DİYARBAKIRLI RESSAM MEHMET BAŞBUĞ VE KÖKBÖRÜ ANLATISI (Süleyman İRGİN )
01 Ocak 1970
Diyarbakır tarih boyunca çeşitli uygarlıkların yaşam yeri olmuş ve pek çok önemli bilim ve sanat adamını yetiştirerek dünya kültürüne armağan etmiştir. Bunlardan biri de Diyarbakır’da doğan ve gerek öğrenimi sırasında gerekse de yapıtlarıyla tanındığı coğrafyalarda hem kişiliğiyle hem de sanatıyla ülkesine ve evrenselliğe birçok katkı sağlayan Ressam Mehmet Başbuğ olmuştur. Mehmet BAŞBUĞ, 1956 yılında Diyarbakır’da doğmuştur. Bursa Eğitim Enstitüsü Resim-İş Eğitimi Bölümünden mezun olarak, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nde Lisans eğitimini tamamlayarak, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Ana Bilim Dalı’nda Yüksek Lisans, Sanatta Yeterlik ve Doktorasını yapmıştır. 1976-1986 yılları arasında, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda görev yapmıştır. 1986 –1994 yılları arasında Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nde Öğretim görevliliği, 1994-1999 yılları arasında Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kuruluş çalışmasında görev alarak Dekan yardımcılığı ve Resim Bölümü Başkanlığı’nı yürütmüştür. Bugüne kadar yurt içinde ve yurt dışında binden fazla karma ve grup sergilerine katılan sanatçı, çeşitli yarışmalara katılarak birçok ödül almayı başarmıştır. Ulusal ve uluslar arası yüz’e yakın kişisel sergi açmıştır. Çeşitli sergi ve yarışmalarda jüri üyeliğinde bulunan sanatçı, çok sayıda eserleri özel ve resmi koleksiyonlarda, müzelerde yerini almıştır. Ankara Ressamlar Birliği kurucu üyeliğinin yanı sıra kısa adı GESAM olan, Türkiye Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği kurucu üyesi ve yönetim kurulu üyesi olan sanatçı, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığını ve aynı fakültede Resim Bölümü Başkanlığını da yürütmüştür. Sanatçı, 7 Temmuz 2017 Cuma günü hayatını kaybetmiştir.
Başbuğ, vaktinden erken bir ressam olmuştu. Diyarbakırlıydı, tabloları kirli kırmızı kirli siyah kirli sarı, bu renkleri nasıl buluyorsa, yorgun atlar, at arabaları, hep atlar hep yük çeken atlar, hep başı yerde atlar, yorgun yaşlılar, Diyarbakır’ın ara sokaklarında hasır sandalyeye oturmuş insanlar…yer almıştır. Hafızasına, ilk gençlik yıllarında çok detaylı kompozisyonlar ve anlatılar kazınmıştır. Henüz yirmili yaşlarında tabloların estetik değerini kimse tartışmazdı, şu kusurlu şu tamamlanmamış kimse diyemezdi, gerçekten "tabloydular", bu soğuk renkleri tabaka tabaka kalın kalın nasıl yerleştirirdi akıl alır gibi değil. Sonra portreleri; Atatürk, Âşık Veysel, sonra destansı tabloları; Çanakkale’den sahneler…Bugün birçok devlet kurumunda Mehmet Başbuğ’un tablolarıyla karşılaşmanız mümkündür. Atlara, tahtaya, ahşaba, bol giysilere doyamadı, eskitmeyi, ihtiyarları çok severdi, o eskilik tablolarını tarihi destansı bir atmosfere sokar, tabloları duvarlara sığmazdı, yüzlerce binlerce duvardan duvara devasa büyüklükte eserler/çalışmalar…(http://odatv.com/ressam-basbug-vefat-etti-1607171200.html Erişim: 13.08.2017).
