İslamcılık ideoloji mi?
İbrahim Kiras 01 Ocak 1970
İdeoloji kavramını dar anlamda “siyasi ve/veya toplumsal tasarım” olarak tanımlarsak, her ideolojinin bir ütopyası vardır. Ütopyasız ideoloji olmaz. Meşrutiyet devrindeki İslamcılık da bu anlamda bir ideolojidir. O devirdeki Türkçülük cereyanı da. Bir önceki neslin benimsediği Genç Osmanlılar fikriyatı da. Hatta Tanzimatçılık da. Hepsinin bir ütopyası vardı. İdeal bir toplum fikri. İdeal bir siyasi düzen. Vizyon. Ve hedeflenen toplumsal ve politik düzene ulaşmak yolunda neler yapılması gerektiğine dair görüşler. Yol haritası.
Ama 19. yüzyıldan daha geriye doğru gidersek, o devirlerde yaşanan toplumsal ve siyasi problemler konusunda Osmanlı aydınlarının “ileriye yönelik” bir çözüm projesi üretemediklerini -bazı münhasır fikirler olsa bile bunların toplumdaki herhangi bir kesimin ortak görüşü haline gelmediğini- söylemek durumundayız.
“Islahat” adına ileri sürülen çözüm önerilerinin ortak teması “eski düzenin ihyası”fikridir. “Devletimizin güçlü, insanlarımızın mutlu olduğu devirlerde geçerli olan yönetim sistemini terkettiğimiz için bugünkü problemler ortaya çıktı, eski düzene geri dönersek problemler çözülür” fikri. (Bir de bu fikrin sözümona dinî versiyonu var: Toplum olarak dinden uzaklaştığımız için Allah’ın yardımından ve bereketinden mahrum kaldık. Bu yüzden devletimiz zayıf düştü, bu yüzden savaşlarda yeniliyoruz ve toprak kaybediyoruz, bu yüzden zenginliğimizi kaybettik vs.)
Uzun sözün kısası, aydınlarımızın yeni bir toplumsal düzen önerisi yoktur Tanzimat’a kadar. Sonra, dediğim gibi, hemen her neslin bir toplum tasarımı, bir ideolojisi, bir ütopyası var. Cumhuriyeti kuran aydın kuşağının da bir ütopyası vardı. O yolda ciddi adımlar attılar. Ama atılan bu adımlara islamî hassasiyetlerle karşı koyan kesimlerin ütopyası yoktu. Çünkü, bu yazı dizisinin bir yerinde anlatmaya çalışmıştım, bu kitlenin aydınları yoktu artık. Tanzimat’ın aşırı batıcılığına tepki olarak ortaya çıkan Yeni Osmanlılar gibi rehberleri yoktu. Dolayısıyla problemler karşısında sarıldıkları “çözüm önerileri” son tahlilde Osmanlı düzenine, şer’î hukuka, hilafet devletine, hatta ikinci Abdülhamit yönetimine “geri dönmek”ten ibaretti.
1940’lardan, 1950’lerden itibaren bu kesimde yeni bir aydın nesli yetişti. Ama onların da ütopyaları yoktu. Tıpkı “ıslahat” diye “kanun-ı kadim”e dönmeyi savunan klasik dönem Osmanlı aydınları gibi... 1960’lardan, 1970’lerden sonra İslam devleti, İslam nizamı gibi kavramlar dindar kitlenin kimi aydınları arasında revaç buldu ama aslında bu modern kavramların anlam içeriğini de yine Osmanlı düzenine dönmek fikri oluşturuyordu.
Muhafazakâr, dindar, gelenekçi ve aynı zamanda “çevre”nin, yani taşra değerlerinin temsilcisi konumundaki aydınlar orijinal bir ütopya üretemediler. Dolayısıyla -bütün bir cumhuriyet devri boyunca süregelen ve ivmesi giderek artan- toplumdaki İslamlaşma cereyanı daima bir “reaksiyon”dan ibaret kaldı. Bir tepkisellikten.
İleriye yönelik bir hedef, bir toplum tasarımı, yeni bir dünya hayali, bir gelecek ideali sunamadı.
AK Partili yıllarda ise bu kesim en azından psikolojik olarak kendisini iktidar merkezinde görür duruma geldikten sonra reaksiyoner karakteri de bir hayli zayıfladı. Daha konformist bir çizgiye geldi, uyumlulaştı. Dolayısıyla kimilerince Cumhuriyet devri İslamcılığı adı verilen -benim hiç değilse neo-islamcılık demeyi önerdiğim- toplumsal cereyanı -tabii ki yukarıda belirttiğim dar anlamda- ideolojik bir hareket saymak pek doğru olmasa gerek.
‘Gelenekçi İslamcı’ olur mu?
