İkinci Sultan Osman: `Genç Osman`
Reşat Ekrem Koçu 01 Ocak 1970
Osmanlı hanedanının onsekizinci padişahı olan İkinci Sultan Osman, İstanbul tahtına oturduğu zaman öndört yaşında idi. 3 Kasım 1604 de Mâhifîruz Sultandan dünyaya gelmişti. Bu kadının, oğlunun padişahlığını görmeden öldüğü söylenir.
Hükümdarlığı pek kısa, ancak dört sene surdu, asken bir ihtilalde tahttan indirilerek onsekiz yaşında bir nevcivan iken fecî bir şekilde öldürüldü. Halk ağzında "Genç Osman" diye meşhurdur.
Tahsili ihmal edilmiş olan Birinci Ahmed, geceleri gündüze katarak: padişahlık şanına lâyık olan bilgiyi otodidakt* olarak edinmişti, bundan ötürüdür ki oğullarını çok iyi yetiştirmek istemişti. Sultan Osman on dört yaşında iken Farsça ve Arapçayı ana dili kadar biliyordu/ hattâ Latince, Yunanca ve İtalyanca da öğrendiği söylenir. Bir hükümdara yeter derecede ansiklopedik bilgi sahibiydi.
Saçlarının içi koyu kumral, dışı altın sarısı, zekâ ışığı ile parıl parıl gözleri ejderha kabuğu renginde, mavi üzerine lâcivert nakışlı, pek güzel çocuktu. Vücut yapısı da güzel başının içi gibi gelişmiş, serpilmiş, civelek bir pehlivan yapısında idi, onsekiz yaşında iken, bir padişah olmayıp da soyunsa ve er meydanına çıksaydı, yaşça akranlarının üstünde şehbazların* sırtını yere getirebilecek bazuya ve pençeye sahipti.
Belindeki kılıcı süs değildi, kabzasına el atınca kullanmasını da pek iyi bilir idi. Keman keşlikte de pişkindi, okları hedefini bulur, bir noktaya sekiz on ok mıhlayabilirdi. Ata çılgın gibi düşkün iyi bir binici idi; o kadar ki "Sisli Kır" adındaki sevgili bir atı ölmüş, Üsküdar Sarayı bahçesine defnettirerek baş ucuna, kendi kaleminden çıkmış şu manzum kitabe ile bir taş diktirmişti:
“Zilli Hak Hazreti Osman Hânın
Sisli Kır nâm atı öğülmüştür
Emri Yezdâniyle mevt irişîcek
Bu makam içre o gömülmüştür.”
Sonraları bu mezar bir at evliya makamı olmuş, asırlar boyunca sancılı hayvanlara ziyaret ettirilmiş, Sisli Kırdan şifa, devâ, meded umulmuştur.
Âli Osmandan idi, şiirle meşgul olacaktı, divan edebiyatı an’anesince mahlasını, takma adım da süvari mânasına "Fâris" aldı; bu ismi vezin icabı bazan "Farsî", "Fârisî" olarak da kullanmıştır, onbeş yaşlarında iken yazdığı şiirler pek güzeldir. Devrinin şairlerinde bu samimî duygu, bu pürüzsüz dil, bu kolay söyleyiş olmadığı iğin başkaları tarafından yakılıp çocuk padişaha mal edildiği ididia edilemez:
“Gönlümü aldı bir ruhî sâde
Benî âdem değil perîzâde
Defterine yazar nice uşşâk
Unutulmuş hemau ben üftâde”
Bir başka kıt’a:
“Merhemi vaslına- gönül muhtâc
Derdmende anınla eyle ilâç
Basdığm toprağı kodum cânâ
Âşıkın bâşına mücevher tâc”
Bu da bir gazeli:
“Gördüğüm gibi seni oldu gönül âvâre
Nice arz eyliyeyim âşkımı sen hünkâre
Yola doğru gider iken nideyim ol fettan
Sineme urdu anın kirpiği mühlik yâre
Yüzü gül, gönce dihen bir tâze nihâi
Nice kul olmayayım ol şehe ben bîçare
Farsî değme güzel sevmez iken neyliyeyim
Âşık itti beni bu devri köhen ol yâre”
Devletine hizmet yolunda büyük işler başaracağına inanmıştı. Fakat gençliğinin ve tecrübesizliğinin yadırganan hareketleri ve bâzı ahlâkî kusurları kendisini hükümdarlık makamında öyle aksattı ki pek kısa zamanda, bir kaç bendesi müstesna, herkesi kendisine düşman yaptı.
Son derece mağrurdu; tecrübeli devlet adamlarını hiçbir zaman dinlemedi. İlerisini düşünmeden verdiği kararlarda inatla ısrar ederdi. Gazabında amansız ve merhametsizdi. Müsrif değildi; fakat cömertlik, unvanı ne olursa olsun bir devlet reisine her yerde her zaman şeref verir. Sultan Osman bilâkis, kötü bir cimri idi. Bu zayıf noktası pek çabuk keşfedildi itimadını namus ve ehliyet sahipleri değil, kendisine nadide kıymetli hediyeler ve altın verenler kazandı; tek hürmet ettiği adam hocası Ömer Efendi idi; hakikaten âlim adamdı, fakat kindar, haris ve talebesi gibi inatçı idi. Padişahının itimadını suiistimal etti, kapısını rüşvete açtı, ulemayı küçük düşürmek ve düşman kazandırmakla velinimetine en büyük kötülükte bulundu.
