« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

03 Haz

2019

Çağımızda İslâm düşüncesinin sorunları ve çözüm yolları-2

Ethem Ruhi Fığlalı 01 Ocak 1970

Bildiğimiz üzere İslâm, adı doğrudan Allah tarafından verilmiş bir dinin adıdır ve “teslim olma, boyun eğme, barışa ve huzura kavuşma, huzur ve esenlik” anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. Kur’ân’da birçok yerde, İbrahîm Dîni olarak anılmaktadır. Bir yerde de Hz. Musa’yı takip eden İsrailoğulları peygamberlerinden,“…kendisini Allah’a teslim etmiş peygamberler...(en–nebiyyunellezîne eslemû) olarak söz edilmiştir [Mâide 5/44].

İslâm dîni, yani Kur’ân, pek çok açıdan karışık ve sorunlu bir topluma, Mekke’de, 610 mîlâdî yılında Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen ilk vahiyle başladı ve Medine’de 632 yılında tamamlandı.

Özetle İslâm her türlü gelişmesini ve seyrini yakından takip edebildiğimiz Mekke-Medine coğrafyasının 610–632 yılları arasındaki kesitini tarihî, siyasî, içtimaî, ahlâkî ve kültürel yönden aksettiren ve bir “model”, sanki bir laboratuar malzemesi olarak alınan bir bölgeden hareketle bütün insanları “doğru yol”a ileten bir dîn’dir.

Bu dîn’in kitabı Kur’ân da, “İslâm”ın insanlığın doğal dini (religio naturalis) ve bu doğal/tabiî dinin de, fıtrat dini (ed-dînu’l-fitra) veya yaratılış dini, yani insanın hem dış hem de iç dünyasına uygun ya da kısaca “dosdoğru inanç/din” olduğunu söyler. [Rûm 30/30]

Bütün insanlık, istisnasız Allah tarafından bu din üzerinde yaratılmıştır. Allah, bu tabiî dini, bütün insanlık için seçmiştir. [Bakara 2/132]

Buna göre bu dini seçen kimseye, müslüman denir ve bir müslüman, “İslâm”kelimesinin gerek sözlük gerek Kur’ân’daki anlamına dayalı olarak Allah ile ve insan ile barış yapmış ve biliş tutmuş bir kişidir. Allah ile barış yapmak demek O’nun Emrine ve İrâdesine mutlak teslim olmadır. İnsan ile barış yapmak ise, sadece başkalarına kötülük etmek ve onları incitmekten kaçınma değil, aynı zamanda onlara iyi ve hoşgörülü davranma ve iyilik yapma demektir.

Bu husus Kur’ân’da şöyle ifade edilir : “Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah’a veren kimsenin ecri Rabbi’nin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” [Bakara 2/112]

Aslında barış ve esenlik, İslâm’da hâkim fikirdir ve İslâm’ın gösterdiği hedef, çağırdığı amaç “esenlik yurdu” (dâru’s-selâm)dur [Yûnus 10/25]. Böylece İslâm, özü itibariyle bir barış ve esenlik dinidir.

İşte bu Kitâb’ın ilk sözü olan “Oku” emriyle risâlet görevine başlayan örnek ve güvenilir insan Hz. Muhammed (s.a.s.), Cahiliye devri denen İslâm öncesi Arap coğrafyasını ve hattâ insanlığın inanç sistemini temelinden sarsmış ve tarihin akışına girerek ona müdahale etmiş, değiştirmiş ve insanı ve bütün insanları, süreklilik, yani istikrar içinde bir inanç ve ahlâk dairesinde yaşamaya ve en önemlisi de üreteceği bilimsel bilgi ve uygulamalarla “emrine müsehhar kılınmış ve insana bir emanet olarak verilmiş” evreni bozmadan ve tüketmeden geliştirmeye, sırlarını çözmeye ve korumaya; kısaca bu Tevhîd Dîni’nde bütünleşmeye çağırmıştır.

Çünkü tevhîd, diğer ilâhî dinlerin olduğu gibi, İslâm’ın da vazgeçilmez şartıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de,

“Gerçek şu ki, bu (tevhîd ve İslâm dîni), bir tek din olarak sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde başkasına değil, Bana kulluk edin.” [Enbiyâ 21/92] buyurulmaktadır.

