Türk Mutezile’si ve Selçuklu “Mihne”si
İbrahim Kiras 01 Ocak 1970
Günümüz Türk toplumundaki din anlayışının tarihteki köklerini aramaya hasrettiğimiz son haftaların “Cumartesi Yazıları”nda bağlam gereği kısaca değinilen “Selçuklularda Mutezile” konusu asıl meseleden daha fazla ilgi çekti ve çokça tepki geldi. Bu ilginin sebebini düşünmek de gerekmekle birlikte, itirazlara veya şaşkınlığa yol açan “Selçuklu Mihnesi” diye söz ettiğim hadiseyi ve özellikle Tuğrul Bey’in buradaki rolünü tartışmanın konuyu anlamak bakımından faydalı olacağını düşünüyorum.
Günümüz Selçuklu tarihi çalışmalarının bazılarında bu konudan yeri geldiğinde kısaca söz edilir ama sosyolojik anlamını ve mahiyetini anlamaya dönük bir çaba görülmez. Üstelik, görünen zaaflarına rağmen bu konudaki belirli bir anlatının dışına çıkılmaz.
Modern dönem tarihçilerimiz arasında bu konuya ilk defa değinen Köprülü’dür. Türkiye’de bilimsel tarihçiliğin temellerini atan Fuat Köprülü birçok başka alanda olduğu gibi “Türklerin dinî tarihi” konusundaki çalışmaların da öncüsüdür. “İlk Mutasavvıflar” müellifi, kendisi gibi Osmanlı tarihi çalışmalarının öncülerinden olan Alman şarkiyatçı Babinger’in “Anadolu’da İslamiyet” makalesini eleştirmek üzere kaleme aldığı aynı başlığı taşıyan makalesinin notlarında değinir “Selçuklu mihnesi” dediğimiz hadiseye.
Öncelikle Nizamülmülk’ün “Siyasetname”sine dayanarak “Tuğrul Bey ve Alparslan mutaassıp Hanefi idiler. Birincisi, her pazartesi ve Perşembe oruç tuttuğu gibi, diğeri de hatta Şafiilerden nefret edecek kadar mutaassıptı” bilgisini veren tarihçimiz ardından, neredeyse bütünüyle Sübkî’nin “Tabakat”ından aktarmak suretiyle, sözkonusu hadiseyi anlatır: “Tuğrul Bey’in zaman-ı saltanatında ehl-i sünnet uleması vezir Amidülmülk’ün eser-i fesadı olan birçok takibata uğramışlardır. (…) Amîdülmülk mezheben Mutezilî olduğu cihetle Rafizîler gibi Şeyhayn’a ve sair ashaba küfrediyor, Kerramiye ve Mücessime’ler gibi Cenab-ı Hakk’ı tecsim eyliyordu. Binaenaleyh, mesail-i mezhebiyyeye etrafıyla vakıf olamayan Tuğrul Bey’in safvetinden bilistifade, ondan, minberlerde bid’at sahiplerine lanet edilmesi emrini aldı ve nihayet birtakım isnadat ile, usulen Eşari olan Hanefiler de dahil olmak üzere bütün Şafiiler ehl-i bid’at addolunarak Ebu’l-Hasen el-Eş’ari ile bilumum ehl-i sünnete minberlerde küfredilmeye başlandı.”
***
Aynı hadiseyi aşağı yukarı aynı şekilde ama bu sefer geleneksel anlatının mantık dışına taşmış görünen kısımlarını biraz törpüleyerek aktaran ikinci modern kaynak Şerafettin Yaltkaya’nın “Selçukîler Devrinde Mezahib” makalesidir. (Bu ikinci makale her ne kadar Köprülü’nün çalışmasından daha sonra yayımlanmış olsa da ilk makaledeki “neşrinin beklendiği”ne ilişkin atıftan anlaşıldığı kadarıyla Köprülü dostunun yazdıklarını okumuş ve muhtemelen Subkî’nin rivayetinden bu vasıtayla haberdar olmuş olmalıdır.)
Yaltkaya’nın anlatımı şu şekilde: “Mezheben Mutezilî olmakla, halk-ı ef’âle kâil bulunan [insanın fiillerini kendisinin yarattığına inanan] Amidülmülk, sâir mezahibin de sû-i itikadâtını cem’ ile [diğer mezheplerin de yanlış inanışlarını toplayarak], aynı zamanda Rafizîler gibi Şeyhayn’a [Hz. Ebubekir ile Ömer’e] ve sâir ashaba sebbediyor [sövüp sayıyor] ve Kerrâmiyye ve Mücessimeler gibi Cenab-ı Hakk’ı tecsîm eyliyor [cisim olarak kabul ediyor] idi.”
***
Dediğim gibi, yalnızca Köprülü ile Yaltkaya’da değil, modern dönemde telif edilmiş olan ilgili eserlerin hemen hepsinde hadise aşağı yukarı aynı şekilde hikâye edilir. (Görebildiğim kadarıyla yalnız Mikail Bayram’ın yazdıkları buna istisna oluşturuyor.) Köprülü ve Yaltkaya her ne kadar yalnızca -herhalde en ayrıntılısı olduğu için- Sübki’yi kullanmış görünüyorlarsa da daha önce İbn Esir tarihinde ve bir başka biyografi yazarı olan İbn Hallikân’da da olayın özü üç aşağı beş yukarı aynıdır. (Adı geçenlerin her üçü de Şafii-Eşari mezhebine mensup alimlerdir.)
