« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

27 May

2019

Rumeliye Geçiş (1348-1353)

01 Ocak 1970

Bilindiği gibi Asya, eskiden beri bilinen ve insanlık tarihinin beşiği olarak kabul edilen bir kıtadır. Bu bakımdan gerek Türk, gerek Avrupalı ve gerekse diğer birçok milletin ilk yurdudur.

Kavimler göçü sonunda insanlar, farklı bölgelere dağılarak hayatlarını sürdürdüler. Bu sıralarda bazı Türk kabileleri de Asya'dan Avrupa'ya geçerek göçmen milletler arasındaki yerlerini aldılar. Buna göre Avrupa ve özellikle Balkan Yarımadası daha o zamandan beri Türklere yabancı olmayan ve onlar tarafından tanınan bir yerdi.

Avrupa'ya geçmiş bulunan Türk kavim ve kabileleri, asırları içine alan uzun bir zaman zarfında şurada burada vakit geçirmiş olduklarından tarih sahnesinde pek gözükmeye imkân bulamamışlardı. Bunlar, ancak Bulgar, Macar, Sırp, Ulah ve diğer kavimlerin, Bizans İmparatorluğu ile yapılan mücadelelerinden sonra meydana çıkmışlardı. Osmanlılardan önce Avrupa'ya geçmiş bulunan bu insanlar, Türk, Peçenek, Kuman, Alan, Yürük, Türkmen ve Tatar gibi isimlerle ortaya çıkmışlardı. Bunlar, bazen Bulgar, bazen Macar, bazen da Ulah gibi kavimlerle birleşerek Bizans'a karsı mücadeleye giriştikleri gibi bazen da kendi baslarına ve yalnız olarak mücadele etmişlerdir. Bu Türkler, kendileri ile teşrik-i mesaide bulundukları milletlerle zaman içinde kaynaşmış, onların kültür değerlerine katkıda bulunmuş, meydana gelen harplerde büyük kahramanlıklar göstermişlerdir. Bununla beraber zaman zaman da savaşlarda maglub olan bu Türklerden bir kısmi yine kendi öz yurtları olan Asya'ya dönmüş, bir kısmi da galip gelen devletlerin içinde ve onların dinleri olan Hıristiyanlığı kabul ederek hayatlarını devam ettirmişlerdir. Bu sebepledir ki, Türkler Rumeli'ye ayak bastıkları zaman yer yer Orta Asya göçlerinden artakalmış ve zamanla Ortodoks kilisesine bağlanmış topluluklarla karsılaşmışlar. Zira bilhassa 5. asırdan beri Orta Asya'dan boşalırcasına akan Türk kavimleri bugünkü Rusya'yı asıp Doğu Avrupa'ya, Mora'ya, Adriyatik kıyılarına ve Avrupa'nın kuzey sahillerine kadar uzanarak zaman zaman hakimiyetler kurmuş, kısmen Cermenler, daha geniş ölçüde de Slavlar ile karsılaşarak dil ve din değiştirmişlerdir. Bilhassa Bizans İmparatorluğunun siyasî hudutları içine yerleşen kavimler, Ortodoks birliğine girmiş olmakla beraber, bu topluluklardan dillerini, millî ve kavmî özelliklerini muhafaza edenler de oldukça mühim bir yekûn teşkil ediyorlardı. Hatta X. asır Bizans orduları içinde Slavlar, İskandinavyalılar, Ruslar, İberler, Kafkasyalılar, Araplar, Sicilya Normanlari olduğu gibi, Hazarlar, Peçenekler ve Fergana Türkleri gibi Türk kavimleri de mühim bir yekûn tutuyorlardı.

Malazgirt zaferi ile Müslüman Türkler lehine neticelenen Selçuklu-Bizans karsılaşmasında, bir ifadeye göre Bizans ordusunda bulunan Uz veya Peçenekler kendi dillerini konuşan, kendi kanlarını taşıyan ırkdaşlarına karsı cenk etmeyi kabul etmeyerek atları ve silahları ile beraber Selçuklu ordusuna katılmışlardı.

