« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

30 Tem

2008

Enver Paşa Türk Ordusunun Ruhudur`

01 Ocak 1970

Tarihin tartışmalı kişiliklerinden biri olan Enver Paşa'yı son eseri "Şehit enver paşa"da anlatan nevzat Kösoğlu'ndan çarpıcı açıklamalar: Enver Paşa Türk ordusunun ruhudur



Mustafa Kemal Paşa’ya “Gazi” diye hitap edildiğini biliyoruz. Enver Paşa’yı anlattığınız bu kitaba “Şehit” ismini vererek bir nazire mi yapıyorsunuz?



Hayır, nazire değil; sadece bir mesaj olduğunu söyleyebilirim. Çünkü Enver Paşa şehit olmuştur. Ayrıca diğer bir kısım arkadaşları gibi, Ermeni komitacıları tarafından şehit edilmemiştir, fiili bir savaş içerisinde şehit edilmiştir. Türkistan’ın kurtuluş savaşları içerisinde şehit olmuş bir insandır. Paşa’nın bu özelliği, bilerek veya bilmeyerek görmezden gelinmiştir. Bunu vurgulamak istedim. Ayrıca “Şehit” ismi, kitabın muhtevası hakkında da bir mesaj sayılabilir. Enver Paşa’ya karşı, alışılagelen piyasa ağzıyla yaklaşılmadığını, hakkının verildiğini ve hatta ona sempatiyle yaklaşıldığını belirtmek bakımından da “Şehit Enver Paşa” ismi uygundu.



Enver Paşa’ya bir iade-i itibar diyebilir miyiz?



Enver Paşa’nın iade-i itibara ihtiyacı yok. Öyle bir durumda değil Enver Paşa.



Resmi tarih yazınımızdaki Enver Paşa imajından dolayı öyle söyledim…



Hayır, o hep yanlış biliniyor. Ortaokul tarih kitaplarını saymazsanız, resmi tarihte de Enver Paşa öyle kötülenmiş, dışlanmış değildir. Ama ortaokul, lise kitaplarında yer alan, “Üç kişi devleti savaşa soktular, imparatorluğu parçaladılar” gibi laflara karşı bir iade-i itibar kabul edilebilir.



Resmi tarih yazınımızda Enver Paşa denilince hemen akla iki tane klişe geliyor; bir tanesi, devleti Almanlara sattı, ikincisi ise, Sarıkamış’ta 90 bin askerimizi öldürdü… Önce ilkinden başlayalım; nasıldı Enver Paşa’nın Almanlarla ilişkisi?



Enver Paşa o sıralarda Alman hayranıydı. Alman ordusuna hayrandı. Henüz genç bir subayken Berlin’de ataşemiliterlik yaptı. Görevi sırasında Alman ordusunu çok yakından izledi. O dönemde de Alman ordusu, gerçekten hayran olunacak düzeydeydi. Hele bizim Osmanlı ordusunun perişanlığı karşısında, Alman ordusunu görüp de hayran olmamak mümkün değildi. Disipliniyle ve eğitim kalitesiyle, Avrupa’da herkesin birinci sınıf olarak gördüğü bir orduydu. Bu hayranlık meselesi, Enver Paşa’nın dönemindeki subaylarımız arasında sıradan bir şeydi. Bizimkiler zaten ya Fransız hayranıydı, ya İngiliz hayranıydı ya da Alman hayranıydı. Kendilerine hayranlık dönemini maalesef kaybetmişlerdi. Enver Paşa Almanların çok sevdiği bir isimdi. Hatta çok genç yaşına rağmen, Alman İmparatorunun özel ilgi gösterdiği bir insandı. Peki, Enver Paşa’nın bu hayranlığı, Türkiye’yi Almanlar için tehlikeye atacak boyutta bir hayranlık mı? Bu çok saçmadır. Vatanını, devletini bu kadar çok seven bir insan, “Ben Almanları çok seviyorum” diye ülkesini tehlikeye atar mı? Bu konuşulmayacak bir şey. Ayrıca Enver Paşa’nın mektuplaştığı bir Alman dostu vardır. Mektuplarda ona, “Seninle biz dostuz, bu dostluğumuz hep devam edecek” diyor. “Ama devletler arasında dostluk olmaz, bunu unutma” diyor. “Devletler arasında menfaat ilişkileri vardır. Bugün Almanlarla iyiyiz, yarın kötü olabiliriz. Kötü olduğumuz zaman da, bizim kişisel dostluğumuz devam eder ama devletlerimiz arasında bu olmaz” diyor. Enver Paşa bu mektubu yazdığı dönemde daha 30 yaşına gelmemiş, genç bir insan. O genç yaşında, “Devletler arasında dostluk olmaz, menfaat ilişkileri olur” diyebilen bir insan. “Siz Almanların hedefi Adana’ya kadar gelmek” diye tahliller yapan bir adam.