Ne var ki bu anlatıdaki akla uymayan, tarihî gerçeklerle uyuşmayan çok sayıda hususun hiç itirazsız kabul edilip tekrarlanagelmesi normal olmasa gerek:
BİR. Mutaassıp Hanefi olduğu söylenen, ayrıca her pazartesi ve Perşembe oruç tuttuğu söylenen Tuğrul Bey’in mezhep konularında yeterli bilgiye sahip olmadığı için veziri tarafından kandırılmış olması çok mantıklı görünmüyor.
İKİ. Kandırılması mümkün olsa bile, en az 10 yıl sürdüğü bilenen bu politikanın içeriğinden ve mahiyetinden devlet başkanının bu kadar uzun süre boyunca habersiz kalması herhalde düşünülemez.
ÜÇ. Üstelik uygulama sona erdikten sonra Kündürî’nin başına bir şey gelmemiş olduğuna göre, yapılanlardan sultanın haberdar olmadığına ve -başka kaynaklarda ifade edildiği şekilde- “olayın mahiyetini öğrenince müdahale edip sona erdirdiğine” inanmak kolay değil. Öyle olsaydı kudretli vezirin hiçbir şey olmamış gibi pozisyonunu ve kudretini koruması mümkün olmazdı herhalde.
DÖRT. Eşari karşıtı kampanyanın Kuşeyrî öncülüğünde bir grup Eşari-Şafii alimin bizzat Tuğrul Bey’le görüşüp şikayetlerini bildirmelerinden sonra da devam etmiş olması “sultanın yapılanlardan habersiz olduğu” iddiasını temelden çürütmeye yeter.
BEŞ. Bir kişinin “mezheben Mutezilî olduğu cihetle Şeyhayn’a ve sair ashaba” küfretmesi söz konusu olamaz. Mutezile’nin bu konudaki görüşü ilk dört halifenin meşruiyetinde problem olmadığı ve bu arada Hz. Ebubekir ve Ömer’in de toplumun faziletlileri olarak hilafet için en uygun kişiler oldukları yönündedir.
ALTI. “Usulen Eşari olan Hanefiler” sayıca az olsalar da mevcuttur ama sözkonusu hadiselerin yaşandığı bölgede ve devirde zikre değecek bir kitle oluşturmaları sözkonusu değil.
YEDİ. Bütün bunlar bir yana… “Ehl-i sünnet içi” bir çatışmanın “ehl-i sünnete saldırı” diye tarif edilmesi, “bilumum ehl-i sünnete minberlerde küfredilmeye başlandı” gibi ifadelerin kullanılması Köprülü’ye yakıştıramayacağımız bir özensizlikle gerçekleştirilmiş bir “copy-paste” işlemine işaret olabilir ancak.
SEKİZ. Diğer taraftan, Mutezile itikadına sahip bir kişinin aynı zamanda Şii olması pek ihtimal dahilinde değildir; Mücessime mezhebinin görüşlerini benimsemesi ise muhaldir. (Bu konuları birçoklarından -en azından Köprülü’den- daha iyi bilecek durumda olan Yaltkaya gibi bir alimin buna ihtimal vermesi gerçekten çok tuhaf.)
***
Peki, nasıl yorumlamalıyız bu anlatıyı? Bana öyle geliyor ki büyük oranda Şafii-Eşari kaynaklara dayanan elimizdeki anlatı, aralarında ciddi gerginlikler yaşanmış olan Şafii-Eşariler ile Hanefi-Maturidileri uzlaştırma çabalarına destek gayesiyle -yani bir anlamda iyi niyetle- “Selçuklu Mihnesi”nin günahını üçüncü bir grubun üstüne yıkmak üzere kurgulanmış.
Başka bir ifadeyle, meselenin Eşari-Maturidi çekişmesi şeklinde görünmemesi veya belki yakın zamanlarda yaşanmış bazı tatsız hadiseleri insanların aklına getirmemesi için olayın sorumlusu olarak sultan yerine vezir gösterilmiş, Maturidiler yerine Mutezilîler suçlanmış olmalı.
Bu durumda vezir Kündürî’nin Mutezilî olduğuna ilişkin iddia bile belki ihtiyatla karşılanmak durumunda. Zaten o devirde Hanefi ve Mutezilî adlandırmalarının kimi yerlerde hâlâ birbirinin eş anlamlısı olarak kullanıldığı da hatırdan uzak tutulmamalı.
Belki tam da bu yüzden adı geçen vezirin Hanefi-Maturidi inanç çizgisinde olmadığını kesin bir şekilde göstermek için aynı zamanda “sahabelere küfreden bir rafizi” ve yetmezmiş gibi “Cenab-ı Hakkın cisim olduğuna inanan bir Mücessimî” olduğu iddiaları da ilave edilmiş olmalı anlatıya.
İnsanların iyi niyetle hadis uydurabildikleri bir dönemde tarihi bir hadiseyi iyi niyet saikiyle olduğundan farklı gösterme çabası şaşırtıcı sayılmaz maalesef.