« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

13 May

2019

İçine kapanan milliyetçilik

Ahmet Bican Ercilasun 01 Ocak 1970

Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ömer Seyfettin gibi fikir adamlarınca temsil edilen Meşrutiyet dönemi Türkçülüğü yenilikçi bir hareket olarak doğmuştur. Gökalp Türkçülüğün Esasları kitabındaki “Garba Doğru” bölümünü “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim.” cümlesiyle bitirir. Türk ve Müslüman olmak mevcut durumu ifade eder; asıl hedef Batı medeniyetine girmektir. Gökalp, millî olan harsın halkta olduğunu, seçkinlerin halka doğru giderek halktan millî harsı öğrenmeleri gerektiğini; buna karşılık medeniyetin de seçkinlerde bulunduğunu, seçkinlerin halka doğru giderek onlara batı medeniyetini götürmeleri gerektiğini anlatır.

Yukarıdaki basit ifadeler Gökalp’ı tam olarak anlatmaya yetmez. Bu sebeple bu iki hedefi de onun cümleleriyle vermek istiyorum:

“Milletimizin güzideleri (seçkinleri) millî harstan mahrum olarak yetiştiler. Şimdi bu eksikliği tamamlamak istiyorlar. Ne yapmalıdırlar? Bir taraftan halkın içine girmek, halkla beraber yaşamak, halkın kullandığı kelimelere, cümlelere dikkat etmek. Söylediği darb-ı meselleri (atasözlerini), an’anevi hikmetleri işitmek. Düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki üslûbu zaptetmek. Şiirini, musikisini dinleyerek, raksını, oyunlarını seyretmek. Dinî hayatına, ahlâkî duygularına nüfuz etmek. Giyinişinde, evinin mimarisinde, mobilyalarının sadeliğindeki güzellikleri tadabilmek… Halkın sanat eserlerini toplayarak millî müzeler meydana getirmek lâzım. İşte, Türk milletinin güzideleri, ancak uzun müddet halkın bu millî hars müzeleri ve mektepleri içinde yaşadıktan ve ruhları tamamıyla Türk harsıyla meşbû (dolmuş) olduktan sonradır ki, millîleşmek imkânına nail olabilirler” (s. 63-64)[1].



Üç nokta koyduğum yerde Gökalp halkta bulunan hars unsurlarının daha pek çoğunu sayar. Seçkinler bunlarla yoğrulmalı ve fakat bunlarla yetinmemelidirler. İkinci görevleri halka batı medeniyetini götürmektir:

“İlimlerde, sanayide, askerî ve hukukî teşkilâtlarda Avrupalılar kadar ilerlemek(tir), yani medeniyette onlara müsâvi olmak(tır). Bunun için de tek bir çare vardır: Avrupa medeniyetine tam bir surette girmek” (s. 79).

“Millî zevki bulmak için halka doğru gitmek, halk sanatlarından uzun uzadıya bediî bir terbiye almak lâzım olduğunu anladık. Fakat hakikî sanatkâr olabilmek için, güzel sanatların beynelmilel ustaları olan sanat dâhilerinden zevk dersi, zevk terbiyesi almak da lâzımdır. Beynelmilel dehalardan alınan bu feyizli terbiyeye tehzîb (işleme) namı verilir” (s. 164).



Türk milliyetçileri olarak uzun zaman Gökalp’ın Osmanlı’yı, divan edebiyatını ve klasik müziğimizi tenkidine takıldık ve onun gösterdiği hedefi unuttuk. Onun tehzib dediği “işleme” hedefini unuttuk. Türk ve İslam dedik, asıl hedef olan batı medeniyetine “tam bir surette girmek” hedefini unuttuk. Milletler arası sanat dâhilerinden zevk dersi ve terbiyesi alırsak millîliğimizi kaybedeceğimizi sandık ve içimize kapandık. Kendi içine kapanmış bir milliyetçilik içinde debelenip durduk.

