Türkçe’yi sevmek vatanı sevmektir
A. Yağmur Tunalı 01 Ocak 1970
Eczacıbaşı Grubu çok güzel bir dil kampanyası başlattı. Son yılların en beğendiğim kültür hareketlerinden biri budur.
Dil dikkati uyandıramayış büyük eksiğimizdir. Birkaç nesildir kendi dilinin sevgisini edinemeyenlerin boşlukta kalacağını unuttuk. Anadilini sevmeyen ve iyi bilmeyenler düpedüz boşlukta kalırlar. Sağa sola savrulurlar. Ayakları üzerinde duramazlar. Bugün, en azından bir kısmımız için geçerli bir boşluk ve kimlik bunalımı dil üzerinden yaşanıyor.
Millî Eğitim Bakanlığımız dilimizi iyi öğretemiyor. Sevgisini hiç veremiyor. Dil dikkati çocukluktan başlar, ilkokulda tam yerleşir. Bizde birkaç nesil önce bu şuur vardı. İlk mektep çocuklarının temiz telaffuz ve kelime bilgisi edinmesine çok dikkat edilirdi. Eski metinlerde ve hatıralarda Türkçe vurgusu çok kuvvetlidir. Hocalar, büyükler hep dili geliştirmekten ve sağlam Türkçe edinmekten bahsederler. “Öncelikle Türkçe ve herşeyden önce Türkçe” demeleri millet ve medeniyet algısının kuvvetiyle ilgilidir. Eskilerin bunu tam manasıyle anladığı görülüyor. Bu sütunlarda Osmanlının son nesli ve Cumhuriyet’in ilk neslinin Türkçesinin mükemmelliğini birkaç defa yazdım.
Bugün o seviyenin çok uzağındayız. Üniversitelerimiz de öyle, bütünüyle hayatımız da. Bununla kalsa yine bir derece diyebiliriz. Dil karşısında tarafsız kalınamaz. Ya seversiniz, ya sevgisizlikle tersine yol alırsınız. Toplumu çözen bir psikolojiye doğru adım adım gidersiniz. Nitekim öyle oldu. En hafif ifadeyle dilin birlik hamurunu mayalamayı ihmal ettik.
Dile ilgisizlik, dilde boşluk devam edemez. Dilsiz kalınmaz. Bin yıllardır böyle ve bugün daha çok böyle. Bugün akıllara durgunluk verecek bir bilgi akışı var. Bu akış dil üzerindendir. Biz de bu akışın içindeyiz. Dünya küçük bir köy gibi. Bilgi üretenler, kullananlar ve derece derece yayanlar var. Bunlar içinde en dikkat çekeni yüksek katlı binalarda yerleşen şirketler ve kurumlardır. Frenklerden aldığımız bir kelimeyle plaza dediğimiz bu yapılarda sadece işler planlanmıyor, sadece para akışı üzerinden hayatlarımız konuşulmuyor, dil mühendisliği de kendi kendine işliyor.
Plaza Dili
Plazalarda yeni bir dil oluştu. Bu kendine mahsus bir argodur. Bizim Osmanlı kâtiplerinin, medrese mensuplarının diline benzer fakat onlardan daha etkili bir plaza argosu. Çünkü bu argoyu o yüksek katlara ve uzak yakın muhataplarının diline hapsolmuş görmüyoruz. Televizyon ve radyolarda, makalelerde, kitaplarda ve nihayet okullarda yaygınlaşıyor. Türkçeyi zehirleyici bir hal alıyor. Şirket ve avm kültürü bu plaza diliyle birleşerek hayatımıza yayılıyor. O kadar vahim bir gelişmedir.
Türkiye, şaşırtıcı işlerin yaşandığı bir memlekettir. Olanlara bakarak ümitsiz kalınamaz. Bir sürpriz oluş ve olgu her yerden ve her zaman yaşanır. Kapkaranlık bir havada birden güneşler açar. Böyle sırlı bir iklimi vardır. Bu konuda da öyle oluyor. Plaza diline karşı hareket ilgili kurum ve kuruluşlar susarken başka bir yerden geldi. Kültür dikkatiyle bildiğimiz Eczacıbaşı Grubu’nun batı sanatlarını temsil gayreti öndeydi. Yıllarca önemli kültür işlerine imza atmışlardı. Bu farkındalıkla devreye girmelerine aslında şaşılmaz. Doğrudan millî hayatın devamına dönük bir dil dikkatini bayraklaştıran hareketlerini şükranla ve hayranlıkla karşılamak borcumuzdur. İster doğu, ister batı kültürü olsun, dilsiz olamayacağını, bozulmanın ileri derecelere varmasının yaratacağı yozluğun hiçbir değeri yeşertmeyeceğini bilen bir akılla harekete geçtiler. Güzel bir başlangıçla şahane bir öncülük ettiler.