***
Taht üzerinde bir hâtıra tesis etmeden, teb’ası tarafından hakkında henüz bir kıymet hükmü verilmemişken ve nihayet tüysüz bir çocuk iken hânedanının asırlar boyunca devam edegelmiş an’anelerini değiştirmeğe kalktı. Padişahlar resmi merasimde, atının murassa sorgucuna varınca ihtişam içinde görüle gelmişti, ihtişamı terketti İstanbul halkından zengin bir delikanlı gibi giyindi, alelâde eğer vurulmuş atlara bindi. Başka padişahların tebdil gezerken taşıdıkları kılık ve kıyafet onun mutad giyimi kuşamı oldu.
Haremde bir sürü cariye, odalık ve müstefrişeyi* anlamıyordu, herkes gibi teli duvağı ile bir gelin kız bulup evlenmek istiyordu, sarayda hakikî bir aile yuvası kurulmalı idi.
Bunlar muhakkak ki güzel hareketler, güzel duygulardı, fakat yadırgandı, fazilet bir nakise olarak görüldü ve genç padişah küçümsendi, halk ve asker tarafından "Osman Çelebi" lakabı takıldı.
Alnına bir de kardeş kanı lekesi bulayınca, lanetlendi.
Birinci Sultan Ahmed son zamanlarında bir içki yasağı ilân etmişti, Deli Mustafa’nın doksan günlük padişahlığında bu yasak kendiliğiden kalkmıştı. Sultan Osman hükümdarlık icraatına buradan başladı, yanına bostancıbaşı ile bostancıları alıp bizzat meyhane meyhane teftişe çıktı ve pek tabiî ayak takımı ile yüz göz olma durumuna düştü. Hamal, dellâk, kayıkçı, salapuryam, ırgat bekâr uşaklarından, yeniçerilerden, sipahilerden sarhoş yakaladıklarını taş kayıklarına doldurttu, geceleyin ayaklarına taş bağlatarak denize attırdı. Şehir halkından sarhoşları da tersane gemilerinde küreğe vurdurttu. Padişaha kargı ayak takımında ve bilhassa yeniçerilerde sonsuz bir nefret uyandı.
1621 yılı Ocak ayının on ikinci Salı günü idi, kendisinden dört ay küçük, 17 yaşındaki kardeşi şehzade Mehmedi boğdurttu, sebep bir dedikodu idi: Bir muhbiri sadık (!) asker arasında: "Osman Çelebi bize padişah olmaz, bize şehzade Sultan Mehmed gibi padişah lâzımdır ki sıması lâtif ve hem dahi merhametlidir." yollu bir söz işitmişti. Sultan Osman ise o sırada Lehistan’a karşı sefere hazırlanıyordu, "fitne dağdağasını" önlemeğe mecburdu, idam fetvâsını Şeyhülislâm Esad Efendiden istemiş, vermeyince Rumeli Kadıaskerinden almıştı. Bu vak’a üzerine de hem sarayın hem halkın nefretini, hattâ lânetini giyindi. Anlatılan sahne pek hâzindir, odasına cellâdlar girdiği zaman genç ve güzel şehzâde:
- Osman!.. Allahdan dilerim ki ömrün ve devletin berbad olup beni hayatımdan nice mahrum etdin ise şen dahi behremend olmayasın!., diye bağırmış.
Müverrih Maimâ: "Gaddarlık etti. Şehzâdenin bedduası da tuttu, az zamanda cezası zuhur etti" diyor.
Sultan Osman beş ay sonra Lehistan seferine çıktı. Orduda ağır hizmetlerde kullanılmak üzere İran Şahının hediyesi dört tane de fil vardı. Tuna kenarında İsakcı menzilinde Kaptan Paşa 300 kazak korsanı getirdi, bunlarm cezalarını da Sultan Osman tâyin etti. Bir kısmını fillere çiğnetti, bir kısmını kazığa, bir kısmını çengele vurdurdu, bazılarım belinden ikiye böldürdü, bir kaçını da direklere bağlatıp ok talimi yaparak kendi eliyle öldürdü. Kumandanlardan neferlere varınca orduda herkes kesin olarak anladı ki bu dilber yüzlü delikanlının içinde bir canavar yatıyordu, "Allah buna fırsat vermeye" denildi.
İkinci Sultan Osmanın Lehistan seferi sekiz ay sürdü, Motin Kalesi yirmi beş gün muhasara edildi, kaleye altı defa yürüyüş yapıldı ise de alınamadı, padişah Lehlilerin sulh teklifini kabule mecbur oldu. Bu muvaffakiyetsizliği askerin, bilhassa yeniçerilerin gayretsizliğinde gören Sultan Osman sefer dönüşünde yeni bir asker ocağı kurmağa kat’î olarak karar verdi, kendi mesuliyet hissini göremedi: Kahramanlık gösterenleri lâyık oldukları ihsanlarla taltif etmemiş, kelle ve esir getirenlere sadaka kabilinden birşeyler vererek askerin gayret ve şevkini kırmış, askere sık sık haysiyet kırıcı hitablarda bulunmuş, yüzden fazla yeniçeriyi de, cezası en fazla dayak olan küçük suçlardan idam ettirmişti. Asker de: "Hele bir yol selâmetle İstanbul’a dönelim..." diyerek Sultan Osman’a diş bilemeğe başlamıştı.
