« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

17 Haz

2019

İBRÂHİM HAKKI ERZURÛMÎ (18.05.1703-22.06.1780)

01 Ocak 1970

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, 18 Mayıs 1703’te Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğdu. Babası Derviş Osman Efendi, aralıklarla otuz yıl kadar süren iyi bir eğitim görmüştü. Annesi, Hasankale’nin ileri gelenlerinden Dede Mahmut’un kızı Şerîfe Hanîfe Hanım’dır.

İbrâhim Hakkı’nın “Hakîrullah” diye andığı ve “hilm ü hayâ madeni” olarak tanıttığı babası, bazı maddî ve ruhî problemler sebebiyle sıkıntılı bir dönem yaşamış, İbrâhim Hakkı’nın doğumuyla bir ferahlık hissetmekle birlikte sıkıntısı devam etmişti. 1707’de Erzurum’a yerleşen Osman Efendi burada yörenin ileri gelen ilim ve tasavvuf erbabıyla tanışmış ve 1710’da hac niyetiyle yola çıkmışken Siirt’e yaklaşık 7 km. uzaklıkta bulunan Tillo’ya (bugünkü Aydınlı) uğramış, yörenin tanınmış mürşitlerinden İsmâil Fakîrullah’a intisap ederek buraya yerleşmiş, böylece yıllardır aradığı huzura burada kavuşmuştur.

İSMAİL FAKİRULLAH HAZRETLERİNE İNTİSAP ETMESİ

Babasının isteği üzerine dokuz yaşında iken amcası Ali tarafından Tillo’ya götürülen İbrâhim Hakkı babasıyla karşılaştığında şeyhi İsmâil Fakîrullah’ı da orada gördüğünü, içinde ona karşı derin bir sevgi ve hayranlık duygusu uyandığını ifade eder. Bundan sonra İsmâil Fakîrullah’ın babası için yaptırdığı, günümüze kadar ayakta kalan hücrede yaşamaya başlamış, İsmâil Fakîrullah’ın ilim ve irfanından istifade etmesi yanında Ma‘rifetnâme’deki ifadesiyle “peder-i azîzi kendisini hücredaş edip hilm ü rıfk ile ilim öğretip lutufla terbiye kılmıştır.” İbrâhim Hakkı’nın ilk tasavvuf zevkini babasından aldığı anlaşılmaktadır.

On yedi yaşında iken babasını kaybeden İbrâhim Hakkı, muhtemelen öğrenimini sürdürmek amacıyla aynı yıl Erzurum’a dönerek büyük amcası Molla Muhammed’in evine yerleşti. Burada, özellikle Arapça ve Farsça konusunda kendisinden faydalandığı söylenen Erzurum müftüsü şair Hâzık Mehmet Efendi dışında kimlerden ders okuduğu hususunda bilgi bulunmamaktadır. Ma‘rifetnâme’deki bir beyitten (beyit 514) bu ikinci tahsil döneminin sekiz yıl kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.

İbrâhim Hakkı, öğrenimini tamamladıktan sonra İsmâil Fakîrullah’ı ziyaret etmek üzere 1728-29’da Tillo’ya gitti, babasının hücresine yerleşerek tasavvufî hayata yöneldi. Şeyhine hizmet edip onun feyzinden istifade etmeyi sürdürdü. 1734’te İsmâil Fakîrullah’ın vefatı üzerine Erzurum’a döndü. Daha önce babasının imamlık yaptığı Yukarı Habib Efendi Camisi’ne imam oldu. Bu arada ilk evliliğini yaptı. 1738’de hacca gitti. Dönüşte Ömer Hayyâm, Ferîdüddin Attâr, Sa‘dî-i Şîrâzî, Nizâmî-i Arûzî gibi şairlerin şiirlerini topladığı, ayrıca kendisinin de iki manzumesinin yer aldığı Lübbü’l-kütüb adlı geniş hacimli bir eser hazırladı.

İSTANBUL ZİYARETİNDE MÜDERRİSLİK ÜNVANI VERİLDİ

1747 yılında İstanbul’a giden İbrâhim Hakkı, şeyhi Fakîrullah’ın Sultan I. Mahmut nezdindeki saygınlığından faydalanarak padişahla görüşüp ilgi ve takdirini kazandı, saray kütüphanesinde çalışmasına izin verildi. Özellikle yeni astronomiye ilgisinin bu kütüphanedeki çalışmalarıyla başladığı söylenebilir. İbrâhim Hakkı İstanbul’da iken kendisine müderrislik pâyesi verildi ve ders okutması şartıyla Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı tevcih edildi. Erzurum’a döndükten sonra Habib Efendi Camisi’ndeki imamlık görevini sürdüren İbrâhim Hakkı, bir müddet sonra aynı zamanda iyi bir mûsikişinas olan oğlu İsmâil Fehim’in tahsilini tamamlaması üzerine bu görevi ona bırakarak ilmî faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek için günlerinin çoğunu Hasankale’de geçirmeye başladı.