Daha önce de kısmen temas edildiği gibi asırlar boyu dalgalana dalgalana kabarıp tasan Türk seli, ayak bastığı ülkelerin siyasî, içtimaî ve etnik bünyesinde derin iz ve eserler bırakmış olmakla beraber, bazen da kendileri bu tesirlerin altında kalmışlardı. Nitekim, Bizans'ın dinî temellere dayalı olarak kolinize ettiği diğer kavimlerle birlikte Türkleri de Ortodoks birliğine çektiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden Bizanslılar, Türkleri de bu kültür ve din kaynaşmasıyla kendi millî hüviyetlerinden soyma politikası güdüyorlardı. Öyle ki bazen harp esiri olan Türk hükümdarları, ordularıyla birlikte Hıristiyanlığı kabul ediyor, bazı kabileler de reisleriyle beraber din değiştiriyorlardı. Bizans devlet politikasının, asilzâdelik unvanını vermek ve toprak bağışlamak gibi tavizleri, yine Ortodoks cemaatine yeni dindaşlar kazandırıyordu. bazen da mecburî göçler yaptırılmak suretiyle Türk kavimleri, Helen harsının (kültür) kesif olduğu bölgelere sürülüyordu. Böylece onları kendi kültürleri içinde eritip yok etme politikasını güdüyorlardı.

Esasen, asırlardır binlerce kilometreyi asarak Orta Asya'dan gelen çeşitli Türk kabileleri, bir yandan Cermen, bir yandan Slav tesiri altında yerli halkın dillerini, dinlerini, toplum ve site hayatlarını benimseyerek onların içinde erimiş bulunuyorlardı. Buna paralel olarak Bizans da hudutları içinde iskân edilen veya vazife alan yahut da esir edilen zümreleri, Ortodoks birliği ve Helen kültürünün başkişi altında kavmî ve millî hüviyetlerinden çıkarmış bulunuyordu.

Kilise ve misyon teşkilâtı, Türk kabilelerinin alnındaki tarihî kaseyi örtmek için Bizans'a bir hayli yardımcı olmuştur. Bizans'ın bu neviden faaliyetleri her zaman aşırı olagelmiştir. O kadar ki, Yukarı Tuna Steplerinden Kafkaslara ve Habeşistan'a kadar bütün güney ülkeleri halkını, İncil'e bağlamak yolunda muazzam bir teşkilât hüküm sürmüştü.

Görüldüğü gibi bir koldan Stepler memleketine, Doğu Avrupa'ya Bizans ve Mora'ya; bir koldan da Iran, Mezopotamya, Suriye ve Arap ülkelerine yayılan Türk kabileleri farklı baskılar altında eriyip yok olmuş bulunuyorlardı. İste Çin, iste Hine, iste Iran, asırlarca topraklarına yürüyen bu dalgaları kendinden seçilmez hâle getirmiş, hatta defalarca kurdukları siyasî hâkimiyete rağmen adları ve sanları bile silinip gitmiştir.

Şurası üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur ki, eğer arkadan Osmanlılar yetişmeselerdi Küçük Asya Türklüğü de ayni akıbete uğrayacaktı.

Tarihin, gerçekleri konuşan dudağı şahittir ki, zaman sisleri arasında kaybola gelen mazi miraslarını geri alıp dört bası mamur bir Türk devleti kurmak ve onu tarihî hassaları ile yaşatmak kudretini yalnız Osmanlılar gösterebilmiştir.

İste yine bu Müslüman Osmanlı Türklüğüdür ki, Rumenliye adim atar atmaz çeşitli devletlerin kültür ve diplomasisi tarafından temsil edilmiş bir Orta Asya bakiyesi ile karsı karsıya geldi. Bu topraklarda yerleşmiş fakat kültür ve kavmî itiyadlarini kıskanç bir muhafazakârlıkla saklamış olan bu Türk toplulukları da hakim millet olarak karsılarına çıkan ırkdaşlarına derhal sarıldılar ve onların idarelerine girmekte tereddüde etmedikten başka, fütuhat ve yerleşme davalarında soydaşlarına yardımcı oldular.

Böylece idarî, askerî, sosyal, dinî ve tekmil bütün müesseseleri ile Rumeli'ye akmaya başlayan Osmanlılar, yalnız kendi irk ve medeniyetleri için yeni bir ülkeye sahip olmakla kalmayacaklardır. Zira asırlardır çeşitli kavimlerin bir cenk ve mücadele sahnesi olmuş bulunan Balkanlar'da barış ve huzuru iade ederek tarihe karsı şerefli bir borcu yerine getirmeye hazırlanıyorlardı.