Savaşa girmek zorunda mıydı Osmanlı?



Savaşa girerken bizimkiler iki zorunlulukla karşı karşıyaydılar. Bir, harbe girmeden ayakta duramazlardı. Neden; çünkü harbin konusu Osmanlı’nın paylaşılmasıdır. Böyle bir zamanda Osmanlı’nın savaşa katılmaması söz konusu değil. Bu Osmanlı’nın elinde de değil. Onun yanında mısın, bunun yanında mısın; artık mesele budur. Bizimkiler önce İngilizlere dayanmak istediler. Fakat İngiltere’nin politikası değişmişti. İngiltere, Rusların aşağı sarkmasını engellemek için, “Ne ölsün, ne olsun” stratejisiyle Osmanlı’nın varlığını istiyordu. Sonradan Reval’de anlaşınca, “Osmanlı paylaşılsın” dediler. Rumeli toprakları zaten gitmiş. Söz konusu olan, Anadolu topraklarının paylaşılması. Bu nedenle bizimkiler önce İngilizlere yaklaştılar. Tabiri caizse İngilizler yanlarına bile yaklaştırmadılar. Fransızlara yaklaşmak istediler. Onlar da yanlarına yaklaştırmadılar. Enver Paşa’nın Almancı tanınması gibi, üç büyüklerden biri olan Cemal Paşa ise Fransızlara yakın biri olarak tanınırdı. Cemal Paşa’yı Fransa’ya yolladılar müzakere yapmak için. Cemal Paşa 15 gün randevu alamadı. Bir devlet, bir devletle görüşmek için ayağa kadar gitmiş ama randevu alamıyor. Yani bu kadar aşağılandılar. Öte yandan, Osmanlı parçalanırsa büyük parçayı kim alacak? Rusya alacak. İstanbul ve Doğu Anadolu Rusların. Buna rağmen Sadrazam Talat Paşa, Kırım’a Çar’la görüşmeye gitti. Dışişleri Bakanına anlaşma teklif etti. Alay ettiler. Bu kadarını söyleyeyim size. İngilizlerle Rusların yazışmaları var; diyorlar ki, “Osmanlı’nın bu gibi tekliflerine alayla, tehditle karşılık verin.”



Yani Almanya, Osmanlı için mecburi bir tercih miydi?



Mecburi tercihti, son tercihti. Onu da millet sanıyor ki, Almanya elimizin altındaydı. Hayır, başta Almanlar da kabul etmiyorlar seni. Neden? Osmanlı, Balkan Harbi’nden çıkmış bir orduya sahip. Bu Balkan Harbi ordumuzu ve milletimizi rezil etmiş bir dönemdir. Balkan Harbi’ni bütün dünya gördü. Silah atmadan Selanik teslim edildi. Böyle bir orduyla Almanya ne yapacak? Gayet açık bir şekilde Alman yetkililer şunu diyor; “Biz savaşa giriyoruz ve sırtımızda yük istemiyoruz.” Bu haldeyken, Alman İmparatorunun zorlamasıyla bizle ittifak kuruyorlar. Daha sonra o dönemi yazanlar çizenler, “Hiç olmazsa tarafsız kalsaydık” diyorlar. Adamlar seni parçalayacak, nasıl tarafsız kalıyorsun? Tarafsızlık olur muydu, olurdu. Nasıl olurdu; kendini tek başına savunacak gücün varsa tarafsız olursun. Bırak kendini savunmayı, Osmanlı ayakta duramıyor.



Enver Paşa’nın bu noktada Almancılık yaptığı iddiaları var.



