerinin yarattığı sığınmacı nüfusa yönelik tepkiler de, küreselleşmecilikten ‘ulusalcılığa’ geçişte katalizör olarak kullanıldı.
Başka bir seçenek olmalı!
Kitlelerinki haklı bir tepkidir. Küreselleşmecilik, kapitalizmin genişleme eğiliminin, modern emperyalizmin, “merkez” ülkelerin dış politikasının egemen ideolojisiydi. Liberaller ve sosyal demokratlar, hatta sol entelijensiya içinde önemli bir kesim, “küreselleşmeciliğin” çevre ülkelerin piyasalarının kullanıma açılmasını meşrulaştırdığını göremediler; ucuz iş gücünden, finansal spekülasyondan yararlanmak için buralara göç eden sermayenin, kendi ülkesinde işsizliği yoksulluğu artırdığını da... Bunlar, küreselleştirmeyi, demokratikleştirici, kaynaştırıcı bir süreç olarak sunan anlatıyı benimsediler; küreselleşme (emperyalizm) karşıtı tepkileri ‘ulusalcılık’ olarak, mahkûm ettiler. ‘Ulusalcılığın’ özellikle emperyalizme bağımlı ülkelerde, tek bir içeriğe indirgenemeyeceğini kimlik siyasetinin basıncı altında kalarak göremediler.
Halbuki daha ortalıkta emperyalizm tartışmaları yokken Marx, monarşilere karşı Cumhuriyetçi halk hareketleriyle başlayan 1848 devrimlerinden Paris Komününe kadar uzanan gelişmelerle ilgili çalışmalarında, etnik bir özellik atfetmeden kullandığı ulus kavramının içeriğinin onu benimseyen sınıfın, sınıflar ittifakının çıkarlarına göre belirlendiğini anlatıyordu. Gerçekten de, Manifesto’da vurgulandığı gibi, işçi sınıfının vatanı yoktu ama, proletaryaulusaldı. Proletarya (siyasi mücadele içindeki işçi sınıfı) kendi çıkarlarını ulusun çıkarları katına yükseltebilir, “ulus” adına, iç ve dış güçlere, dış güçlerin işbirlikçilerine karşı, bir “halk” mücadelesinin önderliğini üstlenir, böylece ‘ulusal’ olanın içeriğini belirleyebilirdi.
Günümüzün ve Türkiye’nin koşullarını düşünerek, bir proletarya mücadelesine dayanacak olan bu içeriğin, etnik, cinsel hatta mezhepçi ayrımcılığı dışlayan, kapsayıcı, demokratik, eşitlikçi bir içerik olacağını, emperyalizmle işbirliği ve ittifak arayışlarını, toplumcu programı olmayan ‘ulusalcı’ gevezelikleri dışladığını, söyleyebiliriz.
Bugün Türkiye’deki iktidarın ve destekçilerinin emperyalist sistem içindeki konumu bellidir. Bu nedenle, proletaryanın çıkarlarının ulus-sınıf katına yükselmesine, “ulusal” olanın içeriğini, tüm çalışanların taleplerini içerecek biçimde belirlemesine, gerçek bir anti-emperyalizmin yardımcı olabileceğini düşünebiliriz. Siyasal İslam’ın egemenliğine karşı sol bir seçenek, ancak, küreselleşmeciliği, Türkçü ve Sünni şovenizmi reddederek, Kürt sorununa adaletli, eşitlikçi bir çözüm üreterek, modernizmin aydınlık yüzünde kalarak, yaratılabilir.