Eski tartışmanın banttan yayını
İbrahim Kiras 01 Ocak 1970
Son günlerde neredeyse toplumun bütün kesimlerinin dahil olduğu “Andımız”polemiği bağlamında konuşulanlar bana çok tanıdık geliyor. Ondokuzuncu asırda Osmanlıcı, Türkçü ve İslamcı aydınlar arasındaki “milli kimlik” tartışmalarının banttan yayınını seyrediyoruz sanki
Hemen hemen Tanzimat’tan itibaren üzerinde kafa yorulup müzakere edilen ve ancak yirminci asır başında fiili durum şeklinde bir neticeye ulaşmış -yani gerçek anlamda çözülmemiş- olan mesele hakkında serdedilen görüşler, öneriler, itirazlar vs. bugün konuştuklarımızla hemen hemen aynıydı. Yüz sene sonra o noktadan ileriye bir arpa boyu yol gidememiş olmamız üzücü. Doğal sosyolojik gelişmenin bu kadar yavaş seyretmesi -ve hatta yer yer ileriye değil geriye doğru işlemesi- aynı zamanda toplumsal düzenin sağlığı açısından tehlike habercisi sayılmalı.
Osmanlı’nın son yüzyılında da kuşatıcı, kapsayıcı, ortak bir millet kimliğine ihtiyaç olduğu hususunda ihtilaf yoktu. Bugün de yok gibi. Ancak bu milletin veya ortak kimliğin adının ne olduğu konusunda uzlaşma yoktu. Bugün de yok görünüyor.
***
Modernleşme sürecinde “Osmanlı milleti” diye bir kimlik adlandırmasıyla tanıştık ilk önce. Cumhuriyet dönemine kadar -yani Osmanlı adının anlamının ortadan kalkmasına kadar- kimlik tartışmalarımız bu kavramın içeriği veya kapsamı üzerineydi…
Tanzimat Fermanındaki “bilâ tefrik-i cins-ü mezhep” ifadesi, “din ve milliyet ayırmaksızın” demektir ki Osmanlı’nın kadim “milletler sistemi”nden vaz geçildiğinin ilanıdır bu. Çünkü “milletler sistemi”ne göre Osmanlı uyruğu olan vatandaşlar (daha doğrusu “kullar”) dinî aidiyetleri itibarıyla İslam milleti, Yahudi milleti, Ortodoks milleti… vs diye tasnif edilen toplulukların mensubu sayılıyorlardı.
Tanzimat kadroları ülkenin modernleşmesi amacı doğrultusunda yapılması gereken işlerin başında Fransız modeline uygun bir vatandaşlık düzenine geçilmesini görüyorlardı. Başka türlü uyrukların devlete sadakatini temin etmenin artık mümkün olamayacağını görüyorlardı. Milliyetçilikler çağındaydık… Etnik toplulukların hemen hemen tamamında bağımsız millet olma arzusu uyanmıştı… İşte bu yüzden kadim milletler sistemi “alelacele” terk edildi; dini ve milliyeti ne olursa olsun devletin bütün tebaası eşit vatandaşlar olarak ilan edildi. Ancak eşitlik ilan edince eşitlik gerçekleşmiyor her zaman. Sosyolojik şartlar değişmeden sosyal düzen de talimatla değişmiyor.
Yeni vatandaşlık rejimi eşit ve imtiyazsız bir Osmanlı milleti yaratmayı hedeflemiş; ancak neticede arzu edilen amacın aksine Hıristiyan unsurun imtiyazlı bir kitleye dönüşmesine yol açmıştı. Çünkü toplumsal “altyapı” değişmiş değildi. O günkü uluslararası düzen de hem ekonomik gerekçelerle hem de -bizim terk etmemiz istenen- din kardeşliği motivasyonuyla eşit vatandaşlıktan ziyade Osmanlının gayrimüslim uyruklarına imtiyaz kazandırmaya yönelik bir tutum içindeydi.
Ancak, bütün itirazlara rağmen devleti ayakta tutmanın yolu olarak eşit vatandaşlık sistemi ve Osmanlıcılık görüşü 93 Harbi’ne kadar revaçta kaldı. Hıristiyan tebaasının meskûn olduğu toprakların ciddi bir bölümünü kaybederek gayrimüslim vatandaşlarının toplam nüfus içindeki oranları azalan Osmanlı devleti için Osmanlıcılık fikri eskisi kadar cazibe taşımamaya başlamıştı. İlaveten savaş sırasında Müslüman ahaliye karşı işlenen vahşice kıyımların etkisiyle gayrimüslimlerle Müslümanların eşit vatandaşlık temelinde ortaklaşa oluşturacakları bir millet fikri gerçekçi bulunmamaya başlamıştı. Bunun neticesinde Türkçü ve İslamcı aydınların “milli kimlik” önerileri gündeme geldi.
***
Türkçülere göre Osmanlılar adı verilen “millet”, Orta Asya’dan bu coğrafyaya gelip burada bir devlet kurmuş olan Oğuz Türkleridir. Dolayısıyla Osmanlı demek Türk demektir. İslamcılara göre bu Osmanlılar farklı etnik kimlikleri de içinde barındıran ama hâkim özelliği Müslümanlık olan İslam milletidir ve zaten tarih boyunca kendilerini bu şekilde adlandırmışlardır. Osmanlıcılara göreyse Osmanlı milleti hem farklı etnik kimliklerin hem de farklı dinlerin mensuplarından müteşekkildir.
Aslında her üç görüşün de ortak yanı devleti ayakta tutma arayışı olmalarıydı. Osmanlıcılar devletin bütün unsurlarını bir arada tutmanın hâlâ mümkün olduğunu, bunu sağlamanın yolunun da kendi siyasi tasarımlarını gayrimüslimlere de kabul ettirmekten geçtiğini düşünmekteydiler. İslamcılar ise milleti bir arada tutacak yegâne bağın Müslüman kimliği olduğuna inanmışlardı. Türk kimliğinin öne çıkarılmasının Arnavut, Gürcü, Çerkes, Kürt, Arap gibi Müslüman toplulukları devletten koparabileceğinden endişe ediyorlardı. Buna mukabil Türkçüler devleti ayakta tutabilmek için öncelikle “asli unsur”a dayanmak ve bu asli unsurun kendi kimliğinin bilincine varmasını sağlamak gerektiğine kanaat getirmişlerdi. Onlara göre milliyetler çağında bütün etnik topluluklar kendi kimlik bilinçlerini geliştirirken asli unsurun milli bilinçten uzak tutulması devletin bekası adına büyük bir tehlike oluşturuyordu.
Uzun sözün kısası, asıl mesele devleti ayakta tutmaktı. Bu amacı gerçekleştirmek yolunda hangi aracın kullanılması gerektiği konusunda ihtilaf vardı sadece.
Bugünkü tartışmanın altında ne var peki?