Atatürk devrindeki Türk Ocakları ve sonra onların yerine kurulmuş bulunan Halk Evleri tam da Gökalp’ın aydınlar için gösterdiği hedef doğrultusunda çalışmaktaydı. Halkın içine girerek, ülkenin her tarafında Halk Evi dergileri çıkararak halk kültürünü topluyorlardı. 1920’lerin Türk Yurdu dergisi, 1930’ların Ülkü dergisi ve çeşitli şehirlerde çıkan Halk Evi dergileri, Anadolu’dan toplanmış bulunan atasözleri, masallar, halk şiirleri vb. halk ürünleriyle dolu muazzam bir külliyat teşkil eder. Halk Evleri aynı zamanda Anadolu şehir ve kasabalarına tiyatrolar ve konserler götürerek, şubelerini okuma salonları ve kültür merkezleri hâline sokarak ikili alış verişi sağlamaya çalışıyorlardı.

Sesi Kısılan Musikimiz[2]
Elden kayıyor endişesiyle klasik Türk musikisine sarılan milliyetçi ve muhafazakâr sanatçı ve aydınlarımız, aslında bir oda müziği olan şarkı repertuarlarını, seslerini hiç yükseltmeden kocaman salonlara taşıdılar. Batıya ait olan keman ve piyanoyu klasik musiki korolarına sokmada sakınca görmeyenler, koroların sesini nasıl yükseltip salona hâkim olabiliriz diye tefekkür etmediler. Levnî’nin minyatürlerine bakıp klasik musikimizin yüksek sesli çalgılarını, davul, surnay ve zilleri fark etmediler. Taksim’deki AKM’nin ön sıralarında yerlerini alan İstanbul beyefendisi hocalarımız birbirleriyle buluşmanın heyecanını yaşadılar. Gençlere acaba nasıl bir musikiyle ulaşabiliriz diye hiç düşünmediler. Bir müzik gettosu hâlinde yaşamayı yeterli gördüler.
Klasik musiki korosunu Şan sineması salonuna çıkaran Münir Nurettin hem bestelerine yerleştirdiği yüksek volümle hem de tenor sesiyle salona belli bir ölçüde hâkim olmayı başarabilmişti. Nesrin Sipahi, Recep Birgit gibi birkaç istisna dışında hanendelerimizin hiçbirinde opera sesi yoktu. Hanendelerimize opera terbiyesi aldırmayı düşünmedik bile. Böyle bir şey zinhar milliyetçilikten sapma olurdu. Azerbaycan’ın opera eğitimi almış Bülbül gibi Reşit gibi sanatçılarını dinleyince işin farkına vardık, bizim musikimiz de gür ve salonları dolduracak bir sese sahipmiş. Üzeyir Hacıbeyli’nin Leyla Mecnun ve Köroğlu operalarını izleyince anladık ki opera eserleri de millî olabiliyormuş.

Cinuçen Bey, Türk musikisi mikrofonla icra edilmez deyip büyük salonların sadece ön sıralarının duyabileceği konserler vermekte ısrar etti. Haklıydı belki ama salon tercihi doğru değildi; küçük mekânları tercih etmeliydi.

Gür sese hasret kalan insanımız ne yaptı peki? Milliyetçi gençlerin bir kısmı mehter müziğinde aradıklarını buldu. Çok sonraları Türk Dünyası müziklerinde biraz içimize su serpildi. Halkın büyük kısmı gür ses ihtiyacını arabesk ile karşıladı. Gençler büyük çoğunlukla hafif batı müziğine yöneldiler. Bazı saz sanatçıları da sazın teknesine mikrofon sokarak beyinlerimizi parçaladılar.

Aslında klasik Türk musikisi olarak bugüne kalan eserlerin büyük çoğunluğu 19. yüzyıldan geriye gitmez. 17-18. yüzyılda yaşamış olan Itrî’nin Tekbir’i ve Salât-ı Ümmiye’sini dinleyince 19. ve 20. yüzyıl besteleri bana çok hafif geliyor. Fuzuli, Baki, Naili gibi büyük şairlerden sonra 19. yüzyılın Enderunlu Vâsıf’ı gibi. İhtişamlı devirlerimizin ihtişamlı bestelerinin notasızlık ve belki de meşk eksikliği yüzünden bize ulaşmadığını düşünürüm. Minyatürlerdeki davulları, kudümleri, surnayları, zilleri gördükçe musikimizden pek çok şeyin eksildiğini hissederim. 19. yüzyılın şarkılarını Baki’nin gazellerindeki, Sinan’ın camilerindeki ihtişama denk bulmam.