Hotinden dönüşünün tezine Şeyhülislâm Esad Efendinin güzelliği dillere destan olmuş kızı Âkile Hatunla evlendi, saray an’aneleri hilâfına 600,000 altın üzerine nikâh kıyılarak İstanbul âdetlerince bir düğün ya- püdı. Bu gelin kızın adı için "Ukayle" diyenler de vardır. Düğünden sonra ortaya bir hac meselesi çıktı. Mısırı fethetmiş, Hicaza ülkelerine ilhak etmiş ve hilâfeti Osmanlı hânedanına almış Yavuz Sultan Selim bile hacı olmamıştı. Yeniçeriler: “Ali Osmandan hacı yoktur, bunca diyarlar fetheden Gazi Selim ve Gazi Süleyman Han dahi Kâbeye gitmemiştir, bu Osman Çelebinin muradı haccı behâne edinüp Halebden, Şamdan, Mısırdan asker yazup ocağımızı söndürmektir, gitmesine rızamız yoktur...” dediler.
Askerin ilk defa olarak sert bir ihtarı ile karşılaşan padişah yine ilk defa olarak bir kararım tatbikde tereddüde düştü.
1622 yılı Mayısının ortalarına doğru idi, bir gece acaip bir rüya gördü:
Taht üzerinde oturuyor ve Kur’an okuyormuş, Hazreti Muhammed gelmiş, elinden Mushafı ve sırtından cübbesini almış, suratına bir tokat atarak tahtından yere devirmiş. Peygamberin ayaklarını öpmek istemiş, öpememiş.
Bu müthiş rüyayı evvelâ hocası Ömer Efendiye anlattı, hoca efendi: “Haccı şerife olan niyetinizde tereddüde düştünüz, size tevbihtir, ayağına yüz sürmek rüyada nasib olmadı ise inşallah merkadi münevverlerine yüz sürersiniz…” dedi. Bu tâbir Sultan Osmanı tatmin etmedi, Üsküdar’da Şeyh Aziz Mahmud Hüdâî Efendiye gitti, büyük şeyh:
— Kelâmı Kadîm şerî şerifin hükmüdür, cübbe âlemi vücuddur, bilüb bilmediğiniz harekâtınızdan tövbe ve peşimanlık üzere olun padişahım, dedi.
***
Müthiş rüyasının iki türlü tâbirinden sonra Sultan Osman ne yapacağım şaşırmıştı. Evvelâ Aziz Mahmut Efendinin sözüne uyarak tövbe ve istiğfar yolunda İstanbul’daki evliya türbelerini dolaşmağa başladı Eyyüb Sultanı ziyaretinde, padişahı halk gözünde kötülemek için suret mahsusada tertip edilmiş gibi çirkin bir vak’a oldu; Sultan Osman kurbanlar kesilmesini emretmişti, bostancılara: “Şu kadar koyun ve şu kadar sığır bulun…” denildi; koyunları buldular, sığır için de etrafa dağılan bostancı neferleri şehir kapularında ve Karagümrük’te rastladıkları arabaların öküzlerini alıp götürdüler, sahiplerinin şikâyetine, feryadına bakılmadı, değerlerinin de dörtte biri kadar para verdiler. Herkes padişaha beddua etti.
Sonra hoca Ömer Efendiye inanı galebe çaldı; 1622 yılı Mayısının on sekizinci Çarşamba günü sabahı hac yolculuğu için otağını ve tuğlarını Üsküdar’a geçirdi, ayni gün, İkinci Sultan Osmana karşı askerî ihtilal başladı.
Kaynatası Şeyhülislâm Esat Efendi padişahın kat’î kararım öğrenince fetvaya benzer bir mektup gönderdi: “Padişahlara hac lâzım değildir, yerinde oturup icraî adalet eylemek haccın üstündedir”. Bir mektup da Aziz Mahmut Efendiden geldi, o da: “Caizdir ki, bir fitnei azime zuhur edecektir…” diyerek otağı ve tuğlan derhal geri aldırtmasını tavsiye etti.
Sultan Osman yanında ancak 500 yeniçeri ile 1000 kapukulu sipahisi götürüyor idi. Halbuki padişahlar ava çıksalar en az 5000 yeniçeri ile giderlerdi. Bu seyahat için seçilenlerin zabitlerine Üsküdar’a geçmek için emir gelince iki asker ocağının ileri gelenleri Fatih Caminde toplandılar, kararları şu oldu: “Nizamî âlem için, padişahlar haccı terk edegelmişlerdir. Osman Çelebinin garazı mücerret bizden nefret ile onlardan asker toplamak ve ocaklarımızı kaldırmaktır, rizamız yoktur, hacdan vaz geçecektir”. Büyük bir kalabalık oradan At meydanına yürüdü, bu yürüyüşe halktan da on binlerce kişi iştirak etti. Meydan toplantısında: "Padişahı baştan çıkarıp ve bu sevdaya düşürüp abes yere beytühnali itlaf ve fesada sebep olanlar hakkında şerran ne lâzım gelir" diye bir fetva sureti yazıldı ve Şeyhülislâma gönderildi, askerin istiyecekleri kellelerin başında hoca Ömer Efendi bulunduğu için Şeyhülislâm hiç tereddüt etmeden "katli lâzım gelir" diye fetva verdi. Hoca Ömer Efendi ile Sadrâzam Dilâver Paşa kaçmışlardı, sarayları yağma edildi. Bunu haber alan Sultan Osman ulemanın ileri gelenlerini saraya davet etti, efendiler:
- Asker sizin Anadoluya geçmenizi istemiyor, hoca efendinin, kızlarağasının, sadrazamın ve baş defterdarın azillerini istiyor...