MARİFETNAME NE ZAMAN YAZILMIŞTIR?

İbrâhim Hakkı 1755’te resmî bir hizmet için İstanbul’a çağırılan Erzurum gümrükçüsü Mehmet Sun‘ullah ile birlikte ikinci defa İstanbul’a gitti. O, ilkinden daha uzun sürdüğü anlaşılan bu ikinci ziyaret sırasında da kütüphane çalışmaları yapmış olmalıdır. Nitekim Ma‘rifetnâme’yi İstanbul dönüşünden kısa bir süre sonra Ağustos 1757’de tamamlaması, onun bu eserle ilgili olarak İstanbul’da yoğun bir hazırlık çalışması yaptığı kanaatini vermektedir. İbrâhim Hakkı, Hasankale’ye dönünce bir yandan Ma‘rifetnâme’nin telifiyle meşgul olurken bir yandan da öğrenci yetiştirmeye başladı. Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı III. Mustafa tarafından 1760 yılında yenilendi. İbrâhim Hakkı, tekkenin oldukça kısıtlı olan gelirini oğulları ile amcasının oğlu Yûsuf Nedim arasında paylaştırdı. Bu arada önemli eserlerinden İrfâniyye’yi (Mecmûatü’l-irfâniyye) tamamladı.

İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİNİN ŞEYHİNİN KIZIYLA EVLENMESİ

1763’te üçüncü defa Tillo’ya giden İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah’ın oğulları Hamza Ganiyyullah ve Mustafa Fânî tarafından babalarının halifesi olarak büyük bir ilgiyle karşılandı; muhtemelen Tillo’ya yerleşmesini sağlamak üzere onu kız kardeşleriyle evlendirdiler.

Bu sırada İnsâniyye adlı eserinin telifini tamamlayan İbrâhim Hakkı, Nisan 1764’te Mustafa Fânî ile birlikte ikinci defa hacca gitti ve dönüşte yine Tillo’da kaldı, burada öğrenci okutmaya ve eser yazmaya devam etti. Bu arada geniş hacimli eserlerinden Mecmûatü’l-meânî’yi bitirdi. Bir süre sonra da Erzurum’a gitti.

ÜÇ DEFA HACCA GİTTİ

1768’te Erzurum müftüsü Şeyh Mustafa Efendi ile beraber üçüncü defa çıktığı hac yolculuğu sırasında amcasının oğlu Yûsuf Nesîm’e Şam’dan yazdığı mektupta eserlerinin oralarda bile arandığını ve ilgiyle okunduğunu bildiriyor, kendisinden bazı kitaplarını temin edip göndermesini rica ediyordu. Yolculuğun ardından Erzurum’a döndü. Yaklaşık üç yıl sonra oğlu İsmâil Fehim ile birlikte tekrar Tillo’ya giderek buraya yerleşti. 1775’te altı ay kadar süren ağır bir hastalığa yakalandı.

KUR’AN VE SÜNNET YOLUNDA

Hasankale’deki öğrencilerinden Derviş Halil kendisini ziyarete gelmiş, ancak İbrâhim Hakkı onun ölçüsüz davranışlarından rahatsız olmuştu. Bir süre Tillo’da kalan Halil hocasının yeni yazdığı bazı eserleri de okumuştu. Daha sonra Erzurum’a dönünce hocasının bir sır kitabını okuduğu yolunda sözler sarfederek güya onun itibarını arttırmak istemiş, ancak bu açıklama herkeste bir merak uyandırmıştı. Muhtemelen bu haberin, kendisi hakkında bâtınî fikirler taşıdığı yolunda dedikoduların çıkmasına yol açacağından kaygılanan İbrâhim Hakkı, Sünnî akîdeye bağlılığını ispat etmek amacıyla âyet ve hadislerden başka şeylerle meşgul olmayı bıraktığı mesajını veren Urvetü’l-İslâm ve Hey’etü’l-İslâm adlı iki eser yazarak değişik kişilere gönderme gereğini duydu. Erzurum’daki Yûsuf Nesîm’e de Urvetü’l-İslâm ile birlikte gizli işaretli bir mektup göndererek “Avnikli kezzâb” diye andığı Halil’in anlattıklarına inanmamalarını ve onun söylediklerinin iftira olduğunu bildirdi.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ NE ZAMAN VEFAT ETMİŞTİR?