Türk resminin son dönem en parlak ressamlarından olan Mehmet Başbuğ, kimseye pek benzemeyen kendine has poşat fırça darbeleriyle tanıdık. Sanatçı, Kökbörü adlı Eserini keskin ve hissiyatlı bir duyarlılıkla çizmiştir. Çalışmadaki desenleri de bir o kadar sağlam ve çarpıcıdır. Fakat asıl hüneri pentürlerinde gösterirdi. Renkleri, ışığı kullanışı, fırçası kadar rahat ve özgündü. Yer yer perspektifi ihmal etmek belki de en göze çarpan özelliklerinden idi. Mehmet Başbuğ, önce bir kar ve kış ressamıdır, diyebiliriz. Çünkü muhteşem kar resimleri vardır. İkinci vazgeçemediği konu ve figürleri atlardır. Eserlerinin çoğunda at resimleri mevcuttur. Üçüncüsü ise köy ve köylü yaşantısıdır. Pazarlar, kahvehaneler, sokaklar, tarla ve ev hayatından kesitler sunmuştur. O aynı zamanda bir mit ve destanlar ressamıdır, diyebiliriz. Türk Tarihinin belli bireylerini, olgularını ve durumlarını betimlemeyi üst düzey algıda yapmıştır. Son zamanlarında ise tarihi konulara yoğunlaştığı görülür. Anadolu’nun orta kesimli ve yoksul tarafını ve kavruk insanlarını ve kimsesizliği tanıyan sanatçı, eserlerinde sosyolojik ve tarihi niteliklere sahip olgulara da yer vermiştir. Bunlardan biri olan “kökbörü” adlı eseri toplumun sosyolojik ve estetik mitlerinden biri olan kültürel bir anlatı ortaya koymayı başarmıştır.
“Kökbörü oyunu Kırgızların millî oyunudur. Nesilden nesile miras olarak aktarılan bu oyun, Kırgızların en çok rağbet ettiği ve heyecan duyduğu oyunlardandır. Kökbörü oyunu, Kırgızların yanı sıra başta Kazaklar ve Özbekler olmak üzere Asya’daki pek çok boyun da vazgeçilmez oyunları arasında olup bugün hâlâ, bütün canlılığıyla yaşatılmaktadır. Anadolu’daki Öndül Kapmaca diye bilinen oyun kısmen bu oyunun izlerini taşımaktadır. Kırgızlar bu oyuna Kökbörü, Kazaklar Kökpar, Farslar ise Boz kaşi derler. Bunun yanında Farsça’dan girmiş olan çabandes sözü de Kırgızca kökbörüçü kelimesiyle karşılarmıştır. Kırgızlar buna ulak çekme de derler. Orta Asya’nın bazı bölgelerinde Kökperi veya Köpkeri şeklinde söylendiği de olur. Türkiye’de bu oyundan ilk söz eden; “… eski Türklerde totem sayılan bozkurt (gökbörü) ile bağlı bir anane mahsulüdür. Kurt menkıbesi, Kırgızların gökbörü tesmiye ettikleri oyunda tecelli eder.” diyen Ziya Gökalp’tir. Dr. Rıza Nur da Türk Tarihi adlı eserinde kısaca bahsetmiştir” (Kaya, 2005: 303).
Orta Asya Türkleri’nde Beyge ve Kökböri (Gökbörü), atlı spor türlerinin en çok sevilenlerindendir. Beyge daha ziyade, aynı yönde yapılan ödüllü koşu, kökböri de, kesilmiş bir oğlağı birbirinden kapmak suretiyle yapılan bir atlı yarıştır. Kökböri’de atlılar, kesilmiş bir oğlağı veya başka bir hayvan yavrusunu birbirinin pençesinden almak için kurtlar gibi mücadele ederler. Orta Asya Türkleri’nde güvey ile gelin bir istikamette at yarışı yani beyge yapar, ok atar, güreş tutarlardı. Eski çağlarda Türkler kendi sembolleri olan kutsal kurda “Kök-böri” yani “Gök-kurt” demekteydiler. Türkistan’da çok bilinen ve oynanan bu oyuna “Gökböri”, “Kökpari”, “Oğlak/Ulak”, Afganistan’da “Oğlak, Buz-Kaşi”, Kazaklarda “Kökbar” gibi adlar verilmektedir. Anadolu’da ise “Öndül Kapmaca” “Pösteki” adını taşımaktadır. Oyunun ana kaideleri ve saha ölçüleri, her Türk bölgesinde birbirinin aynıdır. Bazen, esası etkilemeyecek küçük farklılıklar olabilir. Gökbörü oyununda asıl olan kesilmiş ve içi temizlenmiş bir oğlak veya hayvanı eğeri ile bacakları arasına sıkıştıran ve dört nala koşan bir atlının, kendini kovalayan atlılara sınırlanmış bir alan veya alanda bir turu tamamlayarak puan alması biçimindedir. Oyun teke tek veya gruplar arasında da oynanır. Özbek Türkleri’nin bu oyunu; üzerinde sular, hendekler ve yükseklikler bulunan bir arazide de oynadığını biliyoruz.