Dediler. Sultan Osman:
- Varın söyleyin hacdan vaz geçtim, fakat onları azletmem, dedi.
Bu haber askere ulaştırıldığında gün kavuşmuş, akşam olmuştu, ihtilâli idare edenler: “Fatih Sultan Mehmet Camiine gelin, yarın orada görüşürüz” dediler. Ertesi Perşembe sabahı Fatih Camiinde toplanıldı, fakat ulemanın ileri gelenleri Sultanahmet Camiine gittiler ve: “Burada toplanalım” diye haber yolladılar, ihtilâl havasını alevlendirme bakımından bu yer değiştirmede büyük bir kasit olduğu muhakkaktır. At Meydanına doğru bir insan seli aktı. Asker isimlerini tesbit ettiği kimselerin başlarını istemede ayak diredi, kibar ulemadan seçilen bir heyet saraya gitti:
- Padişahım ısrar etmeyin, şerrin ehvenini ihtiyar buyurun, dediler.
Sultan Osman:
- Siz bu mesele ile meşgul olmayın, onlar başsız askerdir, tez dağılır, dedi.
- Padişahım asker taifesi toplandıkta istediklerini alagelmiştir.
Denilince genç hükümdar parladı:
- Bu fitne erbabını siz tahrik etmişe benziyorsunuz. Evvelâ sizi kırarım, sonra onları!, diye bağırdı.
Huzurdan çıkan ulemaya saraydan ayrılmaları için izin verilmedi, Baüssaade içinde alıkonuldular, onlar da: "Böyle bir günde biz zaten padişahımızı yalnız bırakmayız" dediler. Sultan Osman’ın muamelesine karşı ağır cevaptı. Ulema heyetinin saraydan dönmediğini gören ihtilâlciler heyecan içinde idi. Ayasofya Camii minarelerinden saray tarassut edildi. “Bostancılardan eser görünmez!” denilince saraya hücum edildi. Bostancılar Sultan Osman’a ihanet etmiş, Bâbı hümâyunu açık bırakmışlardı. Orta kapıya kadar sarayın birinci avlusu bir anda yeniçeri, sipahî ve halkın ayak takımı ile doldu. Orta Kapı da kanatlarını açınca Divan Avlusu istilâ edildi, Sultan Osman’a bütün saray ihanet ediyordu, ihtilâl Bâbüssaadeye dayanmıştı. Bu kapının ötesi “Enderunu Hümâyun” idi, sarayın harîmi, idi, eşiğinden bir padişahın ancak ismen davet ettikleri geçebilirdi, sadrâzam dahi hod behod giremezdi, ihtilâlciler padişaha gönderilen heyeti orada buldu, Nakibüleşraf Efendi:
- Biz söz geçiremedik, varın Sultan Osman’la kendiniz söyleşin!.
dedi.
Bu kapının muhafızları akhadım ağalar da korkup kaçınca ihtilâlciler sarayı hümayunun halimine akmağa başladı. Manzara mahşer yerinden örnekti. O sırada kalabalığın içinden: “Sultan Mustafa’yı isteriz!” diye bir ses yükseldi. Bunu onbinlerce ağız tekrar etti. Sultan Osman tahtım işte on anda “isteriz!” gürlemesi ile kaybetmişti.
***
Sultan Mustafa’nın asker tarafından mahbesinden çıkarıldığım öğrenen Sultan Osman pek geç olarak Sadrâzam Dilâver Paşa ile Kızlarağası Süleyman Ağayı ihtilâlcilere teslim etti ve Ohrili Hüseyin Paşayı sadrâzam tayın etti. Dilâver Paşa ile Süleyman Ağa derhal paralandılar. Ulema efendiler bunu fırsat bilerek saraya girmek istedi:
- Yoldaşlar, padişahımız istediklerinizi verdi, daha kimi isterseniz gidip alalım, dediler.
Asker: “Biz padişahımızı bulduk, bundan sonra istediklerimizi ondan alırız” cevabını verdi.
Haremi hümayunda bulunan Sultan Osman Bostancıbaşı Hacı Mahmut Ağayı çağırttı:
- Bir kayık hazırlat. Bir miktar hazine yükleyip Üsküdar’a geçeceğim, oradan Bursa’ya gidip ecdadımın tahtına oturacağım, beni isteyen oraya gelir... Tutalım Sultan Mustafa padişah olmuş, bir kaç gün mururunda maiyeti malûm olacaktır, dedi.
Bizi Allah korumuştur diyeceğiz; o anda hepsi de elinde bulunan beş erkek kardeşini öldürtmek aklından geçmemiştir, geçseydi, Şehzade Mehmedi boğdurtan Genç Osman, taht uğrunda bu katmerli cinayeti de irtikâp edecek yaradılışta idi. Bir kaç gün geçince mahiyeti malûm olacak Sultan Mustafa’nınyerine bir padişah aranacağı zaman, o tarihte on yaşında bulunan küçük kardeşi Sultan Murat dururken askerin “Osman Çelebi”yi Bursa’dan davet etmiyeceğini pekâlâ tahmin ederdi. Askerin eline geçen Deli Mustafa bilmiyerek beş masum yeğeninin hayatını kurtarmış oluyordu.
Bostancıbaşı:
- Neferden kimse kalmadı, sarayı hümayundaki bütün kayıkları alıp kaçmışlardır!, deyince şaşırdı. Yeni veziri Ohrili Hüseyin Paşa:
- Padişahım, dedi, Sultan Mustafa’yı yeniçeriler Et Meydanındaki kışlalarına götürdüler, maslâhat budur ki, biz dahi Ağakapusuna gidelim, ocaklarına geldiğinizi öğrenince size zarar gelmez..