Gerçekten de Hammer'in tespitlerine göre Süleyman Paşa'nın Rumeli'ye geçişi, Türkler tarafından gerçekleştirilen 18. geçiş olmaktadır. Bundan önce Türkler su veya bu şekilde Rumeli'ye ayak basmış ve bölgede çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardı. Fakat bunlar genellikle geçici bir süre için olduğundan bilhassa Osmanlı tarihçileri tarafından üzerinde fazla durulmamıştır. Ama Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa'nın geçişi, artik Müslüman Türklerin orayı vatan edinmelerine zemin hazırlamıştı. Osmanlı tarihçileri, daha önceki geçişler üzerinde fazla durmazlar. Zira onlara göre önceki geçişler, devamlı bir fetih ve yerleşmeye yetecek kadar bir sebep teşkil etmezler. Bu bakımdan bu geçişler, üzerinde fazla durmaya değmez görünmüştür. Bizans tarihçilerinden de sadece Kantakuzen, Süleyman Paşa'nın geçişinden fazla teferruata girmeden ve geçisin detaylarına inmeden ana hatları ile söz eder. Buna karşılık Türk tarihçileri bu geçişi tafsilatlı bir şekilde anlatırlar. Böylece, halk arasında Osman Gazi'nin rüyasının yavaş yavaş gerçekleşmek üzere olduğu kanaati da yaygınlaşmaya baslar.

Bilindiği gibi XIV. asrin baslarından itibaren içten içe çökmeye yüz tutan Bizans İmparatorluğu'nun topraklarında, Sırbistan ile Bulgaristan devletlerinin gözü vardı. Bu devletler, imparatorluğun varisleri olmak için bazı faaliyet ve çalışmalarda bulunuyorlardı. Bu dönemde, siyasî, ekonomik, sosyal ve hatta dinî buhranlar içinde bulunan Bizans'ın fazla uzun ömürlü olamayacağı biliniyordu. Bu bakımdan, adi geçen devletin mirasından Osmanlılar da istifade etmeyi düşünmek zorunda kaldılar.

Bu üç devlet, gayelerini gerçekleştirmek ve en büyük hisseyi elde etmek için büyük gayretler sarf ediyorlardı. Bu bakımdan Osmanlı Beyliği'nin ilk müessisi Osman Bey ve özellikle oğlu Orhan, Bizans'ın gerek iç, gerekse diş durumunu yakından takip ediyorlardı. Hatta bu yüzden olsa gerek ki, ya basta bulunan idarecilere (hükümete) yardim etmek veya partilerden birini rakiplerine karsı daha faal bir rol oynamak için desteklemeye çalışıyorlardı. "Osmanlıların, Bizans Devleti'ni sadece Avrupa kıtasına sürmüş olmakla iktifa etmeyerek, orada da Osmanlı Beyliği'nin menfaatlerini temine uğraşmaları bunun içindir. Lakin bu ilk faaliyetlerden her zaman kat'ı ve fiili neticeler beklenmeyeceği de muhakkaktı. Yani Osmanlıların baskın yaptıkları veyahut yardim maksadıyla girdikleri yerleri istilaya kalkışmayarak evvela kendilerine zemin hazırlayacakları gayet tabii idi. Orhan Bey, henüz babası Osman Bey'e vekâlet ettiği tarihlerden itibaren, Trakya sahillerine birçok çıkartmalar yaptırarak bu havalinin vaziyetini iyi bir surette öğrenmişti."

Gerek Katalanlar, gerekse Latinlerle iyi ilişkileri olmayan ve Latinlerin İstanbul'u alıp Bizans İmparatorunu Anadolu'ya atmak için gösterdikleri çabalar yüzünden Bizans İmparatoru, Osmanlılara karsı zaman zaman yumuşak bir siyaset takibe etme ihtiyacını duymuştu. Hatta bu ihtiyaç, onun Osmanlılardan yardim istemesine kadar varıyordu. Bizans İmparatoru Kantakuzenos'un sık sık Osmanlıların yardımına ihtiyaç duyması, gelecekteki bu tür seferler için Bolayir yakınındaki Çimbi (Çimpe)'yi askerî bir üs olarak Osmanlılara vermesine sebep oldu. Bu konu ile ilgili kaynaklar su bilgileri vermektedir:

Damadı Orhan Bey'in verdiği kuvvetler ile, sıkışık bir durumdan kurtulmaya muvaffak olan Kantakuzenos, zaman zaman da Papaya müracaat edip Haçlı seferlerinin tertip edilmesini isterken, bası sıkıştıkça da Orhan Bey'e bas vurmaktan geri kalmıyordu. Nitekim 1349'da Sırbistan kralı Stefan Düşan, Selanik şehrini zapt etmek üzere iken Kantakuzenos'un Orhan Bey'e müracaat ile temin ettiği ve Orhan Bey'in oğlu Süleyman Pasa idare ve komutasında bulunan 20.000 kişilik Osmanlı kuvveti, onun lehine olmak üzere vaziyeti kurtarmıştı. Bu sırada Bizans donanması ile birlikte bir miktar Osmanlı deniz kuvvetlerinin de harekata iştirak ettiği görülür. Bu hadiseden kısa bir müddet sonra Kantakuzenos ile imparatorluk ortağı olan V. Ioannes arasında mücadele alevlendiği zaman Orhan Bey, Cenevizliler ile birlikte yine Kantakuzenos tarafını tutmuş ve yardımcı kuvvetlerini göndererek bir taraftan Edirne'de kuşatma altında bulunan Kantakuzenos'un oğlu Mateos'u kurtarmış, öbür taraftan da 10.000 kişilik bir kuvvetle Dimetoka'da Sırp ve Bulgarlara karsı mühim bir galibiyet elde etmişti. 1352 yılında meydana gelen bu hadisede Osmanlı kuvvetlerine Süleyman Pasa komuta ediyordu. Süleyman Pasa, bu vazifesini basari ile yapıp Anadolu'ya dönerken, bir miktar askerini de Kantakuzenos'un bu yardıma karşılık olarak Gelibolu yarımadasında vermiş olduğu Çimbi kalesinde bırakmıştı.

Böylece Osmanlılar, Bizans'taki taht ve saltanat mücadelesine 1345'ten itibaren karışmış, fakat buna karşılık hem ileride kendi hesaplarına yapacakları Rumeli fütuhatı için tecrübe kazanmış, hem de Rumeli yakasında yerleşerek bir hareket üssüne sahip olmuş bulunuyorlardı.

Gerçekten, Orhan Bey saltanatının üçüncü ve son devresi, 1353'ten itibaren Rumeli'ye yerleşmek seklinde başladı. Bu yerleşme ve fütuhat, Kantakuzenos ile de ciddi anlaşmazlıkların meydana gelmesine yol açtı. Zira Kantakuzenos, Osmanlıların Avrupa mıntıkasına yerleşmelerinin kendileri için ne kadar tehlikeli olduğunu anlamıştı. 1354'te Orhan Bey kuvvetlerinin Bolayir ve Tekirdağ'a kadar bütün Marmara kıyılarına sahip olduklarını gördükten sonra buna mani olmayı düşünmüştü. Bu sebeple Orhan Gazi'ye haber gönderip 10.000 altın karşılığında Çimbi'yi satın almak istediğini bu arada Türk kuvvetlerinin Gelibolu'yu terk ve tahliye etmelerini, İzmit'te kendisi ile görüşmek arzu ettiğini bildirdi. Buna karşılık Orhan Gazi, imparatorun kendisine yardim karşılığı verdiği Çimbi'yi teklif gereğince terk edebileceğini, fakat Gelibolu'yu bizzat kendi kuvvetlerinin zapt etmiş olmasından dolayı iade edemiyecegini ve hastalığı sebebiyle de kendisi ile görüşemeyeceğini bildirdi. Gerçekten Kantakuzenos İzmit'e kadar gelmiş olmasına rağmen Orhan Bey ile görüşemeden İstanbul'a döndü. Kantakuzenos bu durumda Sırp ve Bulgarlarla birlikte olup Balkanların Osmanlılara karsı muhafaza ve müdafaa edilmesi hususunda basarisiz bir teşebbüste bulundu. Kantakuzenos, bundan kısa bir müddet sonra Bozcaada'daki hapishaneden, Venediklilerin yardımı ile kurtulup gelen rakibi Ioannes'e saltanatı bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra bir manastıra çekilen Kantakuzenos damadı Orhan Bey ile olan bütün münasebetlerini kesti.