Evlilik törenlerinde kesilmiş hayvan, kız tarafından kaçırılır ve damat tarafı gelini kovalardı. O zaman bu oyun Kız-Börü adını alırdı. Atlı oyunların bir başka şekli de düğün törenlerinde kız ve erkeğin bir mesafe içinde karşılıklı olarak Beyge (Babiga) oyunuydu. Amaç hedefe önce varmaktı. Çevgen (Çevgan, Çöğen) de eski Türkler arasında yaygın bir oyundu. Bu oyun bugün adına Tibet dilinde top anlamına gelen Pulu’dan alınarak Polo denilen atlı hokey oyununun ilk şeklidir. İlk defa Türkler tarafından oynandı. Gökbörü ve Çevgen, eski Türkler’in çok sevdiği binicilik oyunlarıydı. Cesaret, algılama sürati, refleks, denge gibi üstün özellikleri bünyesinde barındıran bu stratejik oyun, iyi bir binicilik ve ata hâkim olmayı gerektirmektedir. Dağlık Altay’a Kök Börü oyununu ilk kez resmi olarak Kırgız Cumhuriyeti’nden 2003 yılında Mamıyev getirmiştir. Dolayısıyla, Kök Börü oyunu spor uygulaması bakımından, Kırgızistan’da ikisi profesyonel seviyede olmak üzere çok eski zamanlardan beri çok sayıda güçlü spor takımı tarafından oynanırken, Altay ülkesi için daha yeni hayata geçirilen bir spor dalı olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, Kök Börü oyununun kökleri Altay dağlarında oldukça eski tarihlere dayanmaktadır. Efsaneye göre kanlı bir savaşta Türkler büyük bir yenilgi alır ve düşman galip geldikten sonra halkın tümünü yok etme yoluna gider ve bir zamanlar çok nüfus ve nüfuzlu devletin gerisinde yalnızca bir erkek çocuğu hayatta kalmayı başarır, daha doğrusu yazgısı tarafından bu sağlanır. Tek başına yaşama mücadelesi bile veremeyecek güç ve yaşta öksüz kalan bu çocuğa bir dişi kurt sahip çıkarak anası gibi korur ve büyütür, besler ve avcı olması için yetiştirir. Bu dişi kurdun adı ise Aşina (Asena) idi. İşte Aşina soyu Türkler’de başlangıcını, tarihle efsanenin karışık olduğu bu dönemden alır. Oyunun adı olan Kök Börü de adından da anlaşılacağı üzere o dönemden beri Türklerin geleneksel bir ata sporu haline gelir.
Kırgızlar bu oyuna “Kökbörü”, Kazaklar “Kökpar”, Farslar ise “Bozkaşi” derler. Bunun yanında Farsça’dan girmiş olan “çobandes” sözü de Kırgızca kökbörüçü kelimesiyle karşılanmıştır. Kırgızlar buna “ulak çekme” de derler. Orta Asya’nın bazı bölgelerinde Kökperi veya Köpkeri şeklinde söylendiği de olur. Türkiye’de bu oyundan ilk söz eden; “Eski Türklerde totem sayılan bozkurt (gökbörü) ile bağlı bir anane mahsulüdür. Kurt menkıbesi, Kırgızların gökbörü tesmiye ettikleri oyunda tecelli eder.” diyen Ziya Gökalp’tir. Dr. Rıza Nur da Türk Tarihi adlı eserinde kısaca bahsetmiştir. Kökbörü kelimesinin nereden çıktığı konusunda şu görüşler ileri sürülür: Çok eskiden bir savaş olur ve köyün silah tutan bütün erkekleri savaşa gider. Neredeyse köyde kalanları koruyacak kimse kalmaz. Köye kurtlar gelir ve hayvanlara zarar verir. Geçimini büyük oranda hayvancılığa bağlayan halk, bundan büyük oranda etkilenir. Bu arada savaştan dönen erler köye dadanan kurtları görünce hemen onlara saldırır. Bazılarını bıçakla, bazısını okla, bazılarını da ezerek öldürür.