Sultan Osman bu teklifi kabulde evvelâ tereddüt etti:
- Beni istemeyen yalnız yeniçeri olsaydı bu tedbir ile söz geçirebilirdik, ulema da var, hemen Anadolu tarafına can atmak gerektir...
Dedi. Şüphesiz ki, düşünüyordu. Fakat Anadolu yakasına ancak yüzerek veya uçarak geçmek kalmıştı. Yalnız saray kayıkları kaçırılmış değil, limanda tek kayık yoktu. Bütün kayıkçı, peremeci, salapuryam takımı, şehrin hammal, dellâk, manav gibi ayale takımı ile beraber ihtilâlci askere karışmıştı. Üstelik tersaneliler de ihtilâle karışmıştı. Sultan Osman bir amme nefreti karşısında yapayalnızdı. Çaresiz vezirin teklifini kabul etti. Bostancı başı ile beraber yanlarına on kese altın alarak ikindi vakti sarayın bir oğrun kapusundan çıktı ve Süleymaniyedeki Yeniçeri Ağalık sarayına iltica etti. Ve yeniçeri ağası Ali Ağayı, askere büyük bahşişler ve rütbe terakkileri vaadları ile Et Meydanındaki kışlaya gönderdi, söyleyeceği sözleri de talim etti, “Sultan Osman bize sığındı, ocağımızın namusu vardır, kendisini tekrar padişahlığa kabul edin” diyecekti. Ali kışlada, evvelâ, efrad ile en sıkı teması olan odabaşılarla konuştu ve sözlerini: “Yoldaşları Sultan Osman tarafına döndürün” diye bağladı. Odabaşılar:
- Akşam oldu, sabah gelin, yoldaşları toplayalım, siz kendiniz söyleyin, biz de makuldür diyelim. Hüdânın yazdığı ne ise o olur, dediler.
Ağaya savdıktan sonra hepsi kendi ortasının, taburunun neferlerini topladı ve büyük ağanın kışlaya ne maksatla geldiğini anlattı: "Yarınki gün söyletmeyin, vurun" diye tenbih ettiler.
Sultan Osman o Perşembe - Cuma gecesini Ağakapusunda geçirdi, gözüne uyku girdi mi, bilinemez. Ayni geceyi Sultan Mustafa ile anası Et Meydanı kışlasındaki Orta Camide geçirmişlerdi. Valde Sultan oğlunun vasiyyesi sıfatı ile sadrazamlığa kızının kocasını, Sultan Mustafa’nın eniştesi Kara Davut Paşayı tayin etmişti. Böyle ihtilâl zamanlarında her türlü mel’aneti irtikâp edebilecek tıynette adamdı.
20 Mayıs 1622 Cuma, ihtilâlin üçüncü ve sonuncu günü, Yeniçeri Ağası erkenden, misafiri sayılan Sultan Osman’ın huzuruna çıktı. Onsekiz yaşındaki güzel delikanlı sabah namazını kılmış, fakat giyinmemişti; başı açık, üzerinde beyaz bir gecelik entarisi, belinde hafif bir kuşak vardı, ayakları çıplakdı. Ağa teselli yollu birkaç söz söyledi, yeniçerileri elde edince sipâhilerle halkın ve ulemanın ehemmiyeti olmadığını anlattı, ocak namusu üzerinde son derecede hassas olan yeniçerilerin de kendilerine sığınmış bir padişaha sadakattan ayrılmayacaklarına emin olduğunu bildirdi. Sonra atına binip Et Meydanındaki kışlaya gitti. Odabaşılar askeri kışla meydanına toplanmış, kendisini bekliyorlardı, Ağa bir merdiven başına çıkdı evvelâ duaya başladı, sonra: “Sultan Osman da Ağakapusuna geldi...” dedi, fakat askere olan vaidlerini söylemeye bırakmadılar, bir:
- Vurun, söyletmeyin!..
Sedâsı yükseldi, bir yeniçeri eteğinden çekip aşağı düşürdü ve hemen kılıç üşürüp paraladılar, cesedini ayağından sürüyüp Aksaray’da dört yol ağzına attılar. Sonra kışladan boşandılar, Sultan Osman’ı almaya gidiyorlardı. Her adımda katılan sipahiler ve halk ile kalabalık bir çığ gibi büyüyordu. İhtilâl en korkunç saatlerini yaşıyordu.
20 Mayıs 1622 Cuma günü, İkinci Sultan Osman hayat takviminin son yaprağı oldu; delikanlıya belki yıl gibi uzun gelmiştir, belki de bir saat kadar kısa, bilemeyiz.
Süleymaniye’deki Ağakapusu (Şimdi İstanbul Müftülüğü ile Biyoloii Enstitüsünün bulunduğu yerde yeniçeri ağalarına mahsuz mirî saray), binbir ayak bir ayak üstünde mahşer yerinden örnek olmuştu. Sultan Osman henüz giyinmemişti, kaçıp saklandığı yerden o beyaz gecelik entarisi ile başı açık ve yalın ayak çıkardılar. Bir sipahi acıdı, başından dülbendi kirlice keçe külahını çıkarıp padişahın başına koydu, bir yeniçeri de ayaklarından kaba asker yemenilerini çıkarıp padişahın çıplak ayaklarına geçirdi. Aşağı tabakadan bir adamın çul eğerli atma bindirdiler.