Enver’in Almancılık yaptığı iddiaları falan yanlıştır. Evet, Alman hayranıydı. Nitekim bizim ordunun eğitimi Almanların elinde oldu. Ve Balkan Harbi’nde dökülen, rezil olan o ordu, dünya savaşında harikalar yarattı. O orduyu Almanlar eğitti ve Enver Paşa yönetti. “Savaşa Almanlarla beraber girdik ama hep Alman komutanların direktifleriyle hareket ettik” deniyor, bunlar da yanlış. Harbe beraber girince, bizimkiler ortak karargâh kurdular. Dünyanın dört bir yanında ordular çarpışacaksa, ortak bir koordinasyon merkezi kurulmalı, gayet doğaldır bu. Beraber savaşıyorsun; Almanlar giderse sen de gittin. Onlar kurtulursa sen de kurtuldun. Bu noktada Alman menfaati, Türk menfaati diye bir şey olabilir mi? Peki savaşta Alman ve Türk menfaatleri çakışamaz mı? Çakışır ve nitekim çakıştı da. Menfaatler çakıştığı zaman asıl Enver Paşa’yı göreceksin. Bakü Harekâtı’ndan önce Almanlar Enver Paşa’ya, “Kesinlikle girmeyeceksin, ordularını güneye gönder” dediler. Enver Paşa ise, “Ermenilere karşı Türkleri korumak zorundayım, Bakü’ye gireceğim, benim onlara sözüm var” dedi. Bizimkiler hem Ermenilerle, hem İngilizlerle, hem de Ruslarla çatışıyor orada. Yakalanan İngiliz esirlerin içinden Alman subayları çıkıyor. Yani Almanlar, İngiliz üniforması giyip, bize karşı savaşmaya başlamışlar, o ölçüde bir çarpışma var. Bunlar hep yayımlanmış şeyler. Ve Almanların Türklere karşı yaptığı o fiili mücadeleye rağmen Bakü’ye girdi Enver Paşa’nın ordusu. Menfaatlerin çatıştığı yerde Enver Paşa’nın kimden yana olduğu bellidir. Bu bir kahramanlık da değildir Enver Paşa için, doğaldır, elbette Bakü’ye girecek, Enver Paşa Türk’tür, Türkçü’dür. Neden Almancı olsun? Bunlar çok basit propagandalar. Kendi kahramanlarımızı küçültmek, birtakım insanların gıdası olmuş.



Enver Paşa denilince akla gelen bir diğer klişe de Sarıkamış Harekâtıdır. Sarıkamış’taki harekâtı ve binlerce askerin donmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?



Sarıkamış meselesinde 90 bin, 80 bin diyerek rakam tartışması yapmak yanlıştır. Sarıkamış hadisesine bakış açısı da yanlıştır. Sarıkamış’ta bir vatan müdafaası yapılmıştır; 90 bin veya 10 bin her neyse şehit verilmiştir. Biz birçok cephede vatan müdafaası yaptık savaşta ve 250 binin üzerinde şehit verdik. Bir vatan mücadelesinde, şehitlerin sayısıyla siyaset yapmak alçaklıktır. Şehit sayısıyla siyaset yapılmaz. Vatan için dövüşmüş müdür, dövüşmüştür, o şehittir. Çanakkale’de 250 bin şehit verdik. Hiç kimse soruyor mu neden Çanakkale’de 250 bin şehit verdik diye? Yok. Peki neden Sarıkamış’taki şehidi soruyorsun? Askerler bir savaş kazanıldığı zaman şehit, kaybedildiği zaman ölü mü olurlar?



Ama askerlerin çarpışarak değil de, donarak ölmelerinden dolayı yapılan eleştiriler var.



Neyle olursa olsun. Şehit, şehittir. Donarak veya vuruşarak olması hiç fark etmez. İkinci nokta, 90 bin sayısı abartılmıştır. Sarıkamış’taki yenilginin baş sorumlularından biri olan 9. Kolordu Kurmay Başkanı Şerif Bey’in hatıratında, “90 bin” diye bir rakam geçmiştir. Ondan sonra bu rakam böyle devam etmiştir. Bunun aslı esası yoktur. Gerçek rakamlar 30 bin civarındadır. Rus ve Alman kayıtlarında verilen rakamlar da, 26 bin civarındadır. Gelelim Sarıkamış Harekâtı’na. Bugüne kadar, Sarıkamış Harekâtı’na, “Askeri açıdan yanlış bir harekâttır” diyen kimse yoktur.



Bu harekâttaki amacı neydi Enver Paşa’nın?



Enver Paşa’nın amacı şuydu: Rus Ordusu, Batı’da Almanlarla kavga halinde olduğu için, Ruslar bütün ağırlığını oraya göndermiş. Doğu Cephesi’nde Rusların çok az adamları var. 100 bin civarında askerleri var Doğu’da. Onlar da Sarıkamış çevresinde yanlış cephelenmişler. Yani Ruslar bir taraflarını açık bırakmışlar. Enver Paşa bunu görmüş. Bazı tarihçilerin dediğine göre, Ruslar orada, “Gel, beni mahvet” der gibi duruyor. “Bir askerin, Rusların bu durumunu görüp de gitmemesi olmaz” diyorlar. Enver Paşa, normal şartlarda bizim Rusları halledemeyeceğimizi biliyor. Rusların hızlı zamanları. Burada Rus Ordusunu yenebilirse ve Doğu Cephesi’ni yıkabilirse, Kafkaslar’a kadar önümüz açılıyor. Ve Azerbaycan ile ilişki sağlandıktan sonra da, ikmal gibi problemler ortadan kalkıyor. Azerbaycan ile irtibat kurduğun zaman, bir defa o petrol kuyuları senin eline geçiyor. Bakü’ye girildikten sonra Halil Paşa’nın bir mektubu var: “Petrol kuyuları, bizim bütün meselelerimizi halleder” diyor. Amaç bu. İkmal sorunu var diye harekât yapmayacak değilsin. Ruslar Erzurum’a kadar gelmişler. Köprüköy ve Azap Savaşları olmuş ve bu savaşlarda, bizimkiler Rusları geri atmışlar. Yani bu başarıdan sonra Ruslar Sarıkamış’a çekilmişler. Yoksa Ruslar Erzurum’dalar.



