Bir Övüncümüzü Daha Takdim Ederken
Sadık Kemal Tural 01 Ocak 1970
İnsan toplulukları bugünkü hayatlarına siyasî, idari, askerî, içtimai ve ilmî tecrübelerin olgunlaştırdığı bir birikim sonunda eriştiler. Diğer alanları geçerek ifade edelim ki, ilmî birikimde katkısı olanlar, sevinmek ve övünmek hakkına sahiptirler.
Türkler bilim dünyasına, Hârezmî, İbn-i Sînâ, İbni Türk, Fârâbî, Beyrûnî, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Hazârfen, Şaban Şifaî, Gelenbevî, Behçet Bey gibi dünyanın ufkundan görünen isimlerle katkıda bulunmuşlardır. Bunlardan ilk beşiyle ilgili milletlerarası bir toplantıyı 1985’te yapan ve bildirimlerini yayınlayan Atatürk Kültür Merkezi, Uluğ Bey’i 1994’te milletlerarası bir toplantıyla gündeme getirmiş olup bildirilerini de yayınlamak üzeredir.
Bu sefer İbn-i Sînâ isimli tıp âliminin eserini Türkçe olarak yayınlıyoruz. İbn-i Sînâ üzerinde Türkiye’de yeterli sayıda araştırma yapıldığına inanıyoruz: 1937’de Tarih Kurumu’nun çıkardığı eserde Mehmet Şemseddin Günaltay imzalı araştırmadan sonra, 1984 yılında merhum Aydın Sayılı’nın İbn-i Sînâ: Doğumunun Bininci Yılı Armağanı adıyla derlediği yazılar, Kültür Bakanlığı’nın yaptığı ilmî toplantının bildirilerinin yayını gibi övünülecek çalışmalarla bu konunun kamuoyuna maledildiği görülmektedir.
Ayrıca yüzü aşkın bilgi tekrarı sayılacak makale…
1976 yılında ilk defa eşimle birlikte Almanya’ya gittiğimizde, kaldığımız küçük kasabanın hastahanesinin önünden geçerken, bahçesine girmeyi ve mümkünse bir şeyler öğrenmeyi arzu ettik. Hastahane binasının biraz gösterişlice kapısının üzerinde, ortada Hipokrat, sağında Galen, solunda İbn-i Sînâ, onların altında biri Koch idi, ama diğerini hatırlamadığım beş kişinin bele kadar resimleri oyulmuştu. Ave Cina (Avicenne)… Doğulu bir giyiniş, sakallı… Eşim hekim olduğundan önce sevincimi onunla paylaşmak istedim: Atalarımızdan biri bir kasaba hastahanesinin kapısının üstündeki dünyanın beş büyük doktoru iftiharla taşıyanların başının tacıdır… O sırada geçmekte olan bir doktoru “Afedersiniz birkaç dakikanızı alabilir miyim?” deyip çevirdim. Eşimi ve kendimi takdim ettikten sonra Ave Cina hakkında neler bildiğini sordum. “Bildiğim kadarıyla Arap’tır” demez mi? Ben, Türk olduğunu öğretmek için bir şeyler söylemeye çalıştıkça, hem gayet müstehzi gülümsüyor, hem de, “tıp tarihinde okuduklarının hepsinin yanlış olamayacağını” söylüyordu. Ayrıldık. Şahsen çok üzgündüm.
Türkiye’ye dönünce bu konuda ne okuyabileceğimi araştırdım, birçok şey vardı, en geniş ve tatminkârı da Günaltay’ınki…
Merhum Şemseddin Günaltay, bu büyük hekimin, annesinin Buharalı Yıldız Hatun, Sînâ oğlu Abdullah ismini taşıyan babasının ise aslen Belhli bir Türk olduğunu delilleriyle ispat ediyordu.
O mübarek hekim de bizzat kendisinin bir talebesine dikte ettirdiği hayat hikâyesinde Türklüğünü açıkça söylüyordu. Öyleyse mesele neydi? Eserleri Türk diliyle yazılmamıştı.
Bu büyük tıp âliminin eserinin Arapça olması, onu Türklük dairesinden çıkarır mı?