Süleymaniye’den Aksaray, yeniçeri, sipahi ve halkın ar ve edeb bilmezit güruhunun dil ve el ile en ağır hakaret ve tecavüzleriyle getirildi. Vakanuvıslerin tesbit ettikleri sözler ve hareketler şunlardır:
- Canm Osman Çelebi! Meyhaneleri basmak olur muydu?
- Meyhane basup yeniçeri ve sipahiyi taş gemisine doldurmak olur muydu?
- Yeniçeri ve sipahiyi denize atmak olur muydu?
- Ecdadın bu kadar memleketi bostancılarla mı zaptetti?
Dediler. Altıncıoğlu adında bir serseri güzel delikanlının baldırlarını, kaba etlerini sıkıştırarak edebden hariç lâflar söyledi.
Sultan Osman:
- Bre habis mel’un! diye bağırdı.
At-k üzerinde vücuduna uzanan mütecaviz ellerden korumaya çalışıyordu
- Padişahınız değil miyim? Nedir ettiğiniz bu cefa! Yapman!, diyordu, ağlıyoordu.
Orta Camie getirildi. Sultan Mustafa ile anası da orada idi Cuma günü idi, müezzinler sala vermeye başlayınca kışla avlusundaki asker Sultan Osman’ın camide idam edildiğini zannetti:
- Katle rizamız yoktur!. Katledeni paralarız!.
Diyegulgule koptu. Camiin içindeki zabitler Sultan Osman’ı pencereye getirip askere göstermeğe mecbur oldular.
Bir ara başındaki keçe külahı kirli dülbendi attı, başı acık ağlamaya başladı; kuvvet karşısında zillete düştü ve yalvarmağa başladı:
- Ağalar, bilmezlik ile size cefa ettim ise af edin, benim ettiğimi siz etmeyin, dün sabah padişah idim, bakın, başım açık, ayağım çıplak, şimdi üryan kaldım, halimden ibret alup merhamet edin, dünya size dahi kakmaz, hangi padişahın kulları padişahlarına bu ihaneti yaptılar...
Reşad Ekrem Koçu hakkında
Osmanlı Padişahları’ndaki Reşad Ekrem Koçu’nun biyografisi:
1905 yılında İstanbul’da doğdu; 6 Temmuz 1975 tarihinde İstanbul’da, Göztepe’de öldü. Babası Ekrem Reşad ey, annesi Hacı Fatma Hanım idi.
Reşad Ekrem Koçu’nun babası Ekrem Reşad Bey, Yemen ve Sivas defterdarlıklarında, daha sonra İstanbul Şehremaneti muhasebeciliğinde bulunmuş olan Abdullah Reşad ile Osman Paşa kızı Melek Hanım’m oğlu idi. Annesi Hacı Fatma Hanım ise, yakında Yaymevi’miz tarafından yayınlanacak olan “Yangın Var!” isimli eserinin “Rehevalı Bedri Onbaşı- bahsinde, bir münasebetle söylediği gibi: İtfaiyeli Bedri’nin Ayşe adında dünya güzeli bir ablası varmış; bu kız yine o bozgun muhacirlerinden ve Eski Zağra eşrafından Emin Paşazade Şevket Bey’in, gayetle mahremi uşağı Buklumukiu Mustafa ile evlendirilmiş ki Reşad Ekrem Koçu’nun anası Hacı Fatma Hanım, Eski Zağralı Şevket Bey’in kızıdır.”
1921’de Bursa Lisesini bitiren Reşad Ekrem Koçu, 1931’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu; Kuleli Askerî, Pertevnihal ve Vefa liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. Emekli olduktan sonra kendini tamamen tarih yazarlığına verdi. Gazete ve dergilerde yayınlanan pek çok sayıdaki yazılarından başka; halka, zevkle okuyabileceği, ağır bilgiler, notlar ile yu u olmayan, fakat ciddi ve hattâ içinde ilgi çekici yeni görüşler bu rinan, kitap halinde tarihî eserler ve araştırmalar da yayınladı (Forsa Halil, Dağ Padişahları, Erkek Kızlar, Kabakçı Mustafa, Patrona Halil Yeniçeriler, Osmanlı Pedişahları vs. gibi). Bunların dışında Osmanlı Muahedeleri, Türk Giyim, Kuşam ve Süsleme Sözlüğü ve Topkapı Sarayı gibi ansiklopedik eserler de ortaya koydu.
Reşad Ekrem Koçu’nun muhakkak ki en büyük eseri, maalesef tamamlanamayan İstanbul Ansiklopedisi’dir. Ansiklopedi önce 1944- 1948 yılları arasında 3 cilt (34 fasikül) yayınlanmış, «A» harfinin sonlarında kalmıştır. On yıllık bir aradan sonra 1958’de yeniden ve baştan basımına başlanmış; 1971’de, Eritmek-Fırın maddelerini ihtiva eden 10. cilt tamamlanmıştır. 5760 sayfa tutan bu on ciltlik muazzam eserden bir kaç fasikül daha çıkmışsa da «G» harfinin ortalarında yayın tamamen durmuştur.
Reşad Ekrem Koçu’nun gazete ve dergilerde yazdığı sayısız yazılarından, kitap halindeki pek çok eserlerinden ve İstanbul Ansiklopedisinin ilerdeki maddeleri için hazırladığı notlarından ayrı olarak defterlere geçirilmiş, hattâ resimlendirilmiş yazılan, basıma hazır hale getirdiği eserleri de vardı. Bunlardan «Yangın Var!» ve "Haydud Aşkları" adlarındaki iki orijinal eser, pek yakında tarafımızdan yayınlanacaktır.
