Tehdit
Mahir KAYNAK 20 Mart 2007
DTP Diyarbakır İl Başkanı Türkiye’nin Kerkük’e yapacağı bir saldırıyı Diyarbakır’a yapılmış sayacaklarını ilan etti. Bu, Türkiye açısından, Diyarbakır’la Kerkük’ün benzer statüde olduğu anlamını da içeriyordu. Bu sözlerin tepkiyle karşılanması yerine bu noktaya nasıl geldiğimizi tartışmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.
Türkiye, başlangıçtan beri, Kürt sorununun tartışılmasına izin vermedi. Birkaç cümleye sıkıştırılmış, slogan düzeyindeki sözlerin dışına çıkılmasını teröre destek olarak algıladı. Uygulanan politikaların bu sonucu doğuracağı belliydi ama bildiğinden, daha doğrusu bilmediğinden şaşmadı.
PKK hareketini ülke içi bir sorun değil, ülkeye karşı bir hareket olarak algıladı. Türkiye sınırları içinde ayrı bir Kürt devleti kurulabileceğini düşündü. Oysa ayrılıkçı bir hareket bir etnik grubun tüm sınıf ve katmanlarının katılımıyla ve dışardan desteklenmesiyle mümkün olabilirdi ama bu iki şart da oluşmamıştı. Bölgede gerçek gücü temsil eden aşiretler bu harekete karşıydı ve asıl çelişki aşiretlerle PKK arasındaydı. Zaten böyle olmasaydı aşiretlere, bu hareketle mücadele için rol verilmez ve bir korucu ordusunun kurulması gerçekleşemezdi.
Dış destek tek bir kaynaktan beslenmiyordu. ABD ve Avrupa ülkeleri hareketi kontrol etmeye çalışıyorlardı ve birbirileriyle rekabet içindeydiler. Dikkatli bir göz, terörle mücadele adına yapılan eylemlerin bir kısmının bu rekabetin bir parçası olduğunu görebilirdi. Ama biz her şeyin terörle mücadele adına yapıldığı sandık.
ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra, şartlar hızla ABD lehine gelişti. Kuzey Irak’ta aşiret temeline dayalı bir yönetim oluştu ve bu güç PKK’yı kontrol altına aldı. Artık sınıf çatışması sona ermiş ve etnik temelde bir birliktelik sağlanmıştı. Ancak Kürt hareketini yöneten akıl PKK’yı bir marka olarak sürdürmeye devam etti. Böylece olumsuz her davranışın faturası bu örgüte çıkarılıyor ve asıl hareket bu örtünün arkasına gizlenebiliyordu. Mesela DTP’nin aşiret yapısının mı yoksa PKK’nın mı kontrolünde olduğu bilinmiyordu. Meşru bir siyasi partiydi ve bölgedeki etkinliği tartışılmazdı ama olumsuz bir hareketle karşılaşınca bunu PKK’ya atfediyorduk. Bazıları ise onun tamamen PKK kontrolünde olduğunu düşünüyordu. Eğer bölgeye siyasi açıdan egemen olan bu parti hasım saydığımız bir gücün kontrolüne geçtiyse aşiret yapısı içinde oluşturulan korucular da bunların silahlı bir örgütü haline dönüşmemiş miydi?
Ülkeyi yönetenlerin sözlerinden bir şey anlamak mümkün değildi. Bazıları Kuzey Irak’taki yönetimin PKK ağzıyla konuştuğunu söylerken, bir başkası PKK militanlarının paralı askerlere dönüştüğünden söz ediyordu. Resmi ağızlar PKK’nın elinde Amerikan menşeli silahlar bulunduğunu söylüyor, bir ABD yetkilisi Irak’a verilen 360 bin silahın kaybolduğunu ifade ediyordu. At izi it izine karışmıştı ve birbirine zıt sözler havada uçuşuyordu.
Ortada bir sorun vardı ama bunun ne olduğunu kimse bilmiyordu. Yetkililerin sözleri aydınlatıcı değil, her şeyi daha muğlâk hale getirecek biçimdeydi. Teşhis koyamadığımız bir hastalığa çare arayan doktor durumuna düşmüştük. Bilinmeyenin verdiği korkuyu yaşıyorduk. Genelkurmay Başkanı Sn. Büyükanıt ülkemizin kuruluşundan beri en büyük tehditle karşılaştığını söylüyor ama bunun ne olduğunu kimse bilmiyordu.
Şüphesiz devletin bildiklerini bilmem söz konusu değildir ama dünya şartlarına bakarak bir değerlendirme yapabilirim. Ülkemizin büyük bir risk altında olduğu kanısında değilim. Dünya yeniden şekillenmekte ve her ülke için yeni bir gelecek belirlenmektedir. Benzer risk ve belirsizlikler, başta ABD olmak üzere, her ülke için geçerlidir ve en kötü durumda olanın biz olmadığımızı düşünüyorum. Hatta doğru bir stratejiyle daha iyi bir konuma gelmemizin mümkün olduğunu söyleyebilirim. Bölgedeki durumun, bizden daha çok, bilmedikleri sulara yelken açan Kürtleri kaygılandırması gerekir. Onlara karşı, sert tavırlar sergilemek yerine, yakında duyacağımız imdat çağrılarına nasıl cevap vereceğimizi düşünsek daha iyi olur.