Aynı zamanda bir savunma harekâtı mıydı Sarıkamış?



Tabii. Zaten Köprüköy ve Azap Savaşları’nda Hasan İzzet Paşa bir hata yaptı. Rusları geri attığı halde, Rusları takip etmedi. Rusları takip etseydi, Sarıkamış Harekâtı’na gerek kalmayacaktı. Ruslar geri çekilirken, bizim Hasan İzzet Paşa da orduyu 15 kilometre geriye çekti. Savaşı kazanmışsın, Ruslar kaçıyor, sen neden geri çekiliyorsun? “Orduda moral kalmadı” gibi sebepler sunuluyor. Bunun üzerine Sarıkamış Harekâtı oldu. Bu harekât başarılabilseydi, Ruslar Doğu Cephesi’nde bitecekti. Bizimde çökmemiz artık mümkün olmazdı. Çünkü Azerbaycan ile bütünleşmiş olacaktık. Başka bir nokta daha var; askerin psikolojisi. Türk Ordusu, ‘93’ün intikamını almak istiyordu. Bu da, askerin harekâta bakışı açısından önemlidir. Sarıkamış Harekâtı, plan olarak, Mareşal Fevzi Çakmak dâhil –ki Cumhuriyet’in Genelkurmay Başkanlığı’nı yapmış, büyük bir askerimizdir- hiç kimse planın yanlış ve zamansız olduğunu söylemiyor. Efendim mevsim kıştı, hava soğuktu… Savaşta bu tür lafları söylemek komiktir. Savaşmak gerekiyorsa savaşacaksın. Bunu hiçbir asker söylemez zaten; bunlar sokaktaki adamın dedikodusu. Sarıkamış Harekâtı başarılı olsaydı, Türkiye’nin birçok meselesi çözülmüş olacaktı. Siyasi neticeleri çok büyük olacaktı. Ama başarılamadı. Başarılamamasının nedenlerine geçmeden önce şunu söyleyeyim: Dediğim gibi bu yaz kış meselesi avami bir tenkittir. Soğuktan donanların sayısı, Ruslarda bizden fazladır. Bu da akla uygundur. Çünkü Ruslar siperde oturmuş bekliyor, bizimkiler hareket halinde. Bizde donanların sayısı, yapılan propagandaların aksine çok azdır. Ve daha çok, Hafız Hakkı’nın kolordusu Allahuekber Dağları’nı aşarken, bir tümenimiz gece tipiye yakalanmıştır. Asıl kayıp orada verilmiştir, onun dışında çok da bir kayıp verilmemiştir. Sarıkamış’ta Enver Paşa’nın başında bulunduğu kolordu, İhsan Paşa’nın kolordusu, tam planlanan saatte Sarıkamış’a inmiştir. Planda bir yanlışlık yok.



Plan doğruydu ama Enver Paşa’nın emrindeki komutanlar bu plana uyamadı mı?



Genel değerlendirmeyi öyle yapabiliriz. Genelkurmay yayınlarındaki nihai hüküm de odur. Kumandanlar, Enver Paşa’ya ayak uyduramadılar. Plana uyamayan bu komutanlar da, Enver Paşa hakkındaki olumsuz propagandayı yapan komutanlardır. 9. Kolordu’nun Kurmay Başkanı Şerif Bey, 9. Kolordu’nun Komutanı İhsan Paşa; bunlar hemen 1920’lerde hatıralarını yayınladılar ve veryansın ettiler Enver Paşa’ya. İşte onların o yazdıkları hala devam edip gidiyor.



1920’lerde dönemin önde gelen isimleri anılarını yayımlamaya başlıyorlar. Ve bu anılarda, genel olarak, Milli Mücadele yüceltildikçe Enver Paşa küçültülüyor. Bu propagandayı neye bağlıyorsunuz? Neden hedefte Talat veya Cemal Paşa’lar yoktu da, Enver Paşa vardı?