Böylelikle, yine bir İstanbul tarihçisi olan Sayın Prof. Dr. Semavi Eyice nin Reşad Ekrem Koçu’nun ölümü dolayısı ile yazdığı bir yazısındaki: (Aramızdan ayrılan bir İstanbul tarihçisi, Reşad Ekrem Koçu. Pirelli, Aylık Mecmua, Kasım 1975, sayı 134, s. 8-9) “Yarım yüzyıllık bir ömrün ürünü olan notların (ki bunların arasında Hamamlara dair bir eser vardır) kaybolmaması temenni”sini, bir neme gerçekleştirmiş olmanın sevinç ve gururu; fakat aynı zamanda da, merhum Üstad’ın bu eserlerini kitap halinde göremeyişinin üzüntüsü içindeyiz.”
Bu eserlerini yayınlarken, artılı; aramızda bulunmayan bu büyük İstanbul tarihçisini rahmet ve saygıyla anarız.
Camidekilerin gözleri yaşardı, yeniçeri ocağının büyük abalarından Turnacıbaşı Ağa başından dülbendini çıkarıp:
- Padişahım, temizdir, mübarek başınıza sarın dedi
Önce almak istemedi, sonra alıp sardı. O sırada sadrâzam Kara Davaud Paşa, cebecibaşı yaptığı bir bendesi ile camie geldi. Paşanın işareti ile bu adam Sultan Osman’ı boğmak için kemend attı. Delikanlı atik davranıp kemendi tuttu, bütün ocak ağaları koştu.
- Neylersiniz?.. Bu yaptığınız dışarı aksetse asker cümlemizi kırar..
Dediler, Sultân Osman Davud Paşaya döndü:
- Bre zalim, ben sana neyledim? İki defa mucibi katil cürmünü af ettim, mansıb* verdim, bana adavetin* nedir alçak!
Dedi ve Yeniçeri zabitlerine:
- Bu zalim beni komaz, öldürür!., dedi.
Ocak ağaları:
- Yok padişahım. Sizi kimse öldüremez. Hatırınızı hoş tutun, ortalık bir miktar sükûn bulsun, padişahımız yine sizsiniz... diye teselli ettiler.
Bu sırada mihrab önünde oğlunun yanında oturan Valide Sultanın mırıldanarak şunları söylediği tesbit edilmiştir:
“Siz bilmezsiniz bu ne sarı yılandır... Buradan sağ kurtulursa sizden ve bizden kimseyi komaz, öldürür...”
Sultan Osman askere hitap etmek için izin istedi, camiin avluya bakan penceresini açtılar, delikanlı askere de yalvardı:
- Benim Sipahi ağalarım ve Yeniçeri ihtiyarları babalarım... Tazelik belası ile münafık sözüne uydum, beni buraya hakaretle getirmeden ise nolaydı orada öldürseydiniz!.. Beni istemez misiniz, dedi.
Avluyu dolduran asker bir uğurdan:
- Seni padişahlığa kabul etmeyiz, katline dahi rizamız yoktur, diye bağırdı.
Tekrar ağlamaya başlayan Sultan Osman camideki zabitlere: “Çünki beni katle razı değilsiniz, Sultan Mustafa’nın odasına hapsedin” dedi.
Sultan Osman’ın saraydan çıkarken yanına aldığı on kese altın Ağakapusundaki zabitlerin elinde kalmıştı. O sırada cami avlusundaki asker arasında bir adam: “Sultan Osman kapıya flori getirmiş…" diye bir lâf atınca bir kaynaşma oldu, kalabalık bir kafile Ağakapısma koştu: "Osman’ın getirdiği flori kaildedir?" dediler. Koca saray talan edilecekti, ortaya bir kesesini çıkarıp attılar: “İşte getirdiği flori budur” dediler. Kese derhal paralandı, altın sarı çiçek gibi meydana yayıldı ve hemen yağma edildi. Geri kalan dokuz kese altını da irice lokma yutmadım bilenler iç etmişti.
***
Sultan Osman Ağakapusuna son sadrazamı Ohrili Hüseyin Pasa ve bostancıbaşı Hacı Mahmut Ağa ile beraber sığınmıştı, padişahları ile beraber tevkif edildiler paşa öldürüldü, ağa kurtuldu, akıbetleri ibretle okunmaya değer.
“Hotin seferinde lüzumsuz bir hücum emri verdiği zaman yeniçeri ocağı ihtiyarları bu Hüseyin Paşaya: “Sultanım, kulu beyhude kırdırdınız” deyince:
- Padişaha, kul mu eksik olur, eşek verine at bağlarız, diye bağırmıştı.