Gelibolu yarımadasının Osmanlılar tarafından feth edilmesi, Bizans'ı alt üst etmişti. Kantakuzenos buna sebebiyet vermekle itham edilmiş, bu yüzden imparatorluk tahtından da feragat edip bir manastıra çekilmek zorunda kalmıştı.

Böylece, Osman Gazi'nin, oğlu Orhan tarafından titizlikle takip edilen dahiyane projesi, gerçekleşmiş oluyordu. Artik, Ege ile Karadeniz'e hakim olan Marmara'nın bir iç deniz haline getirilmesi an meselesiydi.

Süleyman Pasa, 1354'ten itibaren Rumeli'de (Gelibolu) kendisi için yaptırdığı sarayda oturmaya başladı. Orhan Bey, oğluna büyük bir salahiyet ve yetki vermişti. Bu arada Orhan Bey'in ikinci oğlu ve Süleyman Paşa'nın ana baba bir kardeşi Murad Bey, Hacı İlbeyi, Lala Şahin pasa, Evrenos Gazi, Gazi Fazıl ve Ece Yakubi Bey gibi değerli komutanlar, Süleyman Paşa'nın kurmay heyetini teşkil ediyorlardı.

1358 veya 1359 yılında bir avı takibe ederken atından düşüp kaza neticesi vefat eden Süleyman Pasa, o sıralarda 43 yaslarında bulunuyordu. Süleyman Paşa'nın vefatı üzerine o sıralarda 33 yasında bulunan kardeşi Murad Bey, onun yerine tayin edildi. Böylece Murat Bey veliahda da olmuş oluyordu.

Gazi Süleyman Paşa'nın vefatı üzerine Rumeli'deki fütuhat harekatında bir duraklama görüldüyse de bu durum Lala Şahin Pasa, Hacı İlbeyi ve Evrenos Bey gibi dirayetli emirler tarafından büyük bir çözülmeye sebep olmadan bar taraf edildi.

Süleyman Pasa, feth ettiği yerlerde yerli halka çok iyi davranıyordu. Onlara, Bizans idaresinden çok daha iyi imkânlar hazırlıyordu. Böylece halefi olan ve daha sonra Sultan I. Murad adini alacak o büyük hükümdara fütuhatının yollarını çizmiş oluyordu. Süleyman Pasa, feth ettiği Bolayir'daki türbesine defe edildi. Kendisinden asırlarca sonra gelecek ve gerçekten büyük bir hükümdar olan Sultan II. Abdülhamit, bu mezarı yeniden yaptırmıştır.

Süleyman Paşa'nın, Melik Nasir, İsmail ve İshak adında üç oğlu ile iki kızının bulunduğu belirtilmektedir. Oğullarından Melik Nasir denizde boğulmuştur ki bu hadise Süleyman Paşa'nın sağlığında olmalıdır.

Büyük oğlunun ölümü haberiyle son derece sarsılan Orhan Bey, Bolayir'ca gelip oğlunun kabrini ziyaret eder. fütuhatı, veliaht olan oğlu Murad Bey'e emanet ettikten sonra Bursa'ya döner.

Babasından deve aldığı küçük beyliği iki misli büyüterek, teşkilatlı bir devlet haline getiren Orhan Gazi, Mart 1362'de vefat etti. Onun vefatı esnasında oğlu Murad, Rumeli'de devletin esas kuvvetlerinin basında bulunuyordu. Trakya fetihleri ile büyük ve hakli bir ün kazandığından başka, Bizans'a karsı yapılan savaş ve fütuhat politikasını temsil ettiğinden, o dönem devlet islerinde büyük bir nüfuzu bulunan ahiler ile gazilerin desteğini alarak babasının yerine tahta geçti.

Osmanlıların, Gelibolu'ya yerleşmeleri, Avrupa'nın dikkatini çekmişti. Bu hareket, Müslüman bir toplumun kendi kıtalarında yerleşmesi tehlikesini gündeme getirmişse de Balkan devletlerinin birbirleri ile uğraşmaları yüzünden o taraflarda bulunan Türkler için bir tehlike arz etmiyordu. Bu bakımdan Osmanlıların Balkan yarim adasına yayılma düşüncesi, esas politikayı teşkil ediyordu. Bununla beraber Sırp, Bulgar, Macar, Bizans ve Venediklilerin birlikte müdahale etmeleri ihtimali göz önünde bulundurularak derhal köklü bir yerleşme siyasetinin tatbikine başlandı. Bu gayenin gerçekleşmesi için Anadolu'daki Osmanlı arazisinden (Yani Karesi taraflarından) bir kişim Yörükleri nakl edip yerleştirdiler. Bu konuda Asikpasazâde, Süleyman Paşa'nın, babası Orhan'dan oraya yerleştirilmek üzere nüfus nakline dair olan arzusu hakkında su bilgileri verir.