T e v h î d’ i genel anlamda “Kelime-i Tevhîd”, yani “Lâilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” [Allah’tan başka ilâh yoktur Muhammed Allah’ın Resulüdür] ifade etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, varlıksal/ontolojik açıdan tek önceliği Allah’a verir. Bunun böyle olması da son derece tabii ve doğrudur. Kur’ân’ın sayfaları arasında zikredilen her türlü kıssa, inanç, ibadet ve ahlâk esasları da kesinlikle “zanna” dayanmaz, ama “gabya îmânı” yani Allah’a îmanı şart kılan vahyin “doğru” bilgisine dayanır.

Vahyin gerçek yönü de, Allah katındaki hakikattir.

Bu hakikati görebilmek, idrak edebilmek ve lâyık-ı vechile kavrayabilmek için, şuurlu bir biçimde bilgiye ulaşma niyeti ile gerek maddî gerekse manevî sebep-sonuç ilişkilerini keşfetmek, ortaya çıkarmak, sonra da samimiyetle inanmak şarttır. Bir başka ifade ile insanoğlu, önce bilecek, sonra da inanacaktır.

Esasen Kur’ân, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) emrolunan ve onun da mü’minlere teblîğ ettiği “doğru yol”dan ayrılmamak şartıyla, o güne kadar “ataların izinden” yürümeyi sünnet bilmiş Arapların bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak için düşünmeleri ve akıllarını kullanmalarıdır.

Çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir. Bu durumda Allah’a iman etmenin ve O’nu tanımanın tek yolu da akıl’dır, bilgi’dir.

Bu sebepten inanma ile bilgi arasındaki ilgi ve ilişki meselesi, İslâm düşüncesinin çok önemli ve temel konularındandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de yüzlerce yerde, “düşünmüyor musunuz? Akıl erdirmiyor musunuz?” diye sorulmakta; “düşünme ve tefekkür” emredilmekte; “dolaşarak araştırıp ibret alma” ve “ilim ve ilme teşvîk” buyurulmaktadır.

Bu nevi ayetlerde tekrar tekrar gündeme getirilen “düşünme”, “tefekkür”, “görme” ve “ibret alma” ifadeleri, Allah’ın varlığını ispat ya da onunla ilgili delilleri bulmak için çabalamak değil; insanın kendini bütünüyle Allah’a vererek ve O’na olan “bağlılığını” unutmayarak Allah’ı “keşfetmek” ve O’nu “bulmak” yolunda “gabya îmân” idrakini geliştirmesi demektir.[1]

Kur’ân’a göre insanlar, artık zanna uymayı terk ederek akıllarını kullanacak, Allah’ın nimetleri üzerinde düşünecek, geçmiş olaylardan ibret alacak ve tamamını Allah’ın ayetleri olarak vasıflandırdığı “evren”in hakikatini anlamaya ve sırlarını çözmeye yönelecek, gözlerini ve gönüllerini öğrenmeye ve bilmeye ve bilgi üretimine açacaklardır. Böylece onlar, artık girişecekleri bu ciddî irâdî faaliyetin sonucunda da bilimsel bilgiyi en üst seviyelere çıkararak onu Kur’ân’ın gösterdiği istikamette insanlığın hayrına sunma becerisini göstereceklerdir, göstermelidirler.

Kur’ân’ın inananları sürekli kendi iradeleri ve gayretleriyle bilimsel bilgiye ulaşmaya teşvik özelliği, her şeyden önce, onun, körü körüne inanan insanlar değil, bilgili, araştırıcı, soran, sorgulayan, düşünen ve akıllarını kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık delilidir.

Esasen Kur’ân’ın bu amacı, tekrar edelim ki, insanlara ahlâk, tarih, coğrafya, hukuk, tıp, teknik ve benzeri alanlarda hazır bilgiler vermek değil, onların îmân ve ahlâkî irade ile donanmış hikmet sahibi, âdil ve aklını kullanan kimseler olarak, özellikle bu alanlarda “bilimsel bilgi”ye ulaşmaya çalışmalarını ve elde ettikleri bilgileri aynı inanç ve ahlâkî yaklaşımla insanlığa sunmaları için gerekli yolları ısrarla ve çok çeşitli örneklerle göstermektir.

Unutulan gerçek şudur: Kur’ân-ı Kerîm, “düşünmek”, “tefekkür etmek”, “ibret almak” şeklinde ifade edilen akıl üzerinde ısrarla ve önemle durur. Kur’ân’a göre akıl, hakemdir ve doğruyu eğriden ayırmak üzere başvurulan esaslı bir prensiptir.