Asker bu sözü unutmamıştı. Ağakapusunda yakalanınca Sultan Osman’la beraber kışlaya götürülüyorlar. Tüyler ürpertici alay hareket edeceği sırada Hüseyin Paşa nasıl ise kurtulup kaçmaya başladı, ardından yetişip kılıç çaldılar, içinde zırh vardı tesir etmedi. Paşa hem koşuyor hem de:
“Padişahımız ocağınıza sığındı, mürüvvet edin, hakarate lâyık görmeyin”
Diye bağırıyordu. El-hak sadakattir. Nihayet Sakaçeşmesi önünde öldürüldü, başı gövdesinden ayrılıp Orta Camie götürüldü. Sultan Osman’ın da Sakaçeşmesi önünden geçirmişler ve vezirinin cesedini göstermişlerdi, genç padişahın orada: "Bu mazlûm bî günah idi, her zaman kul hakkında bana iyilik söylerdi, eğer onun sözü ile âmil olsa idim başıma bu hal gelmezdi, beni baştan çıkaran hoca efendi ile kızlarağasıdır" dediği rivayet olunur. Hakikat şudur ki, paşanın evvelâ sokak ortasındaki başsız cesedi, ve sonra camide bir mızrak üstündeki kesik başı Sultan Osman’ı kendi âkibeti için dehşet içinde bırakmış ve yeniçerilere ağlayarak yalvarmağa kadar düşürmüştü.
Bostancıbaşı Hacı Mahmut Asravı hemen oracıkta paralamak isterlerken yeniçerilerin erazil güruhundan otuz kırk zıpır etrafını sarmış ve siper olmuşlardı: “Osman Çelebi bizi meyhaneden çıkarıp taş gemisine koyup denize atmak için bu ağaya teslim ettikte bu bizim hayatımızı bağışlamış, kaçırmıştır, bizim gibi daha nice yiğitleri kurtarmıştır, ölürüz, bunu öldürtmeyiz” demişlerdi.
Sultan Mustafa ile anasını saraya götürdükten sonra Sultan Osman’ı da Yedikule zindanına götürdüler. Yine muazzam bir kalabalığın ortasında, ağır ve şeni hakaret ve tecavüzlere maruz kaldı. Bu sefer at yerine üstü açık bir yük arabasına bindirmişlerdi, yanma da subaşı kethüdası olan lâkabı üstünde bir nursuz, imansız adam, “Kilindir Oğrusu” binmişti. Hırsızlığı lâkab olmuş bir adamın ahlâk ve edeb ile hiç bir ilgisi olmadığı açıktır.
Bir tahttan düşmüş olan delikanlı âkibetini artık kesin olarak görmüştü. Son saatlerin de, camide düştüğü zilletten sıyrılıp bir gün evvel oturduğu tahtın şanına lâyık vakara yükseliverdi. Arabada, hakaret ve tecavüzler karşısında sessiz, taş gibi durdu. Her halde lüzumu kalmadığı için, Yedikule zindanındaki küçücük bir hücreye sırtından entarisi alınarak bir don ve gömlekle konuldu.
Bu zindan odası, bugün müze olan kalede hiç değişmemiş olarak durmaktadır. Kemerli kapusu dar ve alçak, tavanı da ancak bir adam boyunda dört duvardan ibarettir, penceresi yoktur.
Sultan Osman’ı getiren kalabalık geri döndü, Yedikulede zindancıların yanında Kilindir Oğrusu kaldı. İkindiye doğru idi Sadrazam Kara Davud Paşa sadık adamları ile beraber Yedikuleye geldi, Kilindir Ogrusu’nu da alarak Sultan Osman’ın kapatıldığı kuleye girdiler ve içerden kilitlediler.
Sultan Osman can pazarında cellâtlarına koyun itaati ile teslim olmadı, onsekiz yaşında ve pehlivan yapısındaki vücudunun acı kuvveti ile arslan yavrusu gibi korundu. Davutpaşalılar bir kişinin ancak geçebileceği dar ve alçak zindan kapusundan içeriye uzunca bir müddet giremediler. Ellerinde meşaleler vardı, fakat kapu önüne biri geldi mi içerisi yine zifirî karanlık oluyordu; delikanlının yumruğunu veya tekmesini yiyen balyoz yemiş gibi çöküyordu; elinde bir bıçak, hattâ kalınca bir sopa olsaydı o beş altı adamın hepsini yere cansız sereceği muhakkaktı. Nihayet Kilindir Oğrusu içeri dalmaya muvaffak oldu ve bir tekme atmak isterken Sultan Osman’ın husyelerini yakaladı ve var kuvveti ile burdu, bedbaht genç acı bir feryat ile dizleri üzerine çöktü, cebecibaşı da kemendini atarak boğdu. Müverrihin tabiri ile “cebecibaşı denilen bu mel’unu bî din” teslimi rûh etmiş olan Sultan Osman’ın sağ kulağım kesti, emredilen hizmeti gördüğünü isbat için Sultan Mustafan’ın anasına nişan götürecekti.
Nâşına da hakaret ettiler gece, yine bir yük arabasının içine uzatarak üstüne bir hasır attılar ve sarayı hümayuna götürdüler. Fakat ertesi gün cenazesi padişahlara yapılagelen merasimle kaldırıldı. At Meydanı’nda babası Sultan Ahmed’in türbesine defnedildi. Tesadüfler garipdir, arap harfleri ile “Oldu şehîd Osman” sözü ebced hesabı ve hicri takvim ile ölümüne tarihtir. Şânında söylemiş bir destan - mersiyedir:
Bir şâhı âlişan iken
Şâhı cihâna kıydılar
Gayretli genç arslan iken
Şâhı cihâna kıydılar
Gaazi bahâdır han idi
Ali neseb sultan idi
Namiyle Osman Han idi
Şâhı cihâna kıydılar
Hükmetmeğe kaadir iken
Emri Hakka nazır iken
Hac itmeğe hâzır iken
Şâhı cihâna kıydılar
Nev’î ciğer oldu hun
Derdim birken oldu on
Kan ağladı ehli fünun
Şâhı cihâna kıydılar