Bu arada şeyhinin kızı olan son eşinin genç yaşta ölümü İbrâhim Hakkı’yı derinden etkiledi. Onun vefatından sonra yazdığı bir mektupta teessürünü duygulu ifadelerle anlatmaktadır. Kısa bir süre sonra şeyhinin büyük oğlu Hamza Ganiyyullah’ın ölümü üzerine yalnızlığı daha da artan İbrâhim Hakkı 22 Haziran 1780 tarihinde vefat etti.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİNİN KABRİ NEREDEDİR?

Ölümünden iki yıl önce yazdığı vasiyetnâmesinde şeyhinin kubbesi altına defnedilmemesini, oraya şeyhin evlâtlarının gömülmesi gerektiğini belirtmesine rağmen bunu bir fedakârlık olarak telakki eden İsmâil Fakîrullah’ın oğlu Mustafa Fânî’nin isteği üzerine şeyhinin türbesine defnedildi.

Bizzat İbrâhim Hakkı tarafından yaptırılan, planı da kendisine ait olan bu kubbeli türbe yaklaşık 40 m² olup sekizgen bir kaide üzerine oturtulmuştur. Günümüzde bir ziyaret mahalli olan türbede her yıl 18 Mayıs – 22 Haziran tarihleri arasında çeşitli faaliyetler yapılmaktadır.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİNİN EĞİTİMİ

İbrâhim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır” şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem verdiğini göstermektedir.

Geniş tasavvuf bilgisi, konuları iyi bir düzen içinde ve anlaşılır bir üslûpla ifade etmesi, özellikle eğitimde Arapça’nın hâkim olduğu, Türkçe eserlerde ise ağdalı bir dilin kullanıldığı dönemde eserlerinin büyük bölümünü nisbeten sade bir Türkçe ile yazması İbrâhim Hakkı’nın takdire değer yönlerindendir. Ayrıca geleneksel astronomi yanında yeni astronomiyle tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, psikoloji, ahlâk gibi alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip olduğu görülmektedir.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİNİN İLMİ, AHLAKI, İNSANA BAKIŞI

İbrâhim Hakkı, ilmî ve tasavvufî birikimini maddî menfaat temini için kullanmamıştır. İstanbul’da iken kendisine tevcih edilen Abdurrahman Gazi Dede zâviyedârlığının geliri son derece azdı. Ailesi kendi el emeği ve babadan kalma birkaç parça arazinin geliriyle geçinmeye çalışmış, kendisi de oldukça kısıtlı imkânlar içinde yaşamıştır. Oğullarından birine ithaf ettiği sanılan İrfâniyye adlı eserinin sonunda yer alan, “Tekkelerde eğlenmeyip ilim meclisine gelesin; herkese şefkat nazarıyla bakıp hiçbir ferdi hakir görmeyesin ve kimseden hiçbir nesne istemeyip kimseye bir hizmet buyurmayasın; tezyîn-i zâhiri koyup gökçek ahlâk ile tezyîn-i bâtına gidesin” şeklindeki nasihatleri onun ilme, güzel ahlâka ve insana verdiği değer yanında kanaatkâr ve tok gözlü olmayı, minnetsiz yaşamayı ne kadar önemsediğini de göstermektedir.

Yeni astronominin verilerinden söz ederken hiçbir ilmî gelişmenin Allah’ın evreni yaratıp yönettiği gerçeğine aykırı olamayacağını belirten İbrâhim Hakkı, bütün gelişmelerin bu inanç çerçevesinde yorumlanması gerektiğini sık sık vurgular. Ona göre din bakımından önemli olan, âlemin Allah tarafından yaratıldığının kabul edilmiş olmasıdır; bunun ötesinde yaratılışın ve oluşun keyfiyetine dair ortaya konan teorileri ve ilmî tesbitleri benimsemenin bir sakıncası yoktur.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ HANGİ TARİKATA MENSUPTUR?