Hatta canlı kalan kurtları, at üzerinde birbirlerine atarak eğlenmeye başlar. Bu o kadar hoşlarına gider ki, kalan diğer kurtları da birbirlerine atarak oyun oynarlar. Zamanla canlı ele geçirdikleri kurtlarla oynamayı gelenek haline getirirler. Oynadıkları bu oyunun adına kökbörü “bozkurt” derler. Oyun böylelikle ortaya çıkar. Ama gittikçe kurtların azalmaya başlaması üzerine yiğitler kurt yerine tekeyi oyun aracı olarak kullanırlar. Daha olgunlaşmamış yiğitler ise teke yerine ulak “oğlak” ile oynarlar ve ulak çekerler. Bundan dolayı kökbörünün bir diğer adı da ulak çekmedir. Kökbörünün ikinci adlandırılması olan ulak çekme böylece ortaya çıkmıştır.
Kökbörü sözüyle ilgili olarak diğer bir görüş de şöyledir: Halk, bu oyunu oynayan kişilerin kahramanlığına, atikliğine ve yiğitliğine bakarak onlara kökbörüler demiş. Kökbörü ile Köktürk sözü arasında sıkı ilişki vardır. Bilindiği gibi kurt, Göktürklerin sembolü idi. Toteminin ve Türklerin de diğer adının kökbörüler olduğunu dikkate aldığımızda bu oyunun Türkler’e ait olduğunu söyleyebiliriz. Göktürkler bundan dolayı bahadır ve cesur erkekleri kökbörü olarak görürlerdi. Muhtemelen Göktürk devletinin dağılmasıyla onlara ait olan bu oyun, Asya’daki diğer boylara kökbörü adıyla kalmıştır. Kırgızlar’ın Manas destanında da kökbörü oyunundan söz edildiğine göre, bu oyunun geçmişinin çok eskilere dayandığını söyleyebiliriz. Ömürlerinin büyük bölümü savaşla geçen Türkler, bir bakıma atın üzerinde uyuyup atın üzerinde can vermişlerdir. Gece gündüz silahlarını yanlarından ayırmamışlar, atlarını ağılda hazır tutmuşlardır. Ata çok önem vermişler. At adamdın kanatı “At adamın kanadıdır.”, At sıylagan cöö baspayt “Ata değer veren yaya kalmaz” demişlerdir. At göçebe kültürün bir parçasıdır. Atın yoksa atlı düşman senin evini yağma eder, kaçan düşmanı yakalayamazsın. Bundan dolayı at, Türk için her şeyden önemlidir ve en yakın dosttur. Manas’ı Akkula’sız, Semetey’i Taybuurul’suz, Töştük’ü Çalkuyruk’suz, Kurmanbek’i Teltoru’suz hatırlamak mümkün değil. Sözgelişi Manas Akkula’dan, Kurmanbek de Teltoru’dan ayrıldığı zaman yenilgiye uğramıştır. Askere gönderme zamanı pek çok yerde askerlikle ilgili çeşitli oyunlar oynanır, yarışmalar yapılır ve eğlenilir.
Bu oyunlardan birisi de kökbörüdür. Çünkü bu oyun bir askerde olması gereken bütün özellikleri ihtiva eder. Şayet askerin kendisi iyi olup da atı ona uygun değilse, o zaman böyle askerler iyi çobandes (kökbörücü) olamaz. Sadece hem oyuncu hem de at birbirine uyuştuğu zaman ortaya iyi bir oğlakçı çıkar. Kökbörü oyununda savunma ve saldırmada oğlakçıların birliği ve birbirlerini anlayabilmeleri çok önemlidir. Kökbörü oyunu böyle özellikleri ile halkın, kötü niyetli düşmanlara karşı daima hazır olmalarını sağlamıştır. Kırgızistan, Rusya yönetiminde iken, başta kökbörü olmak üzere cambı atmay, kılıç çalmay, nayza salış, er eniş gibi halkın millî duygularını ayakta tutan oyunlar yasaklanmıştır. Halk, değer verdiği bu oyuna sık sık düğün ve törenlerinde de yer vermiştir. Bu gelenek hâlâ Çuy, Talas ve Oş bölgelerinde yaşatılmaktadır. Zaman içinde bu oyun, Sibirya’nın güneyi ve Asya kıtasının coğrafya anlamında tam merkezi yeri olan Altay-Sayan dağları bölgesinden bütün Orta Asya’ya Türkler’le birlikte yayılmıştır. Günümüzde bu oyunun, daha ilk adımlarını attığı Altay ülkesinin yanı sıra, çok sayıda deneyimli ve güçlü oyuncu takımlarının olduğu Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan vb. bölge ülkelerinde de, kendine özgü oyun kurallarıyla bir spor dalı olarak varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Altay’a 2003’te getirilen bu oyun, ülkenin Onguday ve Ulagan bölgelerinde kurulan iki takımla temsil edilmektedir. Ayrıca ülkede “Kök Börü” Federasyonu da kurulmuştur (http://www.topragizbiz.com/showthread.php/6790-gokboru-kokbori-kok-boru-turkler-in-milli-sporu Erişim: 15.08.2017).
