Ehl-i Sünnet tek tip midir?
Mustafa Çağrıcı 01 Ocak 1970
Başta ilk üç nesil ve mezhep kurucuları olmak üzere, Ehl-i Sünnet’i oluşturan ulema arasında, hatta hocalar ve öğrencileri arasında bile sayısız ihtilaflar olmuştur. Bazen devreye siyaset girse de bu tartışmalar bilhassa İslâm’ın ilk beş-altı asrında olgun bir fikir ve yorum özgürlüğü ortamında sürdürülmüş, bu da İslâm’a altın çağını yaşatmıştır.
Bir örnek vereyim: Ehl-i Sünnet’in öncü nesli Ashab-ı Kiram’dır, yani Hz. Peygamber’in dostları, arkadaşlarıdır. İslâm’ın ilk tecrübesi onların hayatı olduğu için, doğaldır ki, dini ilgilendiren meselelerde önce onların ne dediğine bakılmış; hatta Ehl-i Sünnet’in Mâlikîlik kolunun kurucusu İmam Malik Medinelilerin uygulamalarının (amel-i ehl-i Medine) herkesi bağladığını savunmuştur. Fakat başta İmam Şâfiî olmak üzere bu görüşü reddedenler de olmuştur. “Hüccetü’l-İslâm” Gazâlî, el-Mustasfâ’sında Mâlik’in (dinî delillerden olup, kabaca ‘ortak görüş’ anlamına gelen) icma‘ı Medine halkıyla sınırlandırdığını belirterek, “Muhtemelen Mâlik gibileri bu görüşlerini Hz. Peygamber’in Medine halkı hakkındaki övücü ifadelerine dayandırmışlardır. Ancak o ifadeler... icma‘ın Medinelilerle sınırlandırmasına kanıt olamaz” demiştir.
***
Tek tip bir “Ehl-i Sünnet”in bulunmadığının diğer bir önemli örneği, “cihad”la ilişkili ayetlerin neshi” meselesidir.
O devir uleması, her ne kadar bütün dünyayı Müslüman yapma veya İslâm hâkimiyeti altına alma” gibi dinî sebepler göstermişlerse de cihadla ilgili ayetlere ve hadislere -gayet doğal olarak- siyasi, ekonomik, sosyal, psikolojik... sebeplerin etkisiyle de bakmışlardır. Esasen o çağların dünyasında günümüzdeki gibi bir barışçılık edebiyatı yoktur; hayatın rutini savaştır. Barış aralıkları adeta yeni savaşlar için hazırlık fırsatlarıdır. İslâm âlimleri de böyle bir dünyada savaş için dinî meşruiyet ve gereklilik üretme çabasında olmuşlardır.
Dolayısıyla, Medine dönemi şartlarında putperest Araplara karşı nihai hâkimiyeti sağlayıp bu işi bitirmenin bir ifadesi olan “Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” (9/5) cümlesini birçok âlim Kur’an’ın bütününden adeta kesip almışlar; bunu sınırlayıcı mahiyetteki 114 veya 124 âyetin bu ayetle neshedildiğini (uygulamadan kaldırdığını) söylemişlerdir. Bunlar arasında “Resulüm! Sen kolaylığı/affı seç, iyi olanı emret, cahillere aldırma” (7/199), “İnsanlara güzel söz söyleyin” (2/83) gibi gayet makul ve masum buyruklar da var. Çoğunluk böyle düşünürken, “Hayır bunlar kaldırılmadı, her birinin yeri ayrı” diyenler de olmuştur.
***
Şimdi dünyanın ve İslâm toplumlarının geldiği noktada bu mevzuları bir daha konuşmak zorundayız. Çünkü hâlâ eski yorumlarda ısrar edildiği için İslâm ümmetinin başı dertten kurtulmuyor. Bunları tekrar konuşmanın Ehl-i Sünnet’i ortadan kaldırma çabası olarak anlatılması büyük haksızlıktır.
Bugün Müslümanların halini gördükçe hepimizin içi kan ağlıyor. Bunun en büyük sebeplerinden biri, “cihad” konusundaki eskilerin –kendi çağlarına göre doğal olan- farklı yorumlarıdır. Şimdi “Eski büyüklerimiz söylenmesi gerekeni söylemişler; biz kim oluyoruz!” dememiz ne kadar gerçekçi? Eski büyüklerimizin söylediklerinin bir kısmı günümüzde sorun çözmüyor, tersine sorun üretiyorsa ve bunu en az iki yüz senedir görüyorsak “Şu meseleleri bir daha konuşalım” demeye mecburuz.
Mesela İmam Şâfiî ve daha birçoğu “Bütün dünyayı Müslüman yapıncaya kadar cihad/silahlı savaş farzdır”; İmam-ı Azam ve azınlıkta kalan bir grup da “Hayır, cihadın amacı bu değil; Müslümanların inançlarını özgürce yaşamalarının ortamını oluşturmaktır” demişse, bugün bir âlimimizin “Ben İmam-ı Azam’ın görüşündeyim” demesi veya başka bir konuda Mâtürîdî’nin falan görüşünü kabul etmesi, anlatması neden Ehl-i Sünnet düşmanlığı olsun?
Şunu unutmayalım: Bir bilginin, bir düşüncenin karşılığı -suçlama, hakaret, tehdit vb. değil- ancak yine bir bilgi ve düşüncedir.