Ma‘rifetnâme’de Ebû Hanîfe’den “sermezhebimiz” diye söz eden İbrâhim Hakkı’nın Nakşî veya Kadirî olduğu söylenmektedir. Bursalı Mehmet Tâhir’e göre ise Üveysî’dir. Mesih İbrahimhakkıoğlu dedesinin Nakşî olmadığını savunursa da Ma‘rifetnâme’de başka hiçbir tarikata yer vermezken “velîlerin en seçkinlerinin tercih ettiği tarikat” olarak nitelediği Nakşibendiyye’ye geniş yer ayırması bu tarikata mensup olduğu kanaatini güçlendirmektedir.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİNİN TASAVVUFİ GÖRÜŞLERİ

İbrâhim Hakkı’nın tasavvufi görüşleri Osmanlı tasavvufunun tipik ve canlı bir örneğidir. Ma‘rifetnâme’de mârifet, fenâ, beka, muhabbet ve aşk, velâyet, kerâmet, tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, şükür, rızâ, seyrü sülûk, sâlik, mürşid, nefis ve nefis mertebeleri gibi tasavvufun hemen bütün konularına yer vermiştir. Dünyanın anlamı, makbul olan ve olmayan dünya, kalbin mânası, mahiyeti, mârifetullahla ilgisi gibi konulara ilişkin görüş ve açıklamaları önemli ölçüde Gazzâlî’nin İ?yâ?ü ?ulûmi’d-dîn’indeki fikirleriyle paralellik arzeder.

İbrâhim Hakkı, fizik âlemin kavranmasında akıl ve duyu tecrübelerinin önemini kabul etmekle birlikte dinî ve tasavvufî konularda aşkı felsefeden üstün tutar; hatta, “Katında fülse değmez felsefînin aklı vicdanı” mısraında görüldüğü gibi genel telakkiye uyarak felsefe ve filozof kavramlarından olumsuz bir tavırla söz ettiği de olur. Bu sebeple diğer mutasavvıflar gibi İbrâhim Hakkı da ilham yoluyla elde edilmiş bilgiyi kitâbî bilgiden üstün tutar. Bu arada, vahdet-i vücûdun bir bilgi konusu sanılmasının ilhâd ve zındıklığa kadar varan tehlikeler içerdiği uyarısında bulunur. Çünkü vahdet-i vücûd bilgi konusu değil şühûd konusudur; şühûd ise mücahede ile varılabilen bir haldir. İbrâhim Hakkı, evliyâ-yı kirâmın yazdığı bütün kitapların şeriatla uyuştuğunu, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kitaplarının “usul ve fürûa mutâbık” olduğunu, fakat okuyucunun anlama kabiliyetinin yetersizliği yüzünden bu konuda avam arasında şüphe doğduğunu belirtme ihtiyacı duyar.

EBEDÎ KURTULUŞU KAZANMANIN TEK ŞARTI

Klasik felsefe ve tasavvuf düşüncesindeki, insanı küçük âlem kabul eden anlayışa İbrâhim Hakkı da büyük önem verir. Bütün mutasavvıflar gibi onun için de hayatın en yüksek gayesi mârifet, mârifetin en yüce derecesi mârifetullahtır. Mârifetullahın anahtarı kendini bilmek, kendini bilmenin anahtarı da âlemi bilmektir.


Allah bütün âlemi insanın buyruğuna vermiş, insanın bedenini de ruhuna itaat ettirmiştir ki insan kendi bedenine, organlarının oluşumuna, güçlerinin tertibine bakarak aşağı ve yukarı âlemde bunun benzerlerini bulup aynı düzenin orada da sürdüğünü görsün; özellikle kendi ruhunun bedenini yönetmesi gibi Allah’ın da evren üzerinde tasarrufta bulunup onu yönettiğini anlasın, buradan hareketle Allah’ın fiillerine ve sıfatlarına vâkıf olarak sevgisini ve kulluğunu O’na yöneltsin ve böylece irfan ehline katılsın. İbrâhim Hakkı bu gayelere ulaşmak için sahih bir itikad ve düzenli ibadete ihtiyaç bulunduğunu önemle belirtmiştir. Ona göre ebedî kurtuluşu kazanmanın tek şartı Kitap ve Sünnet’le amel etmektir.

EHL-İ SÜNNET AKAİDİNİN ÖZETİ

Allah dostlarının hallerine ve kemallerine ulaşmanın yolu onların yolunu izlemekten geçer. Her türlü ferdî ve içtimaî problemi aşmanın Kur’an’a uymakla mümkün olduğuna işaret eden ve bununla ilgili âyet ve hadisleri sıralayan İbrâhim Hakkı aynı şekilde Hz. Peygamber’e uyup onun yolundan gitmenin gerekliliğine dair âyet ve hadisleri kaydettikten sonra, “Hudâ rabbim nebim hakka Muhammed’dir resûlullah / Hem İslâm dînidir dînim kitâbımdır kelâmullah” beytiyle başlayan 116 beyitlik manzumesinde Ehl-i sünnet akaidini özetlemiştir.