"Atası Orhan Gazi'ye haber gönderdi kim devletlu himmetinle Rum eli feth olunmağa sebep olundu. Kâfirler gayet zebundur. İmdi söyle malum ola kim bu taraftan feth olan hisarlara ve vilayetlere ehil-i İslâm'dan çok âdem gerektir. Bu feth olunan hisarlar içine koymaya ve hem yarar gaziler gönderin. Orhan Gazi dahi kabul etti. Vilayetine göçer Kara Arap evleri gelmişti. Onları Rum eline geçirdi. Bir nice zaman Gelibolu nevahisinde sakin oldular." Orhan Gazi bununla da yetinmeyerek, feth edilen bu yerlerdeki insanlardan askerî sınıfa mensuba olanları da Anadolu'ya naklettirmişti. Nitekim kaynağımız bu konuya temasla söyle der:

Rumeli'ye yerleştirilen bu Yörüklere karşılık elde edilen yerlerin askerî sınıfına mensuba Rumlarını da ileride isyan çıkarabilir endişesiyle Balıkesir ve havalisine nakl ettiler.

Anlaşılan o ki Osmanlılar, Rumeli'ye geçtikten sonra sadece askerî tedbirlerle buralarda kalamayacaklarını biliyorlardı. Bunun için köklü bazı tedbirlere bas vurmak gerekiyordu. Bu tedbirlerin basında, yabancı unsurların bulunduğu yerlerde o bölgenin siyasî ve askerî emniyetini sağlamak ve bos bulunan sahaları iskâna açmak için Anadolu'dan Rumeli'ye Müslüman Türk unsurunun geçirilmesi geliyordu.

Biraz önce de temas edildiği gibi bu sebeple Balıkesir bölgesinde yasayan Türk aşiretlerinden bir grup 1357 tarihinde Rumeli'ye geçirildi. Bu grup önce Gelibolu bölgesine, sonra da Hayrabolu'ya yerleştirildi. İlk grubun geçmesinden sonra akıllıca yapılan propagandalar, Anadolu'dan peç çok ailenin Rumeli'ye geçmesini sağladı. Bunların büyük bir kısmi, verimli topraklara yerleşip ziraatla meşgul olmaya başladı. Bir kısmi ise Gelibolu'nun kuzey bati taraflarına giderek beğendikleri yerlere yerleştiler. Bunlar, gerektiği zaman toplu olarak akınlara bile katıldılar.

Osmanlı kaynaklan, büyük ölçüde birbirlerinden nakiller yapmak suretiyle Süleyman Paşa'nın, Çimbi kalesinin karsısında ve Anadolu sahillerinde bulunan Viranca Hisar'dan Rumeli sahiline nasıl adam geçirdiklerini ve o sahillerde nasıl faaliyetlerde bulunduklarını detaylı bir şekilde anlatırlar. Asikpasazâde'nin verdiği bilgi, tarihî bir malumat olarak bu konuda su ifadelere yer vermektedir:

"Bir gün memleketi gezerken Aydıncık'a geldi. Temasa etmeye başladı. Bir garip binalar gördü. Biraz durdu. Hiç kimseye söylemedi. Ece Beğ derler bir aziz er vardı. Hayli bahadır olarak anılırdı. Süleyman Paşa'ya: "Han'ım düşünceye daldın" dedi. Süleyman Pasa: "Bu denizi geçmeyi düşünüyorum, öyle geçsem ki kâfirin haberi olmaya" dedi. Ece Beğ ve Gazi Fazıl: "Biz ikimiz geçelim, Han'ım görsün" dediler. Süleyman Pasa: "Nereden geçersiniz" dedi. Dediler ki "Han'ım! Burada bir yer var ki yakindir. Geçecek yerlerdir." Gittiler. O yere vardılar ki orası Görece'den aşağı deniz kenarında Viranca Hisar'dır.