Benim 75 yıllık ömrümün içinde bile klasik Türk musikisi şarkı denilen tek bir form içine hapsedildi. Gazel formu gözlerimizin önünde kayboldu. Kâni Karaca’nın uzun icralarından eser kalmadı. Tarikatların çeri çöpü bugüne kaldı ama insanı sarıp sarmalayan müzikleri yok olup gitti. Daha eskilerden neler kaybolduğunu tahmin edemiyorum.

Şimdi Türk Dünyası ile önümüzde yeni bir ufuk açıldı. Hiç olmazsa bu fırsatı değerlendirerek müzikteki içe kapanıklığı giderebiliriz. Kazakların Er Turan grubunun Türk Kanı veya Ringo[3] grubunun Gök Börü parçaları gençlere hitap edebilir. Altay Türklerinin veya Türkmenistan sanatçılarının gırtlak müzikleri gençlerimize ilgi çekici gelebilir. Uygurların Dolan Meşrep’i muhteşem bir müzik ve sahne eseridir. Youtube’dan Özbeklerin Nevruz kutlamalarını izlerseniz meydanları dolduran rengârenk oyun takımlarına eşlik eden surnay ve kernay seslerini duyabilirsiniz. Irak Türklerinin değerli sanatçısı Abdurrahman Kızılay’ı kaybettik ama youtube’dan tıklayarak Altın Hızma Mülâyim’i onun sesinden dinleyebilirsiniz. Kızılay ve Mehmet Özbek ikilisinin Baba beni diye başlayan hoyratları da şahanedir.
Anadolu’da bir şey yok mu? Çok şey var. Seçmesini bilmek gerekir. Sabahat Akkiraz’ın Samah Tevhid’inden başlayabiliriz. Yine dertli dertli iniliyorsun diye başlayan samahı Neriman Altındağ’dan dinlemek gerekir. Bu parça tek başına bir orkestrasyondur. Millî harsla “meşbû” ve “beynelmilel dehalardan zevk terbiyesi almış” bir opera bestecisinin elinde dünyaya sunabileceğimiz harika bir eser hâline getirilebilir. Huma Kuşu… Mükerrem Kemertaş’tan dinlenmelidir. Ali Beyim taş başında oturur… Sipsi eşliğinde Hale Gür’den dinlenmelidir. Bu türküler ve daha niceleri işlenmemiş, Gökalp’ın ifadesiyle tehzib edilmemiş hâlleriyle bile çok güzeldir.

Tehzib. İnsanlık tarihinin en büyük başarılarından biri olan klasik batı müziğinin teknikleriyle Türk müziğinin işlenmesi. Eğer sadece son devir tarihî müziğimizle ve sadece folklor müziğimizle yaşamak istemiyorsak, atalarımızın kendi çağları için yarattıkları sanat eserleri gibi biz de 21. yüzyılın Türk müziğini yaratmak istiyorsak batının dehalarından yararlanmaktan başka çaremiz yoktur.

Ya edebiyat?
Edebiyatta o kadar içimize kapanmadık. Hiç olmazsa başlangıçta. Batıya aittir diye klasik batı müziğine ve operaya itiraz eden milliyetçiler yine batıdan gelen tiyatroya ve romana itiraz etmediler. İyi ki etmediler. Şimdi büyük bir roman külliyatına sahibiz. Bence milletler arası ünü hak eden romancılarımız var ama eserlerin Türkçe olması, hak ettikleri ünü kazanmalarına engel oluyor.

Türk romanı bir ara, ağa – ırgat çatışmasına hapsedilmişse de Yaratan’a şükürler olsun ki o cendereden çabuk kurtuldu. Tarihe, polisiyeye, biyografiye, hatta bilim kurguya açıldı. Egzotik romana da sıra gelir ümidindeyim.

Türk milliyetçileri, tarihimizin ve Türk Dünyası’nın muhteşem romanlar için ne büyük bir hazine olduğunu erken fark ettiler. Atsız’ın Bozkurtlar’ı dünya çapında bir destandır. Mustafa Necati Sepetçioğlu tarihimizi, Emine Işınsu Türk Dünyası’nı romana taşıdı. Her ikisi de unutulmayacak romanlar yazdılar. Bugün tarihî roman yazarlarımız çoğaldı. Fakat yine bir şeyin içine tıkılıp kaldık gibi geliyor bana. Hep aynı üslupla bir hamasettir gidiyor. Bir şeyleri kırmalıyız ama ne? Doğrusu benim zihnimde de belirsiz fikirler uçuşup duruyor. Belki de burada yine Gökalp’ın “beynelmilel deha”larına başvurmalıyız.