Ma‘rifetnâme’de büyük ölçüde Gazzâlî’nin İ?yâ?ü ?ulûmi’d-dîn’inden istifade ile yazıldığı anlaşılan, ayrıca Gazzâlî’den sonraki dönemlerde ortaya çıkmış gayri Sünnî tasavvuf akımlarına da yer veren bir bölümde tasavvuf ehlini on iki fırkaya ayırarak sadece birinin kurtuluş fırkası kabul edildiğini, bunların da, “Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerif dinimize ve dünyamıza kâfidir ve şeriat bize vâfidir” diyen fırka olduğunu ifade etmektedir. İbrâhim Hakkı irfanın dört aslı kabul ettiği tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, rızâ konularına büyük önem vermiştir. Özellikle “Tefvîznâme” adını verdiği, “Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif anı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler” mısralarıyla başlayan manzumesi çok meşhurdur.

ALLAH’IN VARLIĞINI İSPAT İÇİN “İMKAN DELİLİ”Nİ ESAS ALMIŞTIR

İbrâhim Hakkı, Allah’ın varlığını ispat için imkân delilini esas almış, bu çerçevede âyetlerden de faydalanarak bazı kozmolojik deliller sıraladıktan sonra âlemin hâdis olduğuna selim aklın kesin bir burhanla şehâdette bulunduğunu, irfan ehlinin, o yüce yaratıcının icat ve yaratma sırlarını zâhir ve bâtın âleminde güneşli günden daha aydın ve açık olarak müşahede ettiğini söylemiştir. Aynı yerde hukemâya nisbetle de olsa, “Mümkün değildir ki bir mevcut ma‘dum ola; belki mevcut hemîşe mevcut ve ma‘dum hemîşe ma‘dumdur” diyen İbrâhim Hakkı mevcudun ancak bir mertebeden bir mertebeye, bir halden bir hale intikal edip değişime uğrayabileceğini ifade etmiş, ardından avâmın bu değişimi seyrederken ma‘dumun mevcut veya mevcudun ma‘dum olduğunu zannettiği görüşünü ileri sürmüştür. Bu açıklama Lavoisier’nin, “Var olan yok olmaz, yok olan da var olmaz” şeklindeki sakınım yasasından başka bir şey değildir.

FELSEFİ TERİMLERİ AÇIKLAMASI

Cevher, araz, hal, mahal, madde, sûret, mevzû, cism-i tabîî, nefs-i insâniyye, nefs-i felekiyye gibi felsefî terimleri Meşşâî gelenek çerçevesinde açıklayan İbrâhim Hakkı’nın, tedbir ve tasarrufu ile cisimlere etkide bulunmayan akıl (kozmolojik akıl) için “lisân-ı ehl-i şer‘ ile melektir” demesi de Fârâbî’den beri gelen felsefî anlayışın bir devamıdır. Yine Fârâbî’nin başlattığı sudûr teorisini de ehl-i hikmete nisbet ederek anlaşılır bir üslûpla tanıtmaktadır. Şu farkla ki, “Vâhidden vâhid sudûr edegelmiştir” demekle birlikte belki bir ihtiyat tedbiri olarak varlığın doğuş (zuhûr) düzeninde küllî aklın (akl-ı evvel) Allah tarafından icat ve mevcut edildiğini söylemiş, ancak burada bir yoktan yaratmadan söz etmemiştir.

DEVRANIN SON NOKTASI

İbrâhim Hakkı, zuhûrun sonundaki onuncu aklın akl-ı fa“âl yanında akl-ı feyyâz, vâhibü’s-suver ve tabîat-ı mutlaka diye adlandırıldığını ifade eder. Ma‘rifetnâme’nin, geleneksel astronomi hakkında bilgi verdiği bölümünde ise, “Allah kendi nurundan bir latif ve azîm cevher var edip ondan bütün kâinatı vücuda getirdiğini tedrîc ve tertip ile izhar etmiştir ve ona cevher-i evvel ve nûr-i Muhammedî ve levh-i mahfûz ve akl-ı kül ve akl-ı izâfî tesmiye olunur” demektedir. İnsana ait akıl nefse has bir gelişme sürecinin son noktasıdır. Nefis mürekkep cisme büyüme, duyu ve hareket yanında düşünme kabiliyeti de kazandıran düzeye ulaşırsa bu nefse sahip olan varlık insan adını alır. İnsan varlığın özü, her mevcudun özeti, cihan ağacının meyvesi, devranın son noktasıdır. Buradaki “devran”dan maksat, İslâm dünyasında Câbir b. Hayyân’dan beri daha çok tasavvufta ve tasavvuf etkisindeki felsefede ilgi toplayan yükseliş ve iniş sürecidir.

