Trump şimdi, politikacıların en ‘dürüstü’ olmuyor mu!
Erol Manisalı 01 Ocak 1970
Siyasetçiler dünyada ve içerde diplomasi (ve siyaset) adı altında en kıvrak yalanların çukurunda, sahnedeki yerlerini alırken Trump dürüst bir biçimde söylüyor:
- Kaşıkçı’yı Salman mı öldürttü gibi işlerle hiç uğraşmadan “kendisinin nasıl davranacağını” dürüstçe(!) söylüyor: Salman faşist mi, katil mi, ben bunlara bakmam. Beni ABD’nin (ve benim) çıkarlarım ilgilendirir: en azılı katil ve faşist olsa bile onunla “iyi” ilişkiler içinde olup yüzlerce milyar dolar kazanacağım, deyiveriyor. Emperyalizmin (ve vahşi kapitalizmin) gereğini yapıyor.
2003’te Trump başkan olsaydı Tony Blair ABD ile birlikte o tarihi yalanını söyleyemezdi: “Bağdat dikta ile yönetiliyor, zehirli gaz kullanıyor, demokrasi için saldırıyoruz” diyemezdi. Yıllar sonra, iş işten geçtikten sonra, “dünyaya yalan söyledim” özrünü yapamazdı. Trump kalkar, “biz BOP için işe, Irak’ıparçalayarak başlıyoruz, çıkarımız onu gerektiriyor” deyiverdi.
Trump, Büyük İskender’in danışmanı Aristo’yu da Makyavel’i de yalancı çıkardı, bütün yapacağı pisliklerini önceden söyleyiverdi. Trump, vahşi kapitalizmin ürettiği farklı bir “ürün”: bütün bunları adeta bir robot edası ile yapıyor, sanki dünya ile dalga geçiyor.
Toplumsal örgütlenmeler yoksa...
Eğer dünya ülkelerinin yüzde 85’inde, katılımcı demokrasiyi oluşturacak toplumsal örgütlenmeler yoksa, insanlar toprak ağasına, din ağasına, sermaye ağasına, parti ağasına, asker ağasına bağlanıyorsa “siyaset” bu bataklığın bir parçası olur.
Siyaset adı altında, “siyasal bir oyun” sergilenir ve kalabalıklar (sürüler) bu oyunu iki ayakları ile alkışlayarak seyrederler: aynen dizi seyreder gibi...
“Uzay dekanı” çıkıp, kadını yok edince çok şaşırırlar. İşte Trump nüfusun çoğunluğunun böyle olduğu bir ortamda ne düşünür: “Dama” bile bilmeyen bu çoğunluk karşısında “satranç” oynamaya çalışmak büyük bir aptallıktır: aptalı oynayacağıma, açıkça yapacağımı söylerim: bırakın onlar bana “aptal Trump” desinler: ben kazanırım, ama Tony Blair ya da Obama gibi dolaylı yollardan gidenler kaybederler: “dama” oynarken “satranç” gibi düşünmek, esas aptallık budur, der ve yürür.
Dürüst ve yalancı politikacıları bir daha düşünmemiz gerekmiyor mu!
Ve Londra’daki ‘Türkiye tuzağı’!
İngiliz Dışişleri Bakanı, Brexit için “Türkiye’nin düştüğü tuzağa düşüyoruz” dedi ve adını koydu; “Türkiye tuzağı”. Çok haklı: İngiltere AB’den çıkınca şöyle bir ikilem doğuyor: bir yanda AB içinde baş aktörlerden biri olan, “AB ekonomik, sosyal ve siyasal sisteminin bir parçası olmuş: insanları, şirketleri, bürokrasisi bu doğrultuda bütünleşmiş: ayrılınca hem yarı evli (bizim gibi kuma), hem de AB dışı tüm dünya ile ilişkileri etkilenip kısıtlanacak”: bir Japonya, bir Rusya, bir Amerika gibi ekonomik bağlar kuramayacak: bizim düştüğümüz tuzağa düşecek. Biz, “planlı ve programlı bir biçimde haksız rekabet koşulları içine düşürüldük”.
Mart 1995’te 60 akademisyeni arkama alarak, bu tuzağa düşmemek için her şeyi yaptım: Besim Üstünel’den Rona Aybay’a, Mükerrem Hiç’ten Mümtaz Soysal’a, Taner Berksoy’a kadar 60 profesör imza attı.
“Türkiye’nin Askersiz İşgali” kitabımda(*) olayları tüm belgeleri ile ortaya koydum: 6 Mart 1995 Gümrük Birliği tuzağı, 12 Eylül’ün “gülen yüzlü Batıcı ayağı” idi. “Avrupalı kafadakiler” değil, “Batıcı ve Avrupacı kafadakiler” öne çıkmışlardı.
Kimse fark etmedi ama bu “kumalık anlaşmasını”, içimizdeki o zamanki FETÖ’cüler de desteklediler. “Batıcı” gömleği etkili oldu: ulusalcıları karşılarına aldılar: aynen FETÖ’nün 2000’li yıllarda açık açık yaptığı gibi.
İşin ilginç yanı Brexit İngiltere’de, Atlantikçiler ve Avrupacıları karşı karşıya getirdi. Bizdekinden oldukça farklı bir durum.
Ama İngiliz bakanın “Türkiye tuzağı” ifadesi daha şimdiden diplomasi ve siyaset tarihine kaydedilmiş bulunuyor. Benim onca yıllık çabamı kanıtlamış oldu.
(*) Türkiye’nin Askersiz İşgali, Cumhuriyet Yayınları, 2009, Hayatım Avrupa dizisinin üçüncü cildi.