Bir kere Enver Paşa askerdi, başkomutandı ve ordunun çok sevdiği bir adamdı. Temel mesele oradaydı. Fakat bu propagandaları, öyle çok fazla organize bir şey gibi düşünmek yanlıştır. Enver Paşa’yla ilgili kötü propagandaların çoğu, İhsan Paşa ile Şerif Bey’in hatıralarından kaynaklanıyor. Onlar da, bunları hesaplı olarak yapmamışlardır. Kendi sorumluluklarını, Enver Paşa’nın üzerine atmak için yapmışlardır.



Hedefteki isim neden Enver Paşa hocam?



En kısa ifadesiyle, Enver Paşa ordunun ruhu. Balkan Savaşları’ndaki rezil orduyu, Çanakkale’de, Kut-ül Amara’da kahramanlık yapacak hale getiren Enver Paşa’dır. Ve herkes Enver Paşa’ya bağlı. Ruslar ve Fransızlar biliyorlar ki, Enver’e bir şey olursa, bu ordu çöker. Birinci Dünya Savaşı’ndaki propaganda çalışmalarını anlatan bir kitap var. Genelkurmay arşivlerine dayanıyor. Orada İngilizlerin ve Rusların yayımladığı propaganda broşürleri var. Broşürlere bakıyorsun, yüzde 90’ı hep Enver Paşa’yla ilgili. Yahu Sadrazam var, Padişah var, hiç onlardan laf yok, sadece Enver Paşa hedef. Niye? Çünkü ordunun direği Enver Paşa. Enver Paşa’yı çökertirsen, ordu çöker. Onların yaklaşımı bu ve çok da yanlış bir yaklaşım değil. Bugün bazı tarihçilerimizin yazdıklarına bakıyorum, sanki o broşürleri aynen tekrar ediyorlar. Bu elbette bir rastlantıdır. Oradan aldıklarını söyleyemeyiz ama can sıkıcı bir rastlantıdır. Rus propagandalarında yer alan ifadelerin, aynen bizim tarihçilerin çalışmalarında yer alması, kabullenilecek şey değil. Sonuç olarak, Türkiye’de Enver Paşa’yla ilgili propagandaların yayılması, kendi hatalarını onun üzerine atmak isteyen askerlerin iddialarının, İttihatçı düşmanlığını Cumhuriyet döneminde bile sürdüren insanlar tarafından kullanılmasıyla olmuştur. Bir de buna Rusların ve İngilizlerin propagandası eklenmiştir. Şimdi tabii Cumhuriyet’in de bir dönem resmen yürüttüğü bir propaganda var. Fakat o propagandayı devam ettirmemişler. O propaganda, Enver Paşa’nın Türkiye’ye girmesine karşı, onu engellemek üzere yapılmıştı. Enver Paşa’nın Anadolu’ya girme fikri ortadan kalkınca, bu propaganda sona erer. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa hakkında konuşturmuyor kimseyi. Ve Enver Paşa’yla ilgili kullandığı ifadeler çok muhteşem. Kullandığı tabire bak; “Enver, bir güneş gibi doğmuş, bir gurûb ihtişamıyla batmıştır, arasını tarihe bırakalım.” Edebiyat gücü de ancak bu kadar olur…



Anadolu’ya girseydi, birinci adam Enver Paşa mı olurdu?



Enver Paşa olurdu. Kimin nezdinde olurdu? Ordu nezdinde. Mustafa Kemal de bir hareket başlatmış ve yürütüyor. Hiç kimse de, “Buyur, hareketin başına geç” demez. Ayrıca Mustafa Kemal de hırslı ve büyük işler yapmak emelinde olan biri. Enver’e karşı tedbir alıyor. O propagandalar, tedbirden dolayı yapılmıştır.



Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa arasında bir orta yol bulunamaz mıydı? Acaba, daha başka bir sorun veya bir görüş ayrılığı olabilir miydi aralarında?



Enver Paşa için bu mümkün olsa da, Mustafa Kemal Paşa davet etmez. Neden? Çünkü Enver Paşa’yı tanıyor. Enver Paşa geldiği zaman, Mustafa Kemal Paşa, onun arkasında olmak zorundadır. Başka mümkünü yok. Mustafa Kemal Paşa bunu elbette istemez, neden istesin? Bu, gayet doğal bir mesele. Enver Paşa, Sakarya Savaşı’ndan bir ay önce Batum’a geliyor. Batum’da, Sakarya Savaşı’nın sonucunu bekliyor. Çünkü bizim Anadolu hareketinin başarılı olacağı Sakarya’da belli oluyor. O zaman kadar ki İnönü Savaşları falan çok mühim değil. Birinci İnönü Zaferi diyorsun, İkinci İnönü Zaferi diyorsun, bir bakmışsın düşman gelmiş Sakarya’ya. Bunlar nasıl zaferse? Enver Paşa’nın mektuplarında gayet açık olarak var: “Burada Sakarya Savaşı’nın sonucunu bekleyeceğiz” diyor. “Eğer milli kuvvetlerimiz hak ettikleri başarıyı kazanırlarsa, bizim için mesele yoktur, Anadolu’ya gitmenin anlamı yok, ben Doğu’ya yöneleceğim” diyor. “Ama Sakarya’da mağlup olunursa, hiç kimse beni tutamaz” diyor. Bunu arkadaşlarına da yazıyor. Mustafa Kemal’e de yazıyor. Gizli kapaklı bir şey yok ortada. Nitekim Türk Ordusu Sakarya’da kazanınca, Enver Doğu’ya yöneliyor. Ondan sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları için, “Enver” diye bir mesele yok.