Türklerin itikadda mezhep önderi olarak kabul ettikleri İmam Mâturîdî’ye göre de Allah aklı yararlı ile zararlıyı belirlemede, iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması gerekli bir vasıta, bir araç olarak yaratmıştır.[2] En önemlisi de akıl, insanı Allah’ın ayetlerini, yani evreni anlamaya ve sırlarını çözmeye muktedir kılan insan yeteneğini ifade eder.[3]

Burada Allah’ın ayetleri/delilleri ile akıl arasındaki çok önemli bir ilgi, gündeme getirilmeli, dikkate sunulmalıdır:

Allah ile insan arasında iki çeşit haberleşme vardır.

Biri sözlüdür, her iki taraf da insanın dilini kullanarak meramını anlatır.

İkincisi ise sözsüzdür. Allah, evrenin/tabiatın ayetlerini/delillerini; insan da vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak meramını anlatır.

Her iki halde de haberleşmeyi Allah başlatır. İnsan Allah’ın hitabına cevap vermek durumundadır.

Tanrı’dan insana doğru konuşmanın tipik bir örneği olan vahiy, hem Allah’ın sözlü ayetlerini hem de tabiatın/evrenin sözsüz ayetlerini içerir ve Allah, bu ikisi arasında bir ayırım yapmaz.

Çünkü bunların her ikisini de ancak düşünen, araştıran, aklını kullanan öz akıl sahipleri anlayabilirler.[4] (İnne fî zâlike le-ayâtin li-kavmin ya‘kılûne=Şüphesiz bunda nice deliller ve ibretler vardır; fakat bunları anlayabilmek için aklın kullanılması gerekir.) [Rûm 30 / 23–24]

“Ayet” kelimesi, İslâm öncesinde de kullanılan bir kelimedir; ama o zaman dinî anlamda değil, sadece ve daima tabiat ile ilgili olarak kullanılmıştır. Bu da, İslâm düşüncesi ile Batı düşüncesi arasındaki farklılığın temel ayırım noktalarından birini teşkil eder.

Bu farklılığın işaret taşı varlık kavramıdır.

Arap dili, maddî varlıklar alanında fevkalâde zengin kelime ve kavram dağarcığına sahiptir. Ancak bu dağarcıkta eksik olan çok önemli soyut kavramlardan biri, varlık kavramıdır.

Eski Yunan felsefesindeki “to einai / being” kavramı, Araplar tarafından “kâne=olmak”tan “kevn / oluş”, “vecede=bulmak”tan “vucide / bulunmak” kavramları ile karşılanmaya çalışılmıştır. Bunlardan sadece “vücud” kelimesi edilgen şekliyle “bulunmuş olmak” şeklinde anlaşılarak Yunanca “einai / varlık”ın Arapça karşılığı haline getirilmiştir.

İşte Batı düşüncesinde çok önemli bir yer işgal eden “varlık bilimi / ontology ” meselesi de İslâm öncesi, hattâ İslâm sonrası Arap düşüncesinin, maalesef, çok ilgilendiği bir konu olmamıştır.

Neden? Çünkü “varlık” mücerret / soyut bir meseledir ve Araplar da genel olarak “metafizik / fizikötesi” âlemle pek ilgilenmemişlerdir de ondan.

Bedevî Arap yalnız ferdî / bireysel ve müşahhas / somut şeylerle, daha doğrusu eşyanın görünür yanıyla daha ilgili idi. Meselâ onlar çevrelerindeki maddî varlıkları, eşyayı, bitkileri, hayvanları en ince ayrıntılarına kadar inceler; her birine ayrı birer isim verir ve böylece dillerinin zenginliği ile övünürlerdi. Her varlığın görünüşü ile böylesine ilgilenen bu insanlar, ne yazık ki maddeden manaya geçip tek tek varlıklardan küllî kavramlara ve soyuta ulaşamamışlardır.[5]

Dolayısıyla varlığın cevherine ve sıfatlarına şümullü ve analitik bakabilmek, Arap aklının yapamadığı şeydir. Mısırlı bilgin Ahmed Emin, bakın bu hususta ne diyor: [6]