Eczacıbaşı Topluluğu, hızla yayılan plaza dilinin ilerlemesini durdurmak için bir kampanya başlattı. Buna seferberlik diyenler de oldu. Doğru bir tabirdir. 2016 yılından beri bu kampanya ara ara haberlere konu oluyor. Daha çok konuşulmalı. Bülent Eczacıbaşı’nın 2016 26 Kasımında Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği mülâkâtı bir kere daha zevkle okudum. İçim ışıdı. Yine aynı yıl, Marka Konferansı’nda Gülse Birsel’le çok güzel düşünülmüş bir sunuşlarını seyrettim. Enfesti. Mizahın diliyle ciddi konular daha derinden hissediliyor. İmkân olsa herkese seyrettirsek dediğim şahane bir çalışmaydı. Youtube’ta var.
Eczacıbaşı’nın kampanyasının esası şu: Yeni oluşan, ne Türkçe, ne İngilizce sayılacak bu dilin adını “uydurukça” koymuşlar. Çalışanları arasında bu dile karşı bir seferberlik başlatmışlar. “Burada keskin yasaklar hissedilmesin. Eğlenerek , eğlendirerek vazgeçirelim. Günün her saatinde, iş sırasında, yemek sırasında bu dikkati gösterelim ve hepimiz birbirimizi denetleyelim…” demişler.
Çok yönlü düşünülmüş bir proje bu. Yürütücüsü de Okşan Atilla Sanön. “Hedefimiz asla öz Türkçe polisliği yapmak değil, çalışanlarımızda farkındalık yaratarak uyduruk bir lisan oluşmasının ve kullanımının önüne geçmek.” diyor. Bu çerçevede önce en sık kullanılan 20 ‘uydurukça’ kelime ve kelime grubu belirlenmiş. Sonra Eczacıbaşı şirketlerine ait toplantı odalarına birer ‘bağış kutusu’ yerleştirilmiş. Toplantılarda kim, ‘uydurukça’ bir şey söylerse kutuya gönüllülük esasına göre 5 lira atıyormuş. Toplanan paralarla da okullara, özellikle Yatılı Bölge Okulları’na kitap ve malzeme temin etmeye karar vermişler. “Uydurukça-Türkçe” sözlüğe, Eczacıbaşı çalışanlarının katkılarıyla her geçen gün yeni kavramlar ekleniyormuş. Ayrıca toplantılarla başlayan kampanyanın e-posta mesajlarına, hatta plaza sohbetlerine kadar yaygınlaştırılması planlanıyormuş. Böyle bir çerçeve çizilmiş.
Biraz Türkçe, biraz İngilizce=Uydurukça
Eczacıbaşı’nda sık kullanılan “uydurukça” kelime ve kelime grupları da doğru karşılıklarıyla verilmiş. Başlangıç kelimelerini vermek isterim: Confirme etmek – teyit etmek. Third party – iş ortakları. Assing etmek – görevlendirmek. Soft copy – elektronik kopya. Focuslanma – odaklanma. Wording – yazım/ifade. Layout – yerleşim. Hard copy – çıktı. Check etmek – kontrol etmek. Yapılabilite – yapılma ihtimali, yapılabilirlik. Taşere etmek – taşeronla çalışmak. Kontekst – bağlam. Kontent – içerik. Deadline -bitiş tarihi.
Bunlardan daha onlarca hatta yüzlerce var. İş, bu gibi kelimelerle bitmiyor. Öyle cümleler kuruluyor ki anlayan beri gelsin! Tam bir plaza argosu. Mesela, şöyle cümleler çok yaygın: “Hard copy’leri set etme işini taşere ettikten sonra yazımın wording’ini düzeltmeye focuslanıyor olacağım.” Büyük şehirlerde beyaz yakalıların çalıştığı plazalarda bir gün geçirirseniz bunun gibi yüzlerce cümle duyabilirsiniz. Gülse Birsel- Bülent Eczacıbaşı videosunda da örnekler var. Yalnızca “plaza insanlarının” anladığı bir dil bu! Bazen İngilizce zaman kalıplarıyla düşünülüp Türkçe söylenmiş sözler kulağa çarpar: Yapıyor olacağım! Yapacağım demek plaza insanını kesmez, “yapıyor olacağım” der. Odaklanmak yerine fokuslanmak, taramak yerine scan etmek, yönetmek yerine manage etmek, nakit yerine cash, teklif etmek veya sergilemek yerine propose etmek. Girdi demezler, giriş yaptı derler. Ve daha neler, neler.
Bülent Eczacıbaşı bir başka ve esaslı probleme de dikkat çekiyor. Yeterince terim türetmediğimizi ve bu yüzden yabancı dillere açık bir alan yarattığımızı söylüyor. Türkçe’nin terim türetmeye çok uygun bir dil olduğunu vurguluyor ve ekliyor: “Bir dilin dünyadaki yaygınlığı, söz varlığının zenginliği, yapısal özellikleri, ifade gücü, tarihi, işlenmiş bir dil olup olmadığı, kaç kişi tarafından kullanılmakta olduğu, o dilde edebi ve bilimsel eserlerin verilmiş olup olmadığı gibi ölçütlere bakmak lazım…
Bakınca fark ediyorsunuz ki, bütün bu ölçütlere göre Türkçe, dünyanın en önemli dillerinden biri. İngilizce, Türkçe’den sekiz asır sonra yazı dili olabilmiş.
