Can Yoldaşları ve Hafıza Tazeleme İhtiyacı
Nuri Gürgür 01 Ocak 1970
Türkiye’de 60 yıldır karanlıkta kalan ve kayıtlara “ faili meçhul cinayet” olarak geçen öldürülme olaylarında hayatlarını kaybedenlerden bazılarının yakınları “can yoldaşları” adıyla bir platform oluşturdular. Bu olaylara ilişkin açıklamalar yapıyorlar, görüşlerini ve kanaatlerini belirtiyorlar. Basının hemen hemen tamamında sözlerine geniş yer veriliyor. Ekranlara çıkarılıyorlar, özenle hazırlanan programlarda yer alıyorlar. Bu arada siyasi parti merkezlerine, TBMM’ne, üst düzey ziyaretler yaptılar.
Gerek “can yoldaşları” grubu, gerekse medyada onlara yoğun şekilde destek veren çevreler bu cinayetlerin devletin içinde yer alan bir merkez tarafından organize edildiğini, tetikçilerin devlet tarafından korunduğunu, bu nedenle olayların şimdiye kadar aydınlanmadığını öne sürüyorlar.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli grubun görüşme talebini kabul etmedi. Gerekçesinde son derece önemli iki hususa dikkat çekti. Grup tek yanlı oluşturulmuş, milliyetçi kesimden katledilen aydınlar, siyasetçiler ve gazeteciler yok sayılmış; bunun yanı sıra cinayetlerin sorumlusu olarak genellikle ülkücüler, milliyetçiler işaret edilmiştir.
Sayın Bahçeli’nin belirttiği bu tablo aslında yeni değildir. Ülkemizde terörle birlikte belirli bir kesimde yaşanan ideolojik bağnazlık ve düşünce çarpıklığından kaynaklanan yanlış bir hüküm her dönemde geçerli olmuştur. Bunların nazarında Türk Milliyetçiliği bütün kötülüklerin, düşmanlıkların, kamplaşmaların kaynağıdır; çatışma sebebidir. Dolayısıyla milliyetçiler düşünceleri nedeniyle olayların asli sorumlusudurlar. Bu çarpık bakışın tipik bir örneği 1978 yılında hükümet değişikliği sırasında yaşanmıştı. Siyasî tarihimizde benzeri görülmeyen yüz kızartıcı bir düzenlemeyle, Güneş Motel’de gece yarıları yapılan pazarlıklar sonucu, on bir milletvekiline bakanlık rüşveti verilerek; Ecevit’in başbakanlığında CHP Hükümeti kurulmuştu. İçişleri Bakanı Em. Hv. Org. İrfan Özaydınlı’ydı. Yeni Bakan görevine başlarken Emniyet Genel Müdürü Vecdi Gönül’den sağ ve sol örgütler hakkındaki dosyaları ister. Genel Müdürün sol örgütlere ilişkin klasörler dolusu belge getirmesine karşılık, milliyetçilerle ilgili olanları sayısının az olması Özaydınlı’yı sinirlendirir; nedenini sorar. Genel Müdür bu durumun ellerindeki bulgulardan kaynaklandığını, bunun objektif bir sonuç olduğunu, solun çok daha geniş bir faaliyet ve örgütlenme içerisinde bulunması nedeniyle bu tablonun oluştuğunu anlatır.
Bakan söylenenlere inanmadığını kesin bir dille ifade ederek kanaatini açıklar: “solcu eylemler sağcıların, milliyetçilerin kışkırtmalarına tepki olarak çıkmaktadır. Milliyetçilerin eylemleri bertaraf edilirse solunkiler kendiliğinden ortadan kalkar; ayrı ve özel bir girişim yapılmasına bile ihtiyaç kalmaz”.
Sol çevrelerin Marksist diyalektiği, sosyal olaylara uygulamaya çalışmaları sonucunda oluşan bu tarz hükümlere dün olduğu gibi bugün de pek sık rastlıyoruz. Bunların nazarında milliyetçilik karşıtı fikir ve ideoloji sahipleri her zaman mağdur, mazlum; milliyetçiler ise her olayın sorumlusu, her suçun failidir.
Bu bakış tarzı nedeniyle meşru ve makbul saymadıkları görüşün taraftarlarına karşı adil davranmak, objektif olmaya çalışmak gibi insani ve ahlaki yükümlülüklerinin bulunduğunu akıllarına getirmezler. Özellikle basın ahlakı açısından bu ilkelere uymak zorunda olduklarını düşünmek bile istemezler.