Üstelik o (Arap), bir şeye baktığı zaman fikrini tamamen o şeyle doldurmaz, onun zihninde uyandırdığı duygu ile ilgilenir. Bir ağacın önünde durursa onun bütünüyle uğraşmaz, gözünü ağaçtaki özel bir noktaya takar, meselâ kökünün düzgünlüğüne, dallarının güzelliğine bakar; bir bahçenin önüne gelirse, bahçeye bir fotoğraf makinesi gibi bakmaz, gözünü bütün bahçeye çevirmez, bir arı gibi çiçekten çiçeğe uçar ve her çiçekten bir tad alır… Hâsılı Yunan aklı bir şeye bakınca ona küllî açıdan bakar, bütün olarak onu inceler ve tahlil eder. Arap aklı ise onun içine girmez, çevresinde döner, ondan çeşitli inciler alır, ama bunları bir ipe dizip bir araya getirmez.

İşte Kur’ân’ın ısrarla gündeme getirdiği ve üzerinde durduğu akıl, felsefe ve teknik alanda kullandığımız “akıl yürütme” ve “mantık” değil, kalbin yani insanın manevî bütünlüğünün “akletme” (ya‘kılûn) faaliyetidir.

Kalbin/insanın manevî bütünlüğünü akletmesi, yani aklî melekelerini çalıştırması, ahlâk ile aralarındaki ilişkiyi sağlamlaştırması ve hattâ ahlâkla bütünleşmesi demektir. Çünkü Kur’ân’da “akletmek” ile “ahlâklı olmak” sanki örtüştürülür. Nitekim “ ” fiilinin türevlerinin kullanımları da buna işaret eder. Aslında Türkçemiz, “uslu” kelimesi ile bu örtüşmenin en ilgi çekici birlikteliğini sunar. Dilimizde “uslu olmak”, “akıllı”, ama daha da fazlasıyla “ahlâklı olmak” demektir.

Öyle ise, Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah’ın iradesi ve beyanı, ahlâkî değerin, ahlâk kanununun nedeni değil; sadece insanların ahlâklı olmalarının, ahlâklı yaşamalarının nedenidir. Yani ahlâkî bir değer ya da emir, Allah emrettiği ya da beyan ettiği için iyi ve mükemmel değildir.

Fiiller / eylemler ve “şey”ler, vahiyden önce de, doğalarında iyilik ya da kötülüğü taşırlar.

İnsan aklederek bir fiilin veya bir ahlâkî değerin “doğru” ve “iyi” olduğunu bulabilir. Esasen Allah da onu “iyi” ve “doğru” bir ahlâkî değer olarak görmektedir.

İslâm düşünce tarihinde iki önemli düşünce okulunun en meşhuru olan Eş’arîlik ise, bu görüşün tam aksini savunur. Yani İlâhî irade, ahlâkî değerin ve ahlâk kanunun nedenidir. Bunun anlamı kısaca şudur: İyi veya kötü, Allah öyle istediği ve bildirdiği için iyi veya kötüdür.

Müslüman yöneticilerin pek iltifat etmediği, ama aslında İslâm düşüncesinin çok değerli okullarından Mutezile ve Mâtüridîliğe göre ise insan, daha önce de söylediğimiz gibi, iyi veya kötünün iyilik veya kötülüğünü aklı ile bilir.

Bunun anlamı da şudur:

İyi veya kötü olarak işlenen her işin sorumluluk ve yükümlülüğü, doğrudan insana ve insanın aklına aittir.

Kur’ân’ın, yani İslâm’ın mesajının özü bu olmasına rağmen, bu fevkalâde yüce mesajı hayata geçirme işinde her zaman başarılı olunduğu söylenemez. Maalesef tarih boyunca bu özden, bu yüce mesajdan ciddî sapmalar olmuş ve çok kötü bozulmalarla karşılaşılmıştır.

Nitekim her din gibi Müslümanlık da bölgeler, toplumlar ve toplumlara egemen olma hırsı ile yanıp tutuşan siyasetçiler ve din bilginlerinin elinde dönüştürüldüğü “sistem” açısından, önemli ölçüde aslî ve öz yapısından, temel mesajından uzak bırakılmıştır.