Bu yazı dizisi boyunca tebellür ettirmeye çabaladığım bir diğer husus “yenilikçi İslamcı-gelenekçi İslamcı” ayrımının anlamsızlığı konusuydu. Ama galiba bu konunun yeterince üzerinde durma fırsatı olmadı.
Meşrutiyet İslamcılığı üzerine yapılan çalışmaların çoğunda sözgelimi Mustafa Sabri ile Musa Kazım veya Şerefettin Yaltkaya ile Zâhidü’l-Kevserî aynı ekolün üyeleri olarak gösteriliyor. Bu doğru bir yaklaşım mı?
İslamcılık fikriyatının üç temel direği olduğunu bu seri yazılarda özellikle izah etmeye çalışmıştık: Öze dönüş, ittihad-ı islam ve istibdat karşıtlığı... Bunlar aynı zamanda İslamcılığın “olmazsa olmaz” nitelikleri. Bir bakıma hangi görüşün veya hangi siyasetin İslamcılık sayılabileceğinin kriterleri.
Burada “öze dönüş” prensibinden kastedilenin Müslüman zihniyetinin rasyonelleşmesi, “ittihad-ı İslam” idealinden kastedilenin bilhassa İngiliz emperyalizmi karşısında dayanışma içinde bir mücadelenin yürütülmesi talebi ve “istibdat karşıtlığı” siyasetinden kastın da kendi çıkarlarını düşünen zorba ve oligarşik yönetimler yerine demokratik rejimlerin tesisi aracılığıyla hem emperyalizme karşı savaşta hem de toplumun aydınlanması yolunda en mühim engelin kaldırılması fikri olduğunu söyledik.
Bu kriterler esas alınacak olursa Mustafa Sabri veya Zâhidü’l-Kevserî gibi isimlerin İslamcı olarak nitelendirilmeleri söz konusu olamaz herhalde.
Diğer taraftan ulema içindeki iki grup arasındaki ayrışmayı sadece siyasi görüşlere indirgemek de yanlış. Yenilikçilerle gelenekçiler arasındaki ayrışmanın İslam tarihi kadar eski bir tartışmaya dayandığını bilmeyen yok. Kendilerine “rey ehli” denilen akılcılarla “hadis ehli” denilen nakilcilerin kavgası hem bugünkü anlaşmazlıkların hem de İslam alemini kültürel olarak biçimlendiren itikadi ve fıkhi mezheplerin kaynağı. Osmanlı’nın son döneminde görülen ayrışma ise daha karmaşık. Bu dönemdeki “gelenekçilik” aynı anda hem rey ehlinin hem de hadis ehlinin birikimini sahiplenen, aynı zamanda müteşerri tasavvufu benimseyen bir tavır. Yani Osmanlı kültürü içinde şekillenmiş klasik İslam anlayışı. Burada sorun yok. Buradaki sorun sözkonusu birikimi sahiplenmede değil, bu birikimi dokunulmaz görmedeydi.
İslam’ın temel mesajının çağlar boyunca farklı kültürel ortamlarda yorumlanması sonucunda oluşan bu birikimin bizzat İslam olarak görülmesine itirazın adı İslamcılıktı zaten. Yani ülkedeki ve dünyadaki büyük sosyokültürel değişimlerin ortaya çıkardığı yeni şartlara cevap verecek şekilde yeni yorumlar yapılmalı diyordu İslamcılar. Akif’in formülasyonuyla “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” diyorlardı. Tıpkı önceki asırlarda yapıldığı gibi. Gelenekçi ulema ise önceki asırlarda yapılan yorumları artık saygıyla benimseyip sahiplenirken bu çağda yapılacak yeni yorumlara kuşkuyla bakıyordu. Tıpkı geçmişteki yeni yorumlara kuşkuyla bakıp itiraz eden o çağların gelenekçileri gibi. (Sözgelimi kendi devrinde akılcı yaklaşımı yüzünden nakil taraftarlarınca dinden çıkmakla suçlanan bir alim olan Ebu Hanife’yi hem gelenekçilerimizin hem de yenilikçilerimizin aynı derecede benimser görünmelerindeki çelişki buradan kaynaklanıyor. Bazı yeniliklerin zaman içinde gelenek haline gelebilmesinden.)
Cumhuriyet Türkiye’sinde “İslamcılık” dendiğinde anlaşılan şey anti-modernist toplumsal reaksiyon ve bilahare “dini kuralların geçerli olduğu bir toplum düzeni taraftarlığı” olarak tezahür eden anlayıştır demiştik... Benim Meşrutiyet İslamcılığından ayırmak için hiç değilse neo-İslamcılık diye tanımlamayı önerdiğim bu anlayışın gelenekçi karakteri ortada. Mustafa Sabri-Zâhidü’l-Kevserî çizgisinde bir İslam anlayışıdır bu. Yani “İslamcılık” değildir.