Durumu doğru anlayabilmek için başa dönelim; Jön Türk devriminin amacı tam olarak neydi? Abdülhamit’i neden tahttan indirdiler?



Cevaba sondan başlayayım; Sultan Hamit’in, Talat Paşa ve arkadaşları için söylediği bir söz var; “Birbirimizi tanıyamamışız, yazık olmuş” diyor. Hakikaten, Enver Paşa ve Talat Paşa gibi iki adam, Sultan Hamit’in yanında olsaydı, bunlar mümkündür ki devleti ayağa kaldırırlardı. Çok yetenekli, birbirini tamamlayan, üstün meziyetli üç insan bunlar. Ama olmamış. Meşrutiyet dediğin şey, kim açısından bakarsan, ona göre değişiyor. Batılı devletler ve gayrimüslimler açısından bakarsanız, Meşrutiyet, Osmanlı’yı içinden denetlemek için bir yoldur. 1867 Islahat Fermanı’na kadar, İmparatorluğun yönetiminde Müslümanlardan başkası olmazdı. 1867’den sonra gayrimüslimler Osmanlı yönetimine girmeye başladılar. Yabancı devletler, devlet teşkilatına giren yabancılar vasıtasıyla istihbarat yapma imkânı buldular. Fakat bununla yetinmediler. “Meşrutiyet olsun ki, gayrimüslimler meclise girsin ve onlar vasıtasıyla kanunları yönlendirelim” istediler. Gayrimüslimler için ise Meşrutiyet, bağımsızlıklarına ikinci bir adımdı. Birinci adımı 1867 Islahat Fermanı’yla Türklerle eşit olarak atmışlardı. İkinci adım, devlette eşit olmaktı. Hedefleri çok açıktır ki, milli bağımsızlıklarına kavuşmaktı. Müslüman Türkler içinse Meşrutiyet, Osmanlı Devletini kurtarmaktı. Onlar sanıyordu ki, “Devleti gayrimüslim, Türk, Müslüman hep birlikte kucaklarsak, kardeşçe bu işi başarırız.” Hâlbuki Tanzimat’tan beri, bu eşitleştirme girişimleri, tam tersine İmparatorluğun unsurlarını ayrıştırıyor. Bunu bugün biz görebiliyoruz ama o gün onlar göremiyorlardı. Osmanlı devleti mali, askeri her bakımdan çaresizlik içindeydi. Balkanlar’da sürekli komitacılarla savaşılıyordu. Enver Paşa da zaten mezun olduğunun ertesi günü komitacılarla kavgaya gitmiş bir adam. Düvel-i Muazzama dediğimiz devletler, canlarının istediğini Osmanlı’ya yaptırıyorlar. O kadar ki artık bir üslup hassasiyeti bile göstermiyorlar. Dış politikada bir nezaket vardır ya, onlar bitmişti, yap ulan der gibi emir veriyorlar. Peki, devletin bu duruma gelmesinde Abdülhamit’in kabahati ne? İşte zaten mesele orada. Bu insanların hepsi çok vatanperver insanlar, devleti yeniden ayağa kaldırmak istiyorlar ama nasıl yapacakları konusunda bir fikirleri yok. Bunlara demişler ki Meşrutiyet gelirse her şey güzel olacak. Bunlar da inanmışlar. İnönü’nün sözleri var, “Kanun-i Esasi gelince her şey tamam olacak diye inanmıştık” diyor. Günümüzde de hâlâ böyledir, insanlar zora düştükleri zaman, kolay çözümler ararlar. Hatta çözüm değil, slogan ararlar. 1980 öncesinde de öyleydi durum. Çünkü çözüm çok zordur. Bir toplumu durduğu yerden alıp ilerilere götürmek üç beş lafla olacak şey değildir. Ama sloganlar çabuk sonuç vaat ederler; “İslam gelecek, her şey bitecek” veya “Kanun-i Esasi ilan edilecek, dertler bitecek” vesaire…



Enver Paşa’nın, savaşın başlarında İslamcı, sonlarında Türkçü, hatta Kafkaslar’dayken sosyalist bir söylem taşıdığını görüyoruz. İdeolojik anlamda kafası biraz karışık mı?