Türkler 840 yılından itibaren kitleler hâlinde Müslüman olmaya koşunca, bu yeni dinin dili olan Arapça yoluyla akli ve naklî ilimleri de kazanmaya başladılar. İslam dünyasındaki beş büyük hadis toplayıcısından üçünün Türk olması bile, Arapça etkisini gösterecek mühim bir ölçüdür.
Miladî 983/984’te doğan, 21 Haziran 1037’de vefat eden İbn-i Sînâ Türk oğlu Türk’tür. Kâtip Çelebi veya Molla Fenarî yahut Sahîh sahibi Buharî veyahut Hacı Bektaş Sultan Arapça; Mevlâna veya Nizâmî Farsça yazdı diye Türklükten çıkarmayı düşünmek, sadece Batılı bazı doğu bilimcilerle onların yanılttığı insanların boş işlerindendir. Araplar bilir ki, İbn-i Sînâ da, Beyrûnî de, Fârâbî de Türk’tür; aksini söyleyen bir Araba da rastlanmamıştır. Akıl, iz’an ve insaf sahibi Farslar da, hem Nizâmî’nin, hem Mevlâna Celâleddin’in Türkoğlu Türk olduklarını yazarlar ve söylerler.
Bugün İngilizce çok ilgi görmektedir; Rusya Federasyonu’nda bile İngilizce eğitim yapan kolejler açılmaya başlanmıştır. Türkiye’de ise, 168’i Millî Eğitim Bakanlığı’nın sahipliğinde, 85’i ise özel kişi ve vakıflarca kurulmuş, 250’yi aşkın % 98’i İngilizce eğitim yapan orta öğretim kurumu vardır. Boğaziçi ve Orta Doğu Teknik Üniversiteleri ile özel Bilkent Üniversitesi İngilizce eğitim yapmakta, diğerleri de bu türden bir öğretim talebinde bulunmaktadırlar. Bu eğilimin sebepleri, Türkiye ve Türk dünyası bakımından olumlu ve olumsuz yönleri, bu takdim yazısının konusu olamaz; fakat açıklamamıza yardımcılık eder.
X. yüzyıl sonlarından başlayarak Türkler, Kur’an-ı Kerim’i bağımsız sureler hâlinde Türkçeye çevirmeye ve tefsirlerini de ya doğrudan Türkçe yazmaya veya asıllarından Türkçeye aktarmaya çalıştılar. Ancak Abbasîler döneminde, Yunan, Latin ve Hint kaynaklı tıp, felsefe ve tarih kitaplarının Arapçaya tercüme edilmesi, ikinci, üçüncü bir dile çevirmek yerine Arapçadan okumak ve daha sonraları da Arapça yazmak eğilimini güçlendirdi. Arapça IX-XIII. yüzyıllarda dünyadaki bilgi birikimine erişen ve eriştiren bir dil oldu. O kadar ki, Müslüman coğrafyada yaşayan gayrimüslim tarihçi, felsefeci ve tabipler de Arapça yazdılar. Bütün dillerden Arapçaya yapılan bu çeviriler, müşterek bir kavram, terim ve muhakeme birbirine yol açıyordu. Arapçanın zengin ve zenginleşmeye açık gramatiksel yapısı da bu eğilimi tabiileştiriyordu. Sayın Esin Kâhya’nın elinizdeki tercüme, sırasında bugünün Türkçesiyle karşılayamadığı kelimeler bulunduğunu görmemiz, İbn-i Sînâ’nın yaptığı işin mâkul olduğu düşüncesine götürüyor, bizleri.
Diğer taraftan Fatih devrinde başlayan Türk medrese sistemi de Arap diline dayandığı gibi; İstanbul’da günlük hayatta Türkçe konuşan müderrisler, kitaplarını Arapça yazdılar. Bu gelenek 1800’lü yılların ilk çeyreğine kadar sürdü.
İbn-i Sînâ’yı, eserlerini Arapça yazmaktan dolayı kınamak ne derece doğru ise, bugün İngilizce veya Almanca kitap yazanı alkışlamak o derece doğrudur (…).
* Prof. Dr. Sadık Tural’ın Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları’ndan çıkan El-Kânûn Fi’t-Tıbb, (Türkçeye Çeviren Prof. Dr. Esin Kâhya, Ankara 19995)adlı kitaba yazdığı önsözden alınmıştır.