‘Reisleşmenin’ üniversitesi!
Yakup Kepenek 01 Ocak 1970
Başkan Erdoğan, 13 Ekim’de Erciyes Üniversitesi’nde yeni ders yılının açılışında şöyle diyor:
“Türk üniversitelerinin tarihlerinin en özgür, en bağımsız, en güçlü dönemleriniyaşadıklarını gayet iyi biliyoruz.”
Üniversite ile ilgili bu keskin ve kesin sonuç ne bir tarihsel karşılaştırmaya, ne de bir bilimsel araştırmaya dayanıyor!
Bu nedenle olmalı, aynı Başkan, 19 Ekim’de Dokuz Eylül Üniversitesi’nin açılış konuşmasında, Türkiye’nin nasıl oluyor da dünyanın en büyük 500 üniversitesiarasında esamisi okunmuyor diye yakınıyor!
Bu çelişik sözler nasıl açıklanabilir?
Reisleşme süreci
Açıklayıcı kavram reisleşmedir. Türkiye yeni rejimle birlikte adına reisleşme diyebileceğimiz ve giderek egemen olan bir süreç yaşıyor. Burada reisleşme, bir kurumun başındaki kişinin Başkan Erdoğan gibi davranması ve kurumunu aynı anlayışla yönetmesi olarak tanımlanıyor.
Başkan tarafından atanan tüm yöneticiler, onun gibi davranmaya başlıyor; uygun bir deyişle reisleşiyor. Bakan, gazeteciyi haşlıyor; hakkında suçlamalar yayımlanan rektör, bunlarla ilgili bir açıklama yapma gereği bile duymuyor.
Geleneksel olarak, siyasal partilerde, kooperatiflerde, derneklerde, vakıflarda ve kimi sendikalarda var olan başkana bağımlı oluşumlar, yeni rejim ile birlikte iyice yerleşip pekişti; reisleşmeye dönüştü. Reisleşmenin çok önemli bir özelliği var: Reisleşmede dışarıdan eleştiri yapılamaz; çünkü reisleşme eleştiri içkindir.
Evrensel ölçülere göre üniversitenin özgür sayılmasının iki önkoşulu vardır; yönetimin özerk olması ve bilimsel araştırma özgürlüğü.
Üniversite
Türkiye üniversitelerinin neredeyse tamamında reisleşen rektörlerin yönetimi ile üniversite özerkliği asla bir araya gelemez; bağdaşmaz. Bu ülkede üniversite yönetimleri özerk değildir; YÖK yoluyla ya da doğrudan doğruya Başkan’a bağımlıdır.
Daha yakından bakılırsa üniversitenin araştırma özgürlüğü bakımından da ağır yaralı olduğu kolayca görülür.
En son 8 Temmuz 2018 tarihli KHK ile olmak üzere son yıllarda üniversiteden uzaklaştırılan bilim insanı sayısı 6000’i (altı bin) aşmış bulunuyor. Üstelik bugün görevinden uzaklaştırılanların, 12 Eylül faşizminin 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’yla bencileyin görevden aldıkları gibi Danıştay’a başvurma hakları da bulunmuyor. Yönetim ve savcılık soruşturmalarının kol gezdiği, ihbarların havada uçuştuğu; her an kovulma korkusunun yaşandığı bir ortamda bilimsel araştırma özgürlüğünden söz edilemez.
Olumsuzluklar bunlarla da sınırlı kalmıyor. Gerek araştırmaya ayrılan para kaynaklarının, gerekse yeni akademik kadroların öğretim üyelerine dağıtılmasında, nesnel davranılmadığı, bu işlemlerde üretkenliğin ve yeterliliğin değil, reisleşen rektöre yakınlığın en belirleyici etken olduğu; atılanların yerine ve yeni kadrolara rektörlerin yakınlarının alındığı; bunların kayırılıp kollandığı, terfi ettirildiği de, duyulabildiği kadarıyla, kamuoyuna yansıyor.
Ek olarak, maaşların yetersizliğinin de bir sonucu olan aşırı ders yükü, araştırmaya ve bilgi üretimine çok az zaman bırakıyor. Akademik görev yalnızca var olan bilgilerin öğrenciye aktarılmasına dönüşüyor. Üniversite en temel görevlerinden biri olan bilimsel bilginin üretilmesinde çok yetersiz kalıyor; giderek kısırlaşıyor.
Burada sıralananlardan çok daha fazla olan eksik ve yetersizliklerini düzeltemeyen üniversite, reisleşen rektörlerinin elinde, toplumu geçtik, kendi iç sorunlarına bile çözüm bulamıyor.
Çözüm arayışını da reisleşmenin baş mimarı olarak üniversiteyi hem sevenhem döven Başkan Erdoğan üstleniyor; eğitimdeki içerik ve sistemde büyük sıkıntı var diye dile getiriyor! Ekliyor: Bilim üreten bir üniversite iklimi oluşturmadan hiçbir sonuç elde edemeyiz!
Böylece reisleşen rektörlerin yönettiği üniversite tümüyle işlevsiz kalıyor.