Toplumun gerçeği olarak sokak
Ergin Yıldızoğlu 01 Ocak 1970
Toplumda siyasi iktidarı eline geçirmiş olanların, mükemmellik izlenimi verebilmek, tek seçenek olduklarını kanıtlayabilmek için bastırmak, görünmez kılmak zorunda kaldıkları “seslerin” ve “bedenlerin” geri geldiği, kendilerini gösterdiği seslerini duyurduğu yerdir sokak.
Sokak “seçildim istediğimi yaparım” diyen politikacılara, demokrasinin seçimlerden öte bir şey olduğunu gösterir. Sokak, kurtarıcı lider fantezisini deler, gerçeği ortaya koyar, liderlere yanlış politikaları değiştirmeleri için, topluma da otokratlardan, despotlardan kurtulmak için bir fırsat penceresi açar.
Fransa...
Fransa’da ‘Sarı Yelekler’ hareketi tam da böyle bir şeydi. Başkan Macron sonunda mesajı, kısmen de olsa aldı, politikalarında kimi düzeltmeler yaparak sokağın sesini dinlediğini göstermeye çalıştı.
Bundan sonra hareketin nereye gideceğine, bir Liberasyon yazarının vurguladığı gibi, “istediklerimizin bir kısmın aldık eve gidelim” ile “istediklerimizin bir kısmını aldık tamamını almak için devam edelim” önermelerinden hangisinin seçileceğine mantık değil güçler dengesi karar verecekti.
“Sarı Yelek” hareketinin henüz bir öfkeli “çokluk” olmayı aşamadığına işaret etmiştim. Hareket kendini, katılan toplumsal kesimlerin somut talepleriyle değil, siyasi bir anlamı olmayan “Sarı Yelekler” kavramıyla, “bir boş göstergeyle” tanımlıyordu. Bu “boş göstergenin” içini dolduracak, anlamını belirleyecek bir “üçünü şey” henüz ortada yoktu. Sonuç olarak bu hafta başlarken, “sarı yelek” hareketine katılımın düşmeye başladığını okuyorduk...
Yine de Sarı Yelekler, yalnızca Fransa’da değil, birçok başka ülkede de toplumun gerçeğinin, bastırılanın, hatırlanmasına yardımcı olacak bir fırsat penceresi açmayı başardı. Öyle ki, despotların, otokratların “sokak” korkusunu yeniden depreştirdi.
Macaristan
Macaristan’da Başbakan Viktor Orban, iktidara geldiğinden bu yana ülkesinin demokratik kurumlarını sistemli bir biçimde etkisizleştiriyordu. Yargı bağımsızlığını ortadan kaldırdı, ülkedeki medyanın yaklaşık yüzde 90’ını kendisine bağladı, sonra da bunları tek bir vakıf altında toplayıp, üzerine “stratejik” damgası vurarak yasal denetimin dışına çıkardı.
Yaptığı yasal düzenlemelerle bir gün seçimleri kaybetme olasılığını ortadan kaldıran Orban, son seçimlerde oyların yüzde ellisinden azını almasına karşın mecliste iskemlelerin yüzde 2/3’ünü aldı.
Orban bu çoğunluğa dayanarak işletmelere, işçilerine 400 saat fazla mesai yaptırma yetkisi veren bir yasa çıkardı. Dahası işveren, fazla mesai ücretlerini, daha önce olduğu gibi, o yıl içinde değil üç yıl içinde ödeyecekti. Hemen “kölecilik” olarak damgalanan bu yasa, gençlerin yaklaşık yarısının çalışmak üzere başka ülkelere gitme arzusunun etkisiyle oluşan işgücü açıklarını zorla kapatmayı amaçlıyordu. Orban rejimi, işgücü açığını kapatmanın bir yolu olan göçmenliği şiddetli bir ırkçılıkla bastırdığından, ister istemez, yerli işçi sınıfına yüklenmek zorunda kalıyor. Her zaman olduğu gibi, yine ırkçılık dönüp işçi sınıfını vuruyor.
Sendikalardan, muhalefet partileri temsilcilerinden, öğrencilerden oluşan bir kalabalık, geçen hafta, kar kış, eksi 25 derece soğuk demeden, “kölecilik” yasasına karşı sokaklara döküldü. Muhalefet partilerinin vekilleri devlet televizyonuna giderek seslerini tüm ülkeye duyurmak istediler (medyanın yüzde 90’ını Orban kontrol ediyor). Polis vekilleri karga tulumba alıp götürdü. Bu olayın görüntüleri sosyal medyada paylaşılınca halkın öfkesi daha da arttı. Altı gün kesintisiz süren protestolara katılanların sayısı pazartesi günü 15 bine ulaşmıştı.
Orban medyası, artık otokratların (faşist rejimlerin) klasik tutumuna uygun olarak, dış “güçler” tabii en başta da Soros (Yahudiler) yapıyor havasında; protestoların hedef aldığı yasanın içeriğini konuşmaktan yana değil.
Orban da “Burası Paris değil bedel ödersiniz” filan diyor mu bilemiyorum ama, toplumun gerçeği bir kez sokağa çıktı. Duyulmayan sesler duyuldu, görülmeyen bedenler görülür oldu. Bundan sonra bu hareket bastırılsa bile, Orban rejiminin geleceği artık eskisi kadar güvencede değil..