Eserdeki “kökbörü” adlı oyunun tarihi, sosyolojik ve mitsel anlatısı bir bakıma gelecekte bir coğrafyanın yaşantısı hakkında görsel bir kaynak sunması açısından büyük önem arz etmektedir. Eser, sanatın plastik öğelerini yansıtmasının yanı sıra döneminin ve tasvir edilen coğrafyanın insanlarının kültürel ve sosyolojik özelliklerini yansıtmasından dolayı başarılıdır. Özellikle sanatçının toplumdan kopuk olmayan bir ideayla düşüncesini yansıtması ve bunu kendine has bir üslup ile anlatıya dökmesi bağlamında da kayda değer bir eser olma özelliğini taşımaktadır.
SONUÇ
Kökbörü ile Köktürk sözü arasında sıkı ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi kurt, Göktürklerin sembolüdür. Türklerin de diğer adının kökbörüler olduğunu dikkate aldığımızda bu oyunun Türklere ait olduğunu söyleyebiliriz. Göktürkler bundan dolayı bahadır ve cesur erkekleri kökbörü olarak görürlerdi. Muhtemelen Göktürk devletinin dağılmasıyla onlara ait olan bu oyun Asya’daki diğer boylara kökbörü adıyla kalmıştır (Kaya, 2005: 304). Hem tarihin hem de kültürlerin milli kimliğini oluşturan bu gibi geleneklerin veya mitlerin yaşatılması ve çeşitli anlatılara kompoze edilmesi gerekmektedir. Ressam Mehmet Başbuğ’un bu bağlamda kompoze ettiği “kökbörü” adlı eseri/çalışması hem görsellik detaylarıyla hem de özgün betimlemeleriyle geçmiş, şimdi ve gelecek arasında kültürel bir belge/kimlik niteliği taşımaktadır. Bu eksende, ortaya çıkan her yeni sanat ve anlayış, içinde yaşamak zorunda olduğumuz kültürü mükemmel şekilde somutlaştırabilmektedir. Eğer kültürü doğru kavramak ve algılamak istiyorsak, öncelikle daha önceki kültürlerden farklı olan sanat yapıtlarına ve sanatçılarına da bakmamız gerekmektedir. Aynı zamanda içinde bulunduğumuz coğrafyayı da olabildiğince doğru bir şekilde açıklamaya çalışmamız ve mitlerini tanımamız gerekmektedir. Çünkü sanat, kültür içinde yer aldığından kültür de sanata malzeme ve içerik tedarik ettiğinden ayrılmaz bir bileşen gibidirler. Sanatçıların eserlerini ortaya koyarken yaşadıkları heyecanı, mutluluğu ve ruh halini, sanat alıcısı olarak bizler de okuyarak, dinleyerek veya izleyerek duyumsarız. Bir anlamda bizler yaşadığımız toplumun kültürel boyutuna bu bağlamda katkıda bulunmuş oluruz. Dolayısıyla sanatın evrensel bir dil olarak algılanması ve bu doğrultuda değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü sanat en büyük desteğini, malzemesini ve içeriğini kültürden ve sanatçıdan almakta ve ondan beslenmektedir. Çağdaş Türk resim sanatının daha iyi bir şekilde kavranabilmesi ve gelecek kuşakların yerel-milli sanatları hakkında daha net çözümlemeler yapabilmeleri için bu gibi değerli sanatçılarımızın/sanatkârlarımızın ve eserlerinin etraflıca irdelenmesi gerekmektedir. Çünkü yerel sanatını kavrayıp iyi bir şekilde analiz edebilen bir sanat üreticisi evrensel sanatı daha iyi kavrayabilecektir.