İbrâhim Hakkı, “Hak Teâlâ’nın tesiriyle” dört unsurdan madene, madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana uzanan gelişim (istihâle) sürecini özetlerken insanı bu sürecin gaye noktasına yerleştirmektedir. Bu teoride her bir varlık basamağından diğerine geçilirken birer ara varlık da gösterilmekte olup hayvanla insan arasındaki varlığın maymun olduğu belirtilir. “Zira kılları ve kuyruğu dışında cümle âzası … insana benzer.” İhvân-ı Safâ, İbn Miskeveyh gibi ilk İslâm düşünürlerinden başlayıp Kınalızâde Ali Efendi, Muhyî-yi Gülşenî gibi Osmanlı âlimlerine kadar gelen bu teorinin, İbrâhim Hakkı’dan yarım asır kadar sonra Lamarck ve Darwin tarafından ortaya atılan evrim teorisiyle aynı olup olmadığı tartışılmaktadır. İbrâhim Hakkı’da en güzel ifadesini bulan İslâm dünyasındaki evrim anlayışı, Darwinizm’in aksine yalnızca biyolojik bir evrim değil madde ve ruh bütünlüğü içinde bütün ontik gerçekliği kapsayan bir gelişmedir; ayrıca burada gelişim Darwinizm’deki doğal seleksiyon yerine ilâhî iradeye bağlanmıştır.

MARİFETNAME’DE DOĞA BİLİMLERİ

İbrâhim Hakkı Ma‘rifetnâme’de tabiat bilimlerine çok geniş yer vermiştir. Fitneye sebep olmamak düşüncesiyle yeni astronomiye ve diğer ilimlere dair bilgi verilmeden önce eski astronomiye uygun geleneksel yaratılış senaryosunu tanıtma gereği duyulmuştur. Onun yeni astronomideki kaynağı, İstanbul ziyaretleri sırasında tanıma ve inceleme fırsatı bulduğu Kâtib Çelebi’ye ait Cihannümâ adlı eserdir. Fakat mutaassıp ulemâdan tepki görme endişesi taşıdığı için yeni astronomi konularına ve bu arada yerin yuvarlaklığını kanıtlamaya girişirken bu görüşün şeriata aykırı olabileceği tereddüdünü ortadan kaldırmak amacıyla Gazzâlî’nin Osmanlı ulemâsı nezdindeki saygınlığından yararlanma yoluna gitmiştir.

İbrâhim Hakkı, bu hususta oldukça tedbirli davranarak Tehâfütü’l-felâsife’nin giriş kısmındaki konuyla ilgili bir pasajı aynen Türkçe’ye çevirdiğini ifade eder. Gazzâlî burada, ay ve güneş tutulması olaylarını örnek gösterip bunların astronomi bilimine göre nasıl vuku bulduğunu açıkladıktan sonra bu gibi ilmî konularda filozoflarla tartışmaya kalkışmanın dinî bir zaruret olmadığını, ilmî sonuçlarla çatışır gibi görünen hadisler bulunduğu takdirde kesin sonuçlara karşı direnmektense bu hadislerin te’vilinin “ehven” olduğunu ifade eder. İbrâhim Hakkı’nın, belki de buradan aldığı cesaretle arzın yapısını ve tabakalarını ilmî yöntemlere göre anlatırken, İbn Abbas’tan nakledilen öküz ve balık kıssasının sahih olduğu tesbit edildiği takdirde bunun öküz burcu ve balık burcu olarak yorumlanması gerektiğini belirttikten sonra Hz. Peygamber’in, “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadisini hatırlatarak umûr-i dîniyyeden olmayan şeylerin din âlimlerinden sorulmaması gerektiğini söylemek suretiyle dinî ilimlerle pozitif bilimlerin metotlarının ayrı olduğuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.