Hasan Âli Yücel devrindeki batı klasiklerinin çeviri işini çok önce başlatan kişinin Gökalp olduğunu biliyor muydunuz? Kendi kaleminden okuyalım:

“İşte asrî câmiamız olan bu garp medeniyetiyle, ona mensup bütün harslardan nasibimizi almak içindir ki, Telif ve Tercüme Encümeni, garp medeniyetinin beynelmilel mahiyeti hâiz bütün ana kitaplarını (otorite tanınan monografileri) ve millî harsların çiçekleri hükmünde bulunan umum muhalledeleri (şaheserleri) tercüme ettirmeğe karar verdi.” (s. 120-121).

Evet, batı klasiklerini çevirtmeye karar veren Telif ve Tercüme Encümeni, 1923 yılında Gökalp’ın başında bulunduğu encümendir ve kararı veren de doğrudan doğruya Gökalp’tır. Bu encümen, daha sonraki Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nın Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki nüvesidir.

Peki bu şaheserler hangileridir? Romancıları saymıyor ama bazı şairlerin isimlerini veriyor Gökalp: Puşkin, Dante, Petrarca, Goethe, Schiller, D’Annunzio (s. 64).

İlahi Komedi, İtalyancayı ve İtalyan milletini yarattı denilebilir. Don Kişot, İspanya’nın şaheseridir. Sadece Şekspir’in eserleri İngiltere halkını İngiliz yapmaya yeter. Bizde böyle eser(ler) var mı? Sadece bir eserin adını vereceğim: Dede Korkut Kitabı. Dilimizdeki bütün eserler kaybolsa, elimizde sadece Dede Korkut Kitabı kalsa Türkçeyi ve Türk milletini yeniden inşa etmeye yeter. Elimizde böyle bir şaheser var. Gelin hem kendi edebiyatımızdan hem beynelmilel dehaların eserlerinden beslenelim ve kıramadığımızı düşündüğüm zincirleri kıralım.

Şiirde gür seslerden mahrumuz. Şiirin manadan çok musiki olduğunu Ahmet Haşim söyleyeli çok oldu ama ahenkten yoksun şiir modası hâlâ geçmiş değil. Aruza da heceye de serbest vezne de eyvallah ama ille de ahenk. Şiirin olmazsa olmaz şartıdır ahenk. Veya Şerif Aktaş’ın deyişiyle ses akışı. Türkçenin hangi seslerinin bir akış sağladığını şair, sezgisiyle bulmalıdır. Bu sezgi de kendi kendine oluşmaz. Eğer şiir yazan kişi sürekli olarak bir edebiyat çevresinde yaşıyorsa kulağı, ahengi sağlayan ses akışlarını yakalar. Şairin beyninin sesleri depolayan bölümüne sesler yerleşir ve şair bunun farkına bile varmaz. Bir edebiyat çevresinde yaşamak da şart değildir. Dilin en güzel parçalarını sürekli okuyan adamın beyni de ses akışını yakalar.



Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Anadolu romantizmi iyi gidiyordu. Meşrutiyet yıllarından gelen Yahya Kemal ve Faruk Nafiz Türkçenin ahengini yakalamıştı. Ahmet Kutsi, Ahmet Muhip, Ahmet Hamdi , Cahit Sıtkı, hatta Orhan Veli ahenk parçacıklarını alt alta diziyorlardı. Fakat şiirimizin büyük orkestrasyonlara ihtiyacı vardı. İki adam bunu yapabilirdi; ikisi de sanatlarını feda ettiler. Biri “Yirmi dört saat Marks, yirmi dört saat Lenin” dedi; diğeri egosuna ve İdeolocya Örgüsü’ne şiirini feda etti. Ah Nazım, Ankara’ya giderken o Spartakist ağabeylerle karşılaşmasaydın olmaz mıydı?

Erzurum’un kışı zorludur balam / tandırında tezek yakar Erzurum / buz tutar yiğitlerinin bıyığı / ve geceleyin karlı ovada / kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Şiirimizin bu gür sesi birçok nesli büyüledi. Fakat heyhat, o bir ideolojinin kurbanı oldu.