Çimbi'nin karsısında Ece Beğ ile Gazi Fazıl çabucak bir sal yaptılar. Bindiler, Çimbi Hisarı'nın civarına çıktılar. Bağlarının arasında bir kâfir ele girdi. Getirdiler, sala koydular. Hemen Süleyman Paşa'ya getirdiler.

Süleyman Pasa bu kâfire bir kaftan giydirdi. Basına bir şapka verdi. Beline bir kuşak ayağına da ayakkabı verdi. Kâfiri donattı. Kâfire dedi ki:

"Sizin hisarınızda yer var mıdır ki, kâfirler duymadan içeri girelim. Kimse bizi görmesin?" Kâfir "Ben sizi söyle ileteyim ki kimse görmeden sizi hisara koyayım" dedi. Çabuk birkaç sal daha yaptılar. Süleyman Paça yetmiş-seksen yarar er aldı. Geceleyin geçtiler. Bu kâfir, doğru Çimbi Hisarı'nın bir ters dökecek yeri vardı. Bu Müslümanları oraya götürdü. Hemen oradan hisara girdiler. Kâfirlerin de çoğu didarda bağlarında ve harmanlarındaydı. Zira o vakit, harman vakti idi. Elhasıl hisarı aldılar. Kâfirlerini incitmediler. Belki kâfirlere dahi ihsanlar ettiler. İçinden bir kaç taninmiş kâfiri tuttular. Bu hisarın limanında gemiler vardı. O gemilere koydular. Karsıda oturan askere gönderdiler. Velhasıl o gün ikiyiz adam geçirdiler.

Ece Beğ, hisarın atlarına bindi. Bolayir yanında Akça Liman derler bir liman vardı, oradaki gemileri yaktı. Oradan sürdü yine hisarına geldi. Bu hisarın (Çimbi) limanında olan gemileri sakladılar. Durmadılar, adam geçirdiler. Elhasili askerlerin çoğunu yanlarına getirdiler. Bu kâfirlerden hiç kimseyi incitmediler, gönüllerini aldılar. Onlar da kendilerini güvenlik içinde buldular. Kadınlarını da kendilerini de hös tuttular. Kâfirlerin gemicilerini gemilere koydular. Kendileri baslarında durdular. Daha hayli adam geçirdiler. Bir iki gün içinde iki bin er geçirdiler. Bu kâfirler (Çimbi kâfirleri) gaziler ile ittifak ettiler.

Yürüdüler. Bir gece Ayaslonca (Ayasilonya) derler bir hisar vardı, onu dahi aldılar. ehil-i İslâm elinde hisar iki oldu. Bunun halkının dahi gönlünü hös tuttular. Bu iki hisarı sağlamlaştırdılar. Hayli adamlar da Aydıncıktan gemi ile geldiler. Süleyman Pasa "Bu hisarlardan sipahi olan kâfirleri çıkarın. Evleri ile Karesi iline iletin ki, bunlardan sonunda bize bir kötülük gelmeye" dedi. Öyle yaptılar.

Bir iki ay bu hisarları iyice sağlamlaştırdılar. Durmadılar. Her yerden isteği olanı getirdiler.

Birgen, Gelibolu'nun kâfirleri bunların üzerine gelmek için toplandı. Bunlar da hemen karşıladılar. savaş oldu, kâfirleri kırdılar. hisarın kapısını yaptırdılar. Yakubi Ece'ye ve Gazi Fazıl'a yoldaşlar verdiler. Bunları Gelibolu'ya havale ettiler. Gece, gündüz bunlar Gelibolu kâfirlerine huzur vermez oldular. İskelesine dahi gemi bırakmaz oldular ki çıka. Bu iki gaziye hayli yarar gaziler verdiler. Onları Gelibolu ucuna koydular. Bolayir'da oturdular."

Bu tarihî metinden anlaşıldığına göre Osmanlı, daha o dönemlerde bile Müslüman olmayan ve hatta kendileri ile mücadele eden bu insanlara karsı gerçek bir hoşgörü ile muamele etmişti. Osmanlıların, hareket ve davranışlarındaki basarinin sırrını bu anlayışta aramak gerekir.

Ziyaret -> Toplam : 125,40 M - Bugn : 160779

ulkucudunya@ulkucudunya.com