Ulusallık, katılımcı demokrasi ve siyasal İslam
Erol Manisalı 01 Ocak 1970
- Ulusallık ve katılımcı demokrasi, birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Nasıl mı: katılımcı demokrasi işçinin, çiftçinin, memurun, esnafın, işverenin “örgütlenerek sistem (ve rejim) içinde yer alması demektir”.
Örgütlenerek, “örgütlü bir biçimde sistemde var olarak (ve katılarak)” demokratik şemsiye altında dengeli bir biçimde toplumsal refaha ulaşırlar. “Tarafların örgütlenmeleri, hukukun üstünlüğünü garanti altına alan güç dengeleridir.” Sivil toplumsal örgütlenmeler yoksa, “bireylerin tek başlarına sandığa gidip oy vermeleri”, olsa olsa biçimsel bir sandık demokrasisi olur.
Bu nedenle, ülke içinde demokrasi istemeyen kimi yerel güç odakları ve emperyalist devletler, Türkiye benzeri ülkelerde sivil toplumsal örgütlenmelerin önünü, askeri ve sivil darbelerle keserler: yerine dinci ya da postallı örgütleri yerleştirmeye çalışırlar. ABD’nin “Yeşil Kuşak” operasyonu ya da 12 Eylül benzeri postallı darbeler bunun tipik örnekleridir. Kurtuluş Savaşımızda da İngilizler dinci ve şeriatçı şeyhleri, Almanlar da Enver Paşa benzerlerini kullanmışlardır.
Bugün içinde yaşadığımız bunalımın temelinde şu var: ABD emperyalizmi 1961 Anayasası’nın getirdiği “sivil toplumcu örgütlenmeler açılımını ve uygulamalarını” 12 Mart’tan başlayarak durdurmak istemiş, 12 Eylül’de de esas darbeyi vurmuştur.
- NATO’daki kontrole rağmen TSK’nin bir bölümünün “hâlâ söz dinlememekte direnmesi”: - Hele 1 Mart 2002’de, Meclis’in de Irak’ın işgaline direnmesi, “ABD’nin parlamenter rejimi ve TSK’yi dağıtma projesini uygulamaya sokmuştur”.
Sivil toplumsal örgütlenme, TSK ve Meclis “risklerini” ortadan kaldırmak için FETÖ fiilen devreye sokulmuştur. 15 Temmuz FETÖ darbesi bu sonuca ulaşmak için yapıldı.
31 Mart yerel seçimlerine giderken siyasal partilerimizin bu konuda kafaları çok karışık:
- 5 önde gelen siyasal partimizin acaba “sivil toplumsal örgütlenmeler konusunda duruşları” nelerdir?
- Öncü rolü oynayıp sivil toplumsal örgütlenmeler konusunda “etkili girişimlerde bulunmadıklarına göre”, demokrasi bağları sadece “sandık demokrasisi ile mi sınırlı” kalıyor?
Demokrasi ancak, “demokratik sivil toplumsal örgütlenmeler üzerine inşa edilebilir”: Aynen tek bir arının ya da karıncanın “hiçbir şey” olduğu gibi. Eğer çiftçi örgütlü olsa, şeker fabrikaları haraç mezat satılabilir miydi? Taa Özal döneminden başlatılan, “Anadolu’dan kamu kuruluşlarını özelleştirerek tasfiye etme girişimi”, bugünkü noktaya gelebilir miydi?
Türkiye gibi yarı gelişmiş ülkelerde devletin (kamunun) ekonomideki varlığını yok ederseniz samanı, pirinci, cevizi, “IMF”leri, hatta yabancı askerleri bile “ithal etmek” zorunda kalırsınız. 1961 Anayasası ile başlatılan, “kamusal yarar ile bireysel yararı barıştırma ve örtüştürme girişimleri başarı kazanınca” kimi iç ve kimi dış odaklar “kendi çıkar birliklerini ürettiler”. Paul Henze’nin “Yeni Türkiye’si” ve FETÖ’cüler fiilen devreye sokuldular. Ergenekon ve Balyoz’la askerler ve ulusalcı aydınlar yok edilmek istendiler. FETÖ işi 15 Temmuz’a kadar imamları sayesinde getirebildi.
Ve Türkiye “ulusallık, katılımcı demokrasi ve siyasal İslam üçgeni içine sıkıştırıldı”. Bugün yaşamakta olduğumuz iktisadi ve siyasal kaosun temelinde bu var: Ulusallık ve demokrasiden uzaklaştırılarak, ülke 19 Mayıs 1919 öncesi dengesizliklere sürüklenmek isteniyor. O dönemdeki İngiltere ve Almanya’nın yerine, ABD ve Rusya’yı yerleştirmek istiyorlar.
Hem de iletişim olanaklarının bu kadar geliştiği bir ortamda. Ancak esas sorun, gerçekleri bilip de üç maymunu oynayanlardan kaynaklanıyor. Aynen bir yanardağın yavaş yavaş yanıcı dumanlarını salmaya başlaması gibi... Sevr’i Lozan’a dönüştürmüş bir ülkenin insanları (ve etkili odakları) hâlâ tarihten derslerini alamadılar mı?..