Demokrasi yorgunu kitlelerin yeni efendisi otoriter liderler
Mehmet Ocaktan 01 Ocak 1970
Heinrich Geiselberger’in hazırladığı ‘Büyük Gerileme’ kitabındaki İvan Krastev’in makalesinde Jose Saramago’nun ‘Ölüm Bir varmış Bir Yokmuş’ romanına atıf yapan bölümü okurken, demokrasi yorgunu çağımızın başındaki büyük belayı, yani popülizm hastalığını çok derinden hissettim. Romanı okuduğumda popülizmin ayak sesleri henüz bugünkü kadar yakınımızda değildi. Dolayısıyla Saramago’nun o hayali ülkesinden otoriter liderlere açılan kapıyı pek ciddiye almamıştım, ama tehlike şimdi yanı başımızda...
Saramago ölümün, insan hayatındaki önemini kaybettiği X bir ülkenin hikâyesini anlatır ve roman “Ertesi gün kimse ölmedi” cümlesiyle başlar... Düşünün ki artık kimse ölmüyor, herkes sonsuza kadar yaşayacak, ancak hayatın döngüsü hiç de öyle işlemiyor. Kimsenin ölmemesi ülkeyi karıştırıyor, önüne geçilemeyen bir nüfus artışı, devletin yetersizliği had safhaya ulaşıyor. Ve sonunda tabiri caizse merdiven altı şirketler ya da mafyatik yöntemlerle ölüme çare arayışı başlıyor... Yazar meselenin siyasal analiz bahsine girmez ama yönetimin yaşlıların eline kaldığı bir ülkede, bütün kapıların kendilerine kapandığını gören genç kuşakların “kamusal alanları işgal et” tarzı eylemlere başlaması kaçınılmazdır.
***
Saramago’nun günümüz dünyasına harika bir sunuş yaptığı noktadan baktığımızda, “Biz bize yeteriz” anlayışından yola çıkan ve ‘büyük milli devlet’hayalleri kuran popülist otoriter liderlerin yükseliş hikâyesi de böyle başlıyor.
İşte demokrasi yorgunluğunun bütün Avrupa kıtasına vurduğu bir dönemde, liberal demokrasinin tehlikeli krizi de tam bu noktada başlıyor. İvan Krastevdemokrasinin kâbusa dönen rüyasını, Saramago’nun kitabından çıkarak şöyle tanımlıyor: “Batı’nın küreselleşme deneyimi, Saramago’nun ölümsüzlükle hayali flörtüne benziyor. Birdenbire kâbusa dönen bir rüya. Sadece birkaç yıl önce, Batı’daki birçok kişi, dünyanın açılmasının tüm sorunlarımıza çare olacağı fikrindeydi. Bu heyecan bitti. Bunun yerine, sınırların insanlara, sermayeye, ürünlere ve fikirlere açılmasını öngören 1989 sonrası ilerlemeci liberal düzene karşı, demokrasinin liberalizme isyanı şeklinde yükselen dünya çapında bir ayaklanma görüyoruz.”
Talihsizliğe bakın ki bugün demokrasiyi yok etmek üzere yola çıkan popülist liderler, demokrasinin nimetlerinden yararlanarak yıkım işlemini gerçekleştiriyorlar. Bu konuda en net örnek Amerika ve Brezilya seçimleridir. Trump’a oy veren 62 milyon Amerikalı aynı zamanda demokrasiye karşı oy kullandı. Aynı şekilde Brezilya’da da insanlar, açıkça demokrasiye savaş açan Jair Bolsonaro’nun demokrasiyi yok etmesi için oy kullandılar.
Şu bir gerçek ki gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da demokrasiden yorulmuş büyük bir kitle var ve bu yorgun kalabalıklar liberal demokrasinin özgürlükçü politikalarını yok etmeye söz vermiş otoriter liderlerin başarısının temelini oluşturuyorlar.
Kuşkusuz bu yorgunlukta küresel kapitalizmin yarattığı eşitsizlik önemli bir rol oynuyor. Ancak daha da önemlisi yabancıların, göçmenlerin refah toplumlarına yönelmesiyle birlikte bu ülkelerdeki ulusalcı refleksin liberal demokrasiye karşı ciddi bir güvensizliğe dönüşmesidir. Maalesef Batı toplumlarında sayıları azımsanmayacak bir kesim, herkese eşitlikçi ve özgürlükçü bir hayat vadeden insan hakları ideolojisine karşı öfke duyuyor. Bu yüzden de küresel tahammülsüzlük giderek derinleşiyor.
***
Evet liberal demokrasi son dönemlerin en büyük kâbusunu yaşıyor. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor ki, Batı’nın liberal demokrasiden koparak ulusalcı reflekslerle kendi içine kapanmasının herkes için negatif sonuçları da olacaktır. İnsan hakları ideolojisinin Batı toplumlarında değersiz hale gelmesi, her ne kadar bu toplumların yabancılardan ve göçmenlerden kurtuluşu için bir vesile gibi gözükse de, aynı zamanda Batı’nın cazibesini solduracaktır.
Ayrıca şunu da unutmamak lazım ki, günümüz küresel şartlarında insan haklarını ve özgürlükleri terk ederek, geri getirilmesi mümkün olmayan bir ekonomik egemenliği tekrar elde etmeye çalışmak beyhude bir gayrettir. Zira bugün büyük ekonomik güce sahip olan Avrupa ülkelerinin hemen tamamı bu gücü demokrasiye ve küresel ekonomiye borçludur. Dolayısıyla sınırları insanlara, sermayeye, fikirlere kapatmak ilerlemeci bir anlayışın değil, sadece gerici ideolojilerin işine yarayabilir.
Kapılarını, sınırlarını kapatabilirler, hatta mallarını da istifleyebilirler, ama geçmişte insan hakları ideolojisinin olmadığı dönemde yaşadıkları kanlı iç savaşlarıyla oluşan hafızalarını tümden silemezler. İnanıyorum ki Avrupa’da oluşacak siyasi bir akıl, bu demokrasi nefretini durdurmayı başaracaktır.