YOL GÖSTERİCİ GÖRÜŞ

Gazzâlî’nin, din bakımından önemli olanın âlemin yapısı ve nasıl işlediği değil yaratıcının fiiliyle vücuda geldiği görüşü İbrâhim Hakkı için yol gösterici bir önem taşıyordu. Nitekim kendisi de, “Pes âlem ne hey’ette olursa olsun ve ne cihetle hareket kılarsa kılsın cümlesi ol bedî‘… hazretlerinin kemâl-i kudret ve azametine dâldir ve bizlere lâzım olan ancak bu nazar-ı ibretle kesb-i kemâldir” diyerek dinle bilim arasında doğru bir ilişki kurmanın yolunu göstermiştir. Aynı şekilde onun o dönemlerde ortaya çıkan, gittikçe daha çok taraftar toplamaya başladığını belirttiği yeni astronomi fikrine dayalı bilgiler vermeden önce bu konularda ilmî bir kanaate varmanın dinle bir ilgisi olmadığı uyarısında bulunması anlamlıdır. Çünkü din açısından mühim olan, âlemin Allah tarafından yaratılmış olduğu inancının benimsenmesidir.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ KİMLERİ ELEŞTİRDİ?

Esas itibariyle Copernicus astronomisini yansıtan bu bilgilere yeni aklî deliller ekleyen İbrâhim Hakkı sistem hakkındaki bilgileri basite indirgeyerek anlatmaya çalışmıştır. Buna karşılık kelâmcılara dayanarak müneccimlerle tabiatçı filozofların yüce yaratıcının bilgisinden mahrum olduklarını, bütün olup bitenleri yıldızlara ve tabiata bağlayarak sapıklığa düştüklerini söyler. İbrâhim Hakkı bu arada dehrîleri de eleştirmiştir.

Onun, dünyayı çevreleyen hava tabakasının çeşitli katlarında cereyan eden klimatolojik değişmelerin güneş ısısının yerden yansımasından ileri geldiği ve bu yansımaya en yakın olan bölgelerde havanın daha sıcak olacağı, yükseklere çıkıldıkça sıcaklığın düşeceği gibi tesbitleriyle bugünkü bilim seviyesine yaklaştığı kabul edilmektedir. Yıldırım ve gök gürültüsünün mahiyeti, ışık dalgalarıyla ses dalgalarının yayılışındaki zaman farkı, gök kuşağı, ay hâlesi, sis, kırağı, çise ve bulutların oluşumu, hava hareketleri gibi meteorolojik olayları, İbn Sînâ’nın eş-Şifâ? adlı eserinden de yararlanmakla birlikte çoğunlukla kendi gözlemlerine dayanarak oldukça isabetli bir şekilde kaydetmiştir. İbrâhim Hakkı, dünyanın yuvarlak olduğuna dair yeni deliller ortaya koyarken dünyanın güneşin etrafında ve kendi çevresinde dönüşünü, gece ve gündüzün meydana gelişini de ilmî olarak anlatmakta, bu arada Macellan’ın dünyayı dolaşması ve Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfi hakkında mâlumat vermektedir.

İNSANIN ANATOMİSİ VE FİZYOLOJİSİ

İbrâhim Hakkı, insanın anatomisi ve fizyolojisiyle ilgili hemen her konuda dönemine göre yeni sayılacak ayrıntılı bilgiler vermektedir. Meselâ on iki kaburganın yönleri ve fonksiyonel özellikleri, bel kemiği ve bunun bölümleri, bilek ve el kemiklerinin görevleri gibi konulara dair açıklamalar bugünkü bilgilerle paralellik arzetmektedir. Bu bilgileri esas itibariyle İbn Sînâ’dan alan İbrâhim Hakkı, ayrıntıda kendi gözlemlerine dayalı birçok yenilik ortaya koymuştur. Psikolojide büyük ölçüde İbn Sînâcı geleneği tekrar eden İbrâhim Hakkı’nın Ma‘rifetnâme’de kişinin saç, göz, kulak, el, baş gibi organlarından ve dış görünüşünden hareketle onun ahlâk ve karakter yapısı hakkında sonuç çıkarma yollarını gösteren bilgilerden oluşan kıyafet ilmi (physiognomy) konusuna ayırdığı bölüm, İslâm ilimler tarihinde bu alanda yapılmış çalışmalar içinde özel bir yere sahiptir.


