AK Parti’yi eleştirmenin dayanılmaz ağırlığı
İbrahim Kiras 01 Ocak 1970
2002’den bu yana kesintisiz devam eden AK Parti iktidarları döneminde bazı aydınlar demokratikleşme, rasyonel ekonomi yönetimi, insan hakları, inanç özgürlüğü gibi konulardaki olumlu buldukları icraata destek verdi. Sonradan bu alanlarda sapmalar, geriye gidişler, yanlış tercihler, kötü yönetim kendini gösterince eleştirilerini ve uyarılarını -seslerini giderek yükselterek- dile getirdiler ama yine de “bütün bunlar sizin vaktiyle iktidara verdiğiniz destek yüzünden” suçlamasıyla karşılaşmaktan kurtulamadılar.
Bu suçlamayı yapanlar ise -bir okurumuz hatırlattı- o günlerde Erdoğan’ın Rum, Gül’ün Ermeni olduğunu anlatıyorlardı. Başbakanın ve bakanların eşlerinin kıyafetleriyle uğraşıyorlardı… İktidar partisine karşı açılan kapatma davasından medet umuyorlardı. Cumhuriyet mitinglerinde “Ordu Göreve” pankartları taşıyorlardı… Özetle dindar/muhafazakâr kitlenin AK Parti etrafında kenetlenmesi için ellerinden geleni (!) yapıyorlardı.
Bugünlerde “geçmişte iktidara destek vermiş olanlar şimdi iktidarı eleştiremezler” diye suçlu ilan edilip -nedense- sesleri kesilmek istenenler ise bir taraftan bu haksız hukuksuz saldırılara karşı çıktılar ve özellikle demokratikleşme ihtiyacı doğrultusunda gündeme gelen reform hamlelerine destek verdiler, diğer taraftan ise iktidar kadrolarını gerektiğinde eleştirmekten ve uyarmaktan geri durmadılar.
Bu noktadan itibaren kendi adıma konuşacağım. Çünkü şu veya bu hükümetin icraatını destekleyen veya eleştiren aydınların hepsini aynı tornadan çıkmış gibi düşünmek hem yanıltıcı olabilir hem de haksızlık doğurabilir. Farklı konularda doğal olarak kişisel tutumlar ve görüşler farklılaşabiliyor. Sözgelimi AK Parti iktidarlarının Kürt sorununa yönelik “çözüm” girişimlerine ben -çoğu arkadaşımın aksine- biraz mesafeli durdum. İyi niyetle tasarlandığını bilmekle beraber bu süreçlerde izlenen yöntemlere ve zihinlerdeki çerçeveye itirazım vardı. Ayrılıkçı terörün sona erdirilmesinden daha önemli olanın ülkede ayrılıkçı eğilimlerin ortaya çıkmasına engel olacak yeni bir paradigma inşaası olduğunu savunuyordum... Ayrılıkçı örgütün terminolojisini (inkâr, asimilasyon, bölge vs.) kullanarak ayrılıkçılığa karşı mücadele verilemeyeceğini düşünüyordum... vs. vs...
Zaten süreç Habur’da bitti. 2012’de başlatılan ikinci çözüm sürecine ise başlangıçta destek verdim, çünkü Öcalan’ın kişisel şartlarından istifade edilerek kotarılmak istenen o süreçten hem bu bakımdan pratik anlamda ümidim vardı hem de aktörlerin değişen dili itibarıyla yeni bir paradigmanın toplumda müzakere edilmesi mümkün görünüyordu. Ancak bu teşebbüsün de sarpa sarma riski belirmişti. PKK devletin iyi niyetini suistimal peşindeydi. Çözüm süreci zarar görmesin diye gösterilen hassasiyetin istismar edildiğini, Doğu illerinde kamu otoritesinin kalmadığını, şehirlerin cephaneye dönüştürüldüğünü vs. yazdım. Kısa süre sonra zaten “hendek” olayları baş gösterdi, uyarılarımızın yersiz olmadığı ortaya çıktı.
Ergenekon yargılamaları sırasında tezgahlanan kumpaslara itiraz etmekten başlayarak devlet içindeki Fetullahçı yapılanmaya karşı çıktığımda henüz örgütle parti arasında bir ayrışmanın ihtimali bile görünmüyordu.
Benimle birlikte az sayıdaki birkaç arkadaşımızın daha o günlerde sorumluluk hissiyle ciddi riskler üstlenerek yazdıklarını “bunlar partiyle cemaat arasında fitne çıkarmaya çalışıyorlar” diye şikâyet edenler şimdi medya iktidarının merkezindeler. Şimdi de FETÖ’ye karşı yürütülen mücadele çığırından çıkarılmamalı, hukuktan vaz geçilmemeli, adil olunmalı vb uyarıları yapanları FETÖ ile işbirliği yapmakla suçluyorlar!
Başkanlık tartışmaları daha yeni başladığı günlerde bu sisteminin Türkiye’nin yönetim geleneğine ve siyasi/sosyal şartlarına uygun olmadığını yazan, sonraki süreçte de bu görüşünü hiç değiştirmeyen biri olarak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin halk oylamasında kabul edilmesinin nasıl sorumlusu oluyorum?
Gezi Parkı olaylarının daha ilk günlerinde bunun toplumsal bir patlama olduğunu, iktidarın dilinin bu patlamaya yol açtığını, tarihî Topçu Kışlası’nın yeniden inşası fikrinin başından beri bir “rant girişimi” olarak algılanmasının önüne geçilemediği için olayların bu noktaya geldiğini, çözümün polisiye değil politik olması gerektiğini “iktidara en yakın” denilen gazetede yazdım.
Benim gibi düşünenlerin ne dediğine kulak asılmayıp meydan aşırı gruplara bırakılarak -ve belki yabancı ellerin müdahalesine açılarak- toplumsal kutuplaşma onarılması mümkün olmayan bir raddeye ulaştırıldıysa, bunun sorumlusu herhalde ben değilim.
Şimdi bakıyorum da AK Parti iktidarları sürecinde eleştirdiğim konular desteklediğim politikalarından daha fazla. Çünkü eli kalem tutan insanların görevi alkışlamak değil, gerektiğinde eleştirmek, uyarmak olmalı diye düşündüm hep. Mesele şu ki bu eleştiriler herhalde AK Parti’ye yakın “mahalle” medyasında çıktığı için olsa gerek eleştiriden sayılmıyor!
Mahalle demişken… Vaktiyle “mahalle” medyasında iktidara yönelik eleştiriler, uyarılar yapılabiliyordu. Sonra her şey değişirken o da değişti. Oysa alkışçı bulmak kolaydır, çünkü bu işi yapmak için fazla bir donanım gerekmiyor. Ama yanlışlarınızı gösterip sizi uyaracak ve belki yol gösterecek evsafta kişilere her köşe başında rastlayamazsınız.