Aslında Namık Kemal’den, Tevfik Fikret’ten beri gelen bir gür ses vardı şiirimizde. Çanakkale, Bülbül, İstiklal Marşı ile Türk şiirinde müstesna bir yere oturan Akif, Türk’ün destanını yazabilirdi. Güreşçileri tasvir eden şu mısraların sahibi destanımızı da yazmalıydı:

Şimdi sağ kolda gümüş kaplı birer bâzûbent,
Boynu mıskayla donanmış, o yarım deste levent,
Önce peşrev yaparak sonra tutuşmazlar mı,
Güreş artık kızışır, hasmını tartar hasmı.
Uzanır şimdi göğüsler, kavuşur; şimdi yine
Dalga çarpar gibi çarpar gerilip birbirine.
Kimi tek çapraza girmiş, mütemâdî sürüyor;
Kimi şîrâzeyi tartıp alıvermiş, yürüyor.
Kimi sarmayla çevirsem diye sardıkça sarar;
Kimi kılçık düşünür, atmak için fırsat arar.

Merak edenler, Safahat’ın altıncı kitabı Âsım’dan bu parçaları bulup okumalıdırlar.

İri kavuklarda iri dilimler / Ağır ve şâhâne geçti Selimler diyen Arif Nihat da elbette destanımızı yazabilirdi. Belki de onun şiirini destan niyetine yeni baştan okumalıyız. Ama Niyazi Yıldırım Gencosmanoğlu destanımızın bir parçasını yazmayı başardı.

Sizlere şimdi Azerbaycan’ın güneyinden iki, kuzeyinden iki şair söyleyeceğim: Şehriyar ile Sehend ve Bahtiyar Vahabzade ile Rüstem Behrudi. Şehriyar’ın bütün şiirlerini Yusuf Gedikli topladı ve sanırım yeniden bastırdı. Sehend’in Sazımın Sözü ve Gardaş Andı adlı şiir kitaplarını Dursun Yıldırım hazırladı. Baskıları hâlâ Türk Dil Kurumu mağazalarında olmalı. Vahabzade’nin Muğam şiiri musikimizin destanıdır. Behrudi’nin şiirleri gerçek bir şaman ağzından söylenmiş gibidir; sanki o bin yıllar ötesinden gelip Bakü’ye postunu sermiş olan bir şamandır; belki de kurt donuna girmiş bir kam.

Görüldüğü gibi edebiyatımızda da Türk Dünyası bir fırsat olarak önümüzde durmaktadır.

Sonuç yerine…
Unutmamalıyız ki İsmail Gaspıralı ve izleyicilerinin adı ceditçi, yani yenilikçi idi. İdil Ural’ın, Kafkasların, Kazak bozkırlarının ve Türkistan’ın bütün ceditçileri Rus zindanlarında yok edildiler. Onların mirası Türk coğrafyasında yeniden canlandırılıyor. Bu büyük bir mirastır ve anamızın ak sütü gibi bize de helaldir. İki Cengiz, Cengiz Dağcı ve Cengiz Aytmatov Türk semalarında güneş gibi parlamaktadır. Her ikisi de mucizedir. Her ikisi de hem millînin hem beynelmilelin sütünü emmişlerdir.

Türk milliyetçilerinin tavrı ezik olmamalıdır. Ülkücülük eziklik duygusu taşımayı gerektirmez, ülkücü başı dik ve mağrur adamdır, yiğit adamdır; bilgili ve kültürlü adamdır; öyle olmalıdır. Bilge Kağan atalarının alp ve bilge olmalarıyla övünür. Bir Türk milliyetçisi kırık havasıyla, bozlağıyla, minyatürüyle, ebrusuyla övünür ama orada kalmaz. “Millî ve yerli” deyip yer sofrasına oturmaz; milletine en mükellef masaları layık görür. Görgüsüz saray şatafatına ise gülüp geçer. Tarihinin şanlı yapraklarından başını kaldırıp bütün dünyaya bakar. On yılın, yirmi yılın, elli yılın işi değildir Türkçülük. Ülkü kızıl elmadır diye öğrendik biz. Kızıl elma, yaklaştıkça uzaklaşan bir nazlı gelindir diye öğrendik biz. Tarihimize baktığımız gibi başımızı kaldırıp geleceğe de bakmalıyız. Oğuz Kağan’ın dediğini unutmayalım: Gök çadır, güneş mızrak!

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 82795

ulkucudunya@ulkucudunya.com