İnsan anatomisi

İnsanın ahlâk yapısına temel oluşturan güçleri de geleneksel Meşşâî anlayışı çerçevesinde gazap gücü, şehvet gücü ve nefs-i nâtıka olarak gösterir. Bunların ifrat ve tefritlerinden erdemsizlikler (ahlâk-ı zemîme), itidal derecelerinden erdemler (ahlâk-ı hamîde) meydana gelir. İbrâhim Hakkı, nefs-i nâtıkayı İsrâ sûresinde (17/85) emr-i rabbânî olarak gösterilen rûh-ı insânî olarak da adlandırır ve buna gönül dendiğini belirtir. Felsefî gelenekteki meşhur Eflâtuncu iradî ölüme atıfta bulunarak iradesiyle nefsini öldüren kişinin gönül yüzünden benlik perdesi kalkıp kendini ve rabbini bilme mertebesine ulaşacağını, gönlünün huzur ve sevinç aydınlığı ile dolacağını, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilip ölmeden önce ebedî hayatı kazanmış olacağını ifade eder. Ayrıca felsefî mahiyetteki ahlâk kitaplarının vazgeçilmez konularından olan ölümün anlamı, mahiyeti, ölüm korkusunun sebepleri gibi konuları âyet, hadis ve tasavvufî görüşlerle daha da zenginleştirerek işlemeye çalışmıştır.

EĞİTİM VE ÖĞRETİM ANLAYIŞINA ELEŞTİRİSİ

1750’de yazdığı tecvid risâlesinin girişinde yer alan, “Erzurum şehrinde şöhret bulup nef‘i âm olsun için Türkçe söylemişiz” şeklindeki ifadesinde dönemin eğitim ve öğretim anlayışına gizli bir tenkit sezilmektedir. 1755 yılında kaleme aldığı Tertîbü’l-ulûm başlıklı ilk Türkçe manzum eserinde de aynı amaçla yeni bir ders programı önerisinde bulunmuştur. Programda geleneksel din ilimlerinin yanında felsefe, matematik, coğrafya, astronomi, anatomi, tıp gibi alanlar da yer alıyordu. İbrâhim Hakkı, daha sonra kaleme aldığı Ma‘rifetnâme’de bu alanların her birine büyük değer verecek ve çok geniş yer ayıracaktır. 1755’te tertip ettiği divanında da yirmi beş beyitlik bir “Tertîbü’l-ulûm” bölümü bulunmaktadır. 1753’te hazırladığı rûznâmesi, zamanına göre takvim tekniği hususunda oldukça ilginç yenilikler taşımaktadır. Ancak bu yenilikçi tavrına rağmen öğrencinin hocasına kayıtsız teslimiyetini öngören otoriter ve dogmatik eğitim anlayışını aşamamıştır. İbrâhim Hakkı, geleneksel eğitim ilkeleri arasında daha çok hocanın öğrencisine şefkatli ve anlayışlı davranması, öğrencinin de hocasına karşı edepli ve saygılı olmasıyla ilgili olanları sıralar. Gazzâlî gibi kendisi de öğrencinin sorgulamaya kalkışmadan hocasının bilgisine mutlak olarak güvenmesini öğütler.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİNİN MAHLASI

Eserlerinin bir kısmını manzum olarak kaleme alan İbrâhim Hakkı genellikle Hakkı, bazan da Fakîrî mahlasını kullanmış, Türkçe’den başka Arap ve Fars dillerinde de manzumeler yazmış, kaside, gazel, musannef, rubâî ve kıtalarında ilmî, dinî-tasavvufî fikirlerini ustalıkla dile getirmiştir. Mesnevi tarzında kaleme aldığı manzumelerde daha ziyade didaktik bir amaç güden İbrâhim Hakkı’nın divanındaki şiirler tamamen tasavvuf neşvesiyle yazılmıştır. Ma‘rifetnâme başta olmak üzere hemen bütün mensur eserlerinde yer alan manzumeler konunun okuyucu tarafından daha fazla ilgi görmesine yardımcı bir nitelik taşır. Bu tür şiirleri ya konunun özeti mahiyetinde veya örneklendirmeler şeklinde kullanmış, yer yer başka şairlerin manzumelerini de iktibas etmiştir. İbrâhim Hakkı’nın şiiri eğitici, öğretici ve irşad edici bir araç olarak kullanma gayreti, ilim adamı ve mürşid kimliğinin şair kimliğinden önde bulunmasına yol açmış, dolayısıyla bazı manzumeleri şiir tekniği bakımından kusurlu bulunmuştur. Sanat değeri daha yüksek olan gazellerindeki zengin hayal ve çağrışımlar bile ona usta bir şair kimliği kazandırmaya yetmemiş, sadece kendisine geniş kültürünü ve ilmî birikimini nazımla anlatan başarılı bir nasihatçı görüntüsü vermiştir.

Ziyaret -> Toplam : 125,45 M - Bugn : 36551

ulkucudunya@ulkucudunya.com