Yani bu şu anlama geliyor: Türkçe, çok uzun bir tarih süreci içinde kültürler arası bir taşıyıcı aslında.”
Eczacıbaşı’nın dili iyi anladığını gösteren ve kampanyanın anafikrini veren cümleleri de şöyle: “Her dil, başka dillerden sözcükler alır. Dillerin doğal gelişme sürecinin bir parçasıdır bu. Önemli olan, bunu aşırıya götürüp, ortaya kimsenin anlamadığı bir dil çıkarmamak.”
Ümit ve heyecan verici bir kampanya
Doğrusu bu projeyi bazı katılmadığım kelime seçimlerine ve telaffuz farklarına rağmen çok beğendim. İki yıldır yazacağım. Şimdiki gidişe göre bundan daha faydalı bir dil hareketini düşünemezdim. Hatırlayın, 2017 yılını Türkçe Yılı ilan ettik. Cumhurbaşkanlığı himayesinde girişilen bir işti. Yaratıcılığı yoktu, cansız bir kampanyaydı. Bütün bir yıla yayılan faaliyetler arasında böyle doğrudan yaşayan dile dönük bir plan-proje çıkmadı. Dostlar alışverişte görsün kabilinden toplantılar, konferanslar, sempozyumlar yapıldı. Akademisyenlerin ağırlıkla ilmî çalışmalarını anlattıkları toplantılardı. Âcil, pratik ve kesintisiz ihtiyacımız bunlar değildi. O ilmî çalışmalar şüphesiz önemliydi. Ancak, konuşulan dil ve yazılan dil üzerinde doğrudan etkisi olacak böyle faaliyetlere ihtiyacımız var.
Eczacıbaşı’nın başlattığı bu seferberliğin verimli neticeleri oldu. Dil probleminin farkına varanlar ve düşünenler çoğaldı. Türkçe’nin büyük bir dil olduğu gündeme bir de böyle getirildi. Başka kurum ve kuruluşlara örneklik edecek bir projeydi. Türk Dil Kurumu, üniversiteler ve Millî Eğitim Bakanlığı da bu projeden faydalanmalıydı. Görevi dili korumak olan bu kurum ve kuruluşlar Eczacıbaşı’nın gönül yanıklığını hissetselerdi, bu son üç yılda bile pek güzel mesafe alırdık.
Eczacıbaşı kampanyası öncü ve örnek
Bana kalırsa Millî Eğitim Bakanlığı bu projeden ilhamla ilkokul, ortaokul ve lise seviyesinde eğlenceli programlar düşünebilir. Eczacıbaşı’nın profesyonelleriyle konuşulabilir. Onların doğrudan bu projeleri üstlenmesi de istenebilir. Zevkle üstleneceklerini ve Millî Eğitim görevlileriyle bazı faaliyetleri yurt çapında yürütebileceklerini hayal etmek bile gönül okşuyor. Bülent Eczacıbaşı-Gülse Birsel sunuşu belli merkezlerde faaliyetler içinde tekrarlanabilir. Toplumun tanıdığı, çocuklara ve halka hoş gelecek isimlerle kampanya desteklenir. Konu plaza dilinden öteye geçerek Türkçe’nin sevilip sahiplenilmesine dönüştürülür.
Okullardan halka yayılması da bir türlü sağlanır. Deni Key (Danny Kay)’in klasik batı müziğini sevdirmek için şeflik ettiği konser kaydını hatırlayın! O tek kayıt bile ne kadar etkili olmuştu. Bülent Eczacıbaşı-Gülse Birsel sunuşu daha zenginleştirilerek, başka isimler ve unsurlar katılarak o hale getirilebilir.
Artık, çağın araçlarıyla dilimizin sevgisini uyandırabileceğimizi de biliyoruz. Yeni yetişenler için de bu olmazsa olmaz yoldur. Sadece akla hitab eden çalışmalar yetmiyor. Aynı anda hem zihne, hem göze, hem hem psikolojik çekime önem vermek gerekiyor. Eğlendirerek dikkat çekmek ve eğlendirerek düşündürmek genetik öğrenme ve yaşama anlayışımıza da uyar. Ortaoyunu, meddah, oyunlar, semai kahveleri, binbir çeşit fıkra hayatımızı bir türlü mayalıyordu. Biz öyle bir hayat yaşıyorduk. Onu unutmadan faaliyet düzenlemek doğru bir yoldur. Eczacıbaşı’nın kampanyasında da hem modern araçlar, hem de bu genetiğe uygunluk vardır.
Vâr olsunlar!