Allah, “kendisiyle girişilen ahlakî ve varoluşsal ilişkinin içinde, kendisiyle yeryüzünde karşılaşılan, insanlarla beraber olan, onlara şah damarlarından daha yakın olduğundan kelâmcıların giriştiği gibi ‘ispat’ edilmesi için bilmem kaç tane mantıkî güçlü delile ihtiyaç hissedilmeyen halkın ve kalbin/gönlün Allah’ıdır.”[7]

Oysa bugün ulemanın camilerde ya da halk için kaleme alınmış ilmihal kitaplarında insanımıza sundukları Allah, hiç de sımsıcak, daima içimizde ve beraber olduğumuzu hissettiğimiz “Vedûd”( Çok Seven, Çok Şefkatli) Allah değildir.

Meselâ bu anlayış sonunda, “Ehl-i Sünnet’in (özellikle Eş‘arîliğin) Allah ile insan arasında kurduğu ilişki, bir taraftan sonsuz merhamet; diğer taraftan da sonsuz (mutlak) güç ilişkisi olduğu için (Adalet’e dayanmadığı için); ne yapacağı belli olmayan, insana yaptıkları ve yapabilecekleri ölçülemeyen, bilinemeyen, tahmin edilemeyen, istediğini yapan, insanî düzlemde anladığımız ahlâk kavramlarıyla yapacakları ve yaptıkları (insana yaptıkları) anlaşılmayan bir Allah tasavvuru ortaya”[8] çıkmıştır.

“Kadere karşı gelinmez”,

“Her şey Levh-i Mahfûz’da yazılıdır; değişmez; değiştirilemez”,

“Allah’ın yazdığı bozulmaz”,

“Hikmetinden sual olunmaz”,

“Mukadderata boyun eğmek lâzım”,

ve benzeri yüzlerce söz ve duayı, yerine göre, rızık için, ecel için ve en başta da kader için arka arkaya sıralarız ve güya kendimize göre teselli vesilesi buluruz ya da kendimizi temize çıkarırız.

Bu türlü davranışın anlam ve amacı, doğrudan insana ait olan ve olması gereken sorumluluklar ve sonuçlarının Allah’a atfedilerek sorumluluktan kurtulma kurnazlığıdır.

Örnek mi? O kadar çok ki…

Meselâ sıkça karşılaştığımız trafik ve tren kazaları, maden ocaklarındaki grizu patlamaları, depremler, heyelan, sel ve çığ felâketlerinden ya da en acısı, geçen yıllarda hac sırasında vuku bulan tünel faciasında hayatını kaybeden binlerce insanın ölümlerinden sonra, bu olaylarda can kaybına sebebiyet verenlerin ihmalleri soruşturulacağı yerde, yetkililer tarafından hiç utanmadan ve sıkılmadan bütün bu olup-bitenler “Allah’ın takdiri / takdîr-i İlâhî” olarak nitelendirilmiş ve dolayısıyla kendi sorumlulukları ortadan kaldırılmıştır.

Çok tehlikeli olarak da, olaylara bu türlü yaklaşmakla sadece Allah’a suç isnad edildiği hiç akla getirilmemiştir.

Şüphesiz bu hususlarda her şeyden önce insan hatasından söz edilmesi gerekir.

Nitekim gelişmiş ülkelerde böyle bir kaza ya da afet vukuunda, sorumlular ve ilgililer hemen sigaya çekilir.

Yine gelişmiş ülkelerde, çok büyük şiddetteki depremlerde bile ciddî hasarlara rastlanmazken, müslümanların ülkeleriniz insan ve bina kaybı çok yüksek oranlara çıkabiliyor.

Böylesi bir durumda, ilgililerin ve sorumluların hemen soruşturulması ve gerekenin yapılması istendiğinde ya da gelişmiş ülkelerde insana saygının tabii bir gereği olarak soruşturma işinin mutlaka yapıldığı ve sorumluların -kimliklerine bakılmaksızın- hemen cezalandırıldığı hatırlatıldığında, “depremler, trafik kazaları, tünel çöküntüleri, sel baskınları vs. gibi toplu ölümlere sebep olan afetlerde bizim bilemeyeceğimiz birtakım hikmetlerden” dem vurulmakta, ama böylece -hâşâ- Allah’a iftira edildiği düşünülememektedir.

Üstelik böyle düşünen kafalar (!) “bu hikmetinden sual olunmayacak musibetlerin ve âfetlerin” neden hep müslümanların ülkelerinde çok korkunç tahribata yol açtığına ise makul ve mantıklı bir cevap verememektedirler.