Ayrıca bu kesimdekilerinin pek çoğunun zihinlerinde eskiye dayalı bir öfke ve bitmeyen bir hesaplaşma arzusu yer alır. 70’li yıllarda, gençlik dönemlerinde çeşitli sol fraksiyonlar, illegal örgütler, silahlı çeteler içerisinde “devrimcilik” adına kutsadıkları kanlı eylemlerle ulaşamadıkları sonuca, günümüzde sahip oldukları imkânları, ekranları ve gazete sütunlarını kullanarak ulaşmak istiyorlar. Başka bir ifadeyle hasım saydıkları düşünceleri silah kullanarak ezmeye çalışmak yerine, gazete ve televizyonları kullanarak bastırmak, toplum içerisinde marjinalleştirip sindirmek istiyorlar. Türkiye’de basın hiçbir dönemde olmadığı kadar ideolojik bir “dezenformasyon” aracı olarak kullanılmaktadır. Tek yanlı ve taraflı bir habercilik ve yorumculuk şeklinde yürütülen bu psikolojik harekâtın başlıca hedeflerinden birisi de, genç nesillerin yakın tarihimizi ancak kendi belirledikleri çerçevede öğrenmelerini sağlayacak bir ortam hazırlamak, kamuoyu oluşturmak, kitle tabanı kazanmaktır.
Bu faaliyetlerin yanı sıra başka bir problemi daha vurgulamakta yarar var. Milletimizin kollektif planda acı hatıraları zihninden tasfiye ederek rahatlamak gibi bir özelliği var. Kitle hâlinde geçmişte yaşanan acıları yüreğimizde barındırmak yerine olanları unutarak huzur aramaya çalışmak işimize daha çok geliyor. 18. Yüzyıl’ın sonlarında Kırım’ın Ruslar tarafından işgalinden başlayarak, 93 harbinde ve Balkan faciasında doruğa ulaşan kitlesel felaketler yaşadık. Çevre coğrafyalarda beş milyona yakın soydaşımız katliamlar sonucu hayatını kaybetti. Bunun yanı sıra bir o kadar insan, canlarını kurtarmak için her şeylerini bırakıp dalgalar hâlinde Anadolu’ya akıp geldi. Bir buçuk asır süren bu travmatik sürecin izlerinin en fazla bir iki nesil kapsamında önemli ölçüde silinip gitmesi psikolojik bir “savunma mekanizması” şeklinde değerlendirilebilir.
Milliyetçi camiada yakın geçmişe ilişkin konularda belirgin şekilde gözlemlenen ilgisizliğe ve tepkisizliğe bakarak benzer psikolojinin bu muhitlerde de egemen olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle daha sınırlı bir zamana münhasır olmakla beraber, Türk Milliyetçileri’nin çoğunda, bilinçli olmasa bile, “hafıza tasfiyesi” diye tanımlanacak bir tavır göze çarpıyor.
1970-80 arasındaki kanlı terör döneminde on yıl süresince milliyetçi-ülkücü kesim çok çetin günler yaşadı. Bu fikre mensubiyet peşinen kurşunlara hedef olma anlamına geliyordu. Özellikle gençler ve MHP yöneticileri için bu yıllar bir kâbus gibi geçti. En yakın arkadaşlarının, dostlarının, tabutlarını omuzladılar; elleriyle kabirlerine yerleştirdiler. Üniversite kapılarından silah tehdidiyle kovuldular. Çoğunun cebinde bir öğünlük yemek parası bile yoktu; bulduklarını paylaşarak, birbirlerine sarılarak, yürekleri ülke ve millet adına ıstıraplarla dopdolu yaşamaya çalıştılar. Sayısı çok az birkaç roman ve hikâye denemesini bir kenara bırakırsak, bu zor yılların onurlu ve acılı hikâyelerini günümüzde ne ekranlarda, sinemalarda seyredebiliyoruz, ne de kitap sayfalarında okuyoruz.
Oysa bu on yıl sadece milliyetçiler-ülkücüler için değil, ülkemiz için de son derece önemlidir. Bir gün bu konulara ideolojik gözlükle değil, objektif bir araştırmacı ve bilim adamı sıfatıyla eğilen tarihçiler, sosyologlar ve siyaset bilimcileri çıkarsa önlerinde çok zengin malzemeler bulacaklardır.