Kafası hiç karışık değil. Kafası çok net. Fakat onların ideolojik tavırları, bizim bugünkü ideolojik tavırlarımız gibi değil. Neden? Çünkü onlar aynı zamanda eylem içindeler. Türkçülükse fiilen Türkçülük yapacaklar, İslamcılıksa fiilen İslamcılık yapacaklar. Onların bu değişmeleri, inanç değişmesi değil, realitelerin değişmesiyle ilgilidir. İttihatçılar, 1910’dan sonra Gökalp’in de etkisiyle fiilen Türkçülüğe yönelmeye başlamışlardır. Fakat resmi siyasetleri daima Osmanlıcılık olarak kalmıştır. Ama fiilen Türkçülük yapmışlardır. Çünkü herkes ayrılıp gidiyor Osmanlı’dan. Osmanlı dediğin zaman sadece Türkler kalmış. O zaman Osmanlı diyeceğine direkt Türk de, bitsin mesele. O dönemdeki insanların ideolojik tercihleri, masa başındaki hayallerden çok, günün siyasi gelişmeleriyle bağlantılı olarak tezahür ediyor. Daha zor ama daha sağlıklı bir durum var. Enver Paşa politik gelişmelere göre hem Türkçüdür, hem İslamcıdır, hem Osmanlıcı’dır. Bunlar birbiriyle ilgisiz şeyler değildir. Meşhur üç tarz-ı siyasette de, bunlardan hangisine ağırlık verilmesi gerektiği tartışılır. Yoksa biri tercih edildiği zaman, diğeri reddedilmiş olmaz.



Enver Paşa’nın adı hiçbir caddeye, meydana verilmemiştir. Bunu neye bağlıyorsunuz?



Şerif Bey ve İhsan Paşa’nın hatıraları temel sebeptir. Milli Mücadele döneminin kendine özgü şartları da Enver hakkındaki olumsuz imajı artırmıştır. Kazım Paşa’nın başlattığı bir propaganda var daha sonra. Bütün bunlara bir de kraldan fazla kralcı olanlar eklenince bu tablo ortaya çıkmıştır. Nitekim Mustafa Kemal’in sofrasında Enver Paşa hakkında olumsuz konuşmak isteyen milletvekili öyledir. Kraldan fazla kralcıdır. Enver Paşa hakkında konuşacak ki, Mustafa Kemal’e yağ çekecek. Mustafa Kemal bunu susturuyor. Bir gün Enver Paşa’nın da ismi bir yere verilir. Çünkü nedir ki buradaki hassasiyet? Atatürkçülük mü, cumhuriyet mi? Onlara karşı olan bir durum yok ki bu adamda.



Tarihçi Murat Çulcu’nun şöyle bir sözü var: “İngilizlerin Enver Paşa ile olan savaşı bitmemiştir.” Nasıl yorumlarsınız bu sözü?



İslam dünyası ekseninde değerlendirmek mümkün. İngilizler, İslam dünyasındaki hâkimiyetlerini yitirmemek için, Rusya ve Osmanlı ile ilişkilerinde ona göre politika ürettiler. Enver Paşa bir İslam kahramanı olarak şöhret buldu. En son kurduğu örgütte, İslam dünyasında ihtilaller yapan bir örgüttü. Yani mücadelesi İngilizler’e karşıydı. Çulcu’nun sözünü, İngilizlerin Ortadoğu’daki emellerinden vazgeçmedikleri şeklinde yorumluyorum.



Çok fazla alıntı olmamış mı kitapta?



Bunu söyleyen başkaları da oldu. “Senin üslubundan okumak istiyoruz” dediler. Ama kendi üslubum çok fazla uzadıkça bana tatsız geliyor. (Gülüyor) İnşallah bu kitap amacına ulaşır. Bu lüzumsuz Enver Paşa düşmanlığı sona erer. Gerçi şu ana kadar kitap hakkında yazan çizen pek olmadı. Taha Akyol yazdı, ama övmek için birkaç cümle yazmış.



Türkiye’de kitap okuyan aydın kaldı mı hocam? Taha Akyol’un o yazıyı yazarken, kitabınızı baştan sona okuduğunu düşünmüyorum.



Hayır okumamış; ben yazısını okuduğum da zaten, kitabımın ne kadarını okuduğunu görüyorum. (Gülüyor) Okuyucu bunu fark etmez tabii ama ben görüyorum. Hatta muhtemelen Şevket Süreyya’yı da eski zamanda okumuş.



Şöyle bir karıştırıvermiştir.



Yok, okuduğunu sanıyorum Şevket Süreyya’yı. Taha iyi kitap okur. Zenginliği olan biridir ama benim kitabı okumadığı kesin. Şevket Süreyya’yı çok önce okumuş ve çok öncesinin kafasında bıraktığı izle bir hüküm veriyor ve o verdiği hüküm yanlış.



Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa arasında mizaç farkı vardı



Kitabınızda, Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa arasında bir mizaç ve istikamet farkı vardır diyorsunuz. “Mizaç ve istikamet farkı” sözünü biraz açar mısınız?



Enver Paşa son derece dindar bir adam. Sabah namazını hiçbir zaman vaktinden sonraya bırakmamış bir adam. Diğer yandan Enver Paşa, Osmanlı hanedanına son derece bağlı bir adam. Hilafete son derece bağlı bir adam. Enver Paşa ile ilgili çok söz söylemeye gerek yok; İnönü’nün sözleri zaten yeterli. İnönü diyor ki; “Enver Paşa, cemiyetimizin kusur saydığı şeylerden, aklın alamayacağı kadar uzak yaşamış bir insandı.” İnönü’nün sözlerindeki adamlar, ancak Evliya hikâyelerinde olur. Şimdi Enver’in mizacı bu. Mustafa Kemal’e bakıyorsun; bunun tam zıttı. Mustafa Kemal, Enver’in hassas olduğu konulara düşman değil ama Enver kadar umursamıyor. Enver Paşa, bizim Türk-İslam ahlakı diye anlatmaya çalıştığımız ne varsa, onları şahsında cem etmiş bir adam. Dediğim gibi, ancak Evliya menkıbelerinde bulunur böyle bir adam. Mustafa Kemal hırslı, iyi bir asker, iyi bir komutan. Bunlar, birbiriyle tamamen farklı iki mizaçtır. Mustafa Kemal zaten kıdem itibariyle Enver’den aşağıda. Okula iki yıl geç gittiği için, kıdemi Enver’den düşük. Kıdem olarak Enver’le rekabet etmesi mümkün değil. Şevket Süreyya’nın yazdıklarından da anlıyoruz ki, Enver Paşa ile bir problemi yok ve hatta Enver Paşa’yı seviyor. Şevket Süreyya, Enver’den bir mektup falan geldiğinde, Mustafa Kemal’in ayakları yerden kesiliyordu diyor. Enver Paşa’yı herkes seviyordu, o da seviyordu. Kendisi rakı içer falan ama Enver Paşa’nın o temiz şahsiyetine herkes saygı duyuyor.



Hatta Enver Paşa’nın hoşuna gidiyor Mustafa Kemal’in bu hırsı ama siyasete karışmasından rahatsız oluyor sanırım.



İşte Enver Paşa’nın kuşkularından biri de oradan geliyor. Mustafa Kemal’in bir ayağı orduda, bir ayağı siyasette. Enver bu durumu kesinlikle istemiyor. Talat Paşa, Enver Paşa’ya, “Yahu sen cephelere gidip geliyorsun, bir gün cephede kalabilirsin, o zaman ne yapacağız biz?” diyor. Enver de, “Mustafa Kemal’den başkası bu orduyu idare edemez” diyor. Fakat şahsına güvenemiyor. O nedenle çok fazla yakın durmuyor.



Mustafa Kemal Paşa, Çanakkale Cephesi’nden gönderdiği bir mektupta Enver Paşa’ya “Kardeşim” diye hitap ediyor. Aralarındaki resmi hukuku aşan bir hitap değil mi?



İnsani ilişkiler bakımından çok yakınlar. Üstelik aynı yaştalar. “Kardeşim” hitabı da Mustafa Kemal’e mahsus değil. O dönemin birçok ismi birbirine öyle hitap ederdi. Dediğim gibi, aralarında bir problem yok. O sonradan uydurulan bir şeydi. Mustafa Kemal bir mücadeleyi almış yürütüyor. Enver dışarıda bekliyor. Gelecek mi, gelmeyecek mi? Gelirse işler karışacak. Problem orada başlıyor ve orada bitiyor. Milli Mücadele dönemine özgü bir problem. Onun dışında, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar hiçbir mesele yok. Yalnız Mustafa Kemal Paşa’nın ordu komutanlarına gönderdiği bir mektup var, Enver ona öfkeleniyor, “Yine siyaset yapıyorsun, rahat durmuyorsun” diye o kadar.



Röportaj: Emre DEMİR

Ziyaret -> Toplam : 125,23 M - Bugn : 118042

ulkucudunya@ulkucudunya.com