Bu durumda çok haklı olarak, böyle bir ‘Allah’ tasavvuruna ve O’nun insanlarla ilişkisini değişmez bir biçimde düzenleyen ‘kader’ teorisine sahip olan toplumumuzda nasıl koruyucu hekimlik, trafik kazaları, çocuk ölümleri, çevre koruma ve benzeri, insanın hayatını korumak ve kolaylaştırmak üzerine ciddi politikalar geliştirilebilir? Kaderinin önceden öyle yazıldığına inanan bir mü’min, nasıl olur da toplumundaki ekonomik ve sosyal fırsat eşitsizliklerini, sosyal ve ekonomik adâletsizlikleri, hattâ dinî sömürüyü ortadan kaldırmak için mücadeleye girişebilir? tarzında onlarca hayatî sorular soruluyor, ama ilgililer ve sorumlular nedense hiç işitmiyorlar.

Gerçekten Allah’ın mutlak ve baş edilemez kudreti karşısında ezilen bir mü’minin, Resûlullah ve ashabının yaptıkları ve bize örnek olarak bıraktıkları gibi, tarihin akışını değiştirecek derecede ve güçte etkili ve dirayetli olabilmesi mümkün değildir. Bu sonucu doğuran etkenlerin başında da, hiç şüphe yok ki, Sünnî/Eş’arî öğretisinin ürünü olan din kültürü ve eğitiminin şekillendirdiği “edilgen insan tipi” yer almaktadır.

Bu eğitimde, ahlâkın Allah’a izafe edilmesi hususunda ciddi kopukluk vardır.

Oysa ahlâk, uzmanların ittifakla belirttikleri gibi, her şeyden önce bir “ilişki”dir. Bir kişi ile bir kişi, kişi ile toplum, bir toplum veya bir insan ile Tanrı arasında hür ve belirli bir niyete bağlı (kasdî/amaçlı) bir ilişkidir. Bu ilişki bir davranış veya bir “tutum”a dayalı olan ve mutlaka bir sonuç ve sorumluluk doğuran bir ilişkidir. Ahlâka konu olan eylem, ya medhi (övgüyü/yüceltilmeyi) ve sevabı (ödülü); ya da zemmi (kınanmayı) ve ikabı (cezalandırmayı) gerektirir.

Esasen Kur’ân açısından bir eylemi ahlakî kılan şey, bu ahlakî ilişkiye katılan tarafların her ikisine, yani fiili işleyen ile işlenene sağladığı mutluluk, sevinç, haz ve fayda oluşudur.

İşte bu noktada şu soruyu cevaplamakta zorlanıyoruz:

İslâm düşüncesinde neden ahlâkın objektifliğini savunarak onu büyük ölçüde “akıl” ile temellendiren Mu’tezile ve Mâturidî okullarının öğretileri değil de, subjektifliği savunarak “vahiy” ile izah eden Eş’arî okulunun görüşleri resmîleştirilmiştir?

Acaba bunun arkasında, kendilerine tâbi olanları Allah’ın mutlak kudret ve iradesi ile O’nun değişmez takdîrini gerekçe göstererek itaata ve tereddütsüz bağlılığa sevk etme becerisi gösteren yönetici ya da egemen sınıfın siyaseti mi yatmaktadır?

Meselâ;

Mâturidî’ye göre fiiller ve şey’ler, vahiyden önce de kendi doğalarında iyiliği/kötülüğü, doğruluğu/yanlışlığı taşırlar. Aklen mümtenî, yani olması veya gerçekleşmesi mümkün olmayanı vahiy de mümtenî görür. Aklen vacip/zorunlu/farz olanı vahiy de vacip görür. Aslında vahiy, aklen mümkün olanı tasrih eder, açıklığa kavuşturur. Zamanla insan, hevâ ve hevesine uyarak ahlakî normları keyfîleştirdiğinden dolayı, Allah peygamber göndererek bunları düzeltir.[9]

Bu öğreti ise, çok açık ve kesin bir biçimde, yapıp-etmelerinden dolayı doğrudan insanın sorumlu olduğunu; çünkü onun işlediği fiillerini, aklı ve iradesi ile bizzat kendisinin tercih edeceğini ve etmekte olduğunu göstermektedir.

Ziyaret -> Toplam : 125,40 M - Bugn : 158959

ulkucudunya@ulkucudunya.com