Solcu ve liberal çevrelerin eşlerini, babalarını, yakınlarını kaybeden bir grup insanı “can yoldaşları” adıyla gündeme getirmeleri, propaganda amacıyla yapılan, samimiyetten uzak sığ ve basit bir manevradır. Girişimlerinde ihlâs olmayınca toplumun tamamına hitap edemiyorlar; inandırıcı olamıyorlar. Milliyetçilerin acılarını görmezlikten geldiklerinden oluşturmaya çalıştıkları tablo eksik kalıyor.
Solcu ve liberal çevrelerde sık rastlanan bu zaaflar bir tarafa, “can yoldaşları” girişimi Türk Milliyetçileri için bir hafıza tazelemesinin ne derece zaruri olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Çünkü Arif Nihat Asya’nın dediği gibi:
“Yoksa bu sayfada Oğuz
Yoksa bu sayfada Yavuz
Biz de yokuz biz de yokuz”
1966’da Ruhi Kılıçkıran’dan başlayan, 70’li yılların ortalarından itibaren 1980’e kadar sayıları üç bini geçen muhtelif yaşlarda bir “şehitler kervanı”, hayatlarının baharında toprakla kucaklaşan “Şüheda bir nesil” söz konusu. Onlar ölümü derin bir tevekkülle, insanı ürperten müthiş bir teslimiyetle karşılamışlardı.
Mesela Şişli MHP İlçe Başkanı Yusuf Bahri Genç… Bir kalem erbabı bu yiğit insanın destansı hikâyesini keşke yazsa; inançlı, ülkücü bir karakter olarak genç nesillere sunulup tanıtılsa…
Yusuf Bahri 14 Ağustos 1978’de dükkânına ziyaretine gelen milletvekillerine şöyle diyordu: “Şişli’de sokaklar solcu anarşistler tarafından tutulmuş durumda; etrafa dehşet saçıyorlar. Benim dükkânımı da defalarca bombaladılar. Şimdi haber aldım ve gene saldıracaklarmış ve beni öldüreceklermiş”.
Milletvekilleri İstanbul valiliğine başvururlar, tedbir alınmasını isterler. Gerekenin yapılacağı vaadiyle uğurlanırlar. Ancak bir önlem alınmaz. 17 Ağustos’ta teröristler aynı mıntıkada üç-beş yeri daha bombalarlar. O sırada Yusuf Bahri Genç dükkânında değildir. Çırağının üzerine gaz yağı döküp ateşe verirler ve “ustanı da öldüreceğiz elimizden kurtulamaz” derler.
Birkaç gün sonra gazetelerde bir isim ve bir resim yer alır. Haberde şöyle denilmektedir: “Dükkânı 18 (on sekiz) defa saldırıya uğrayan milliyetçi genç vitrinine duvar ördürdü ve duvara utanç duvarı ismini koydu.”
Ne var ki duvarlar bile komünistlerin kurşunlarını önleyemez. Yusuf Bahri Genç önüne duvar ördüğü işyerinde sekiz yerinden kurşunlanarak 14 Mayıs 1979’da şehit edildi.
MHP Bakırköy İlçe Başkanı Mehmet Başak 20 Kasım 1979’da vuruldu. Bu tarihten kısa bir süre önce Genel Başkan Türkeş’e telefonda şöyle demişti: “ Ben bu ilçenin üç yıl içindeki altıncı başkanıyım. Benden evvelkiler hep vuruldular. Ben de bekleyeyim mi” ?
İstanbul İl Başkanı Recep Haşatlı; imanlı, vatansever, yüreği insan sevgisiyle dolu herkese yardımcı olmaya çalışan, çevresinde çok sevilen bir iş adamıydı. Gencecik oğluyla birlikte aracının içinde şehit edildi. Aynı günlerde Beyoğlu İlçe Başkanı Hüsnü Tepe’nin çalıştığı postaneyi basan kızıl teröristler “burada faşist var öldürmeye geldik” diye bağırıp kurşunlarını sıktılar.
Bu olaydan birkaç gün sonra Bingöl’ün Milliyetçi Belediye Başkanı Hikmet Tekin’e üst üste iki saldırı yapıldı. Başkan ilkinden yaralı olarak kurtuldu ancak teröristler öldürmekte kararlıydılar. Arabasını pusu kurdular; annesi ve kardeşiyle birlikte şehit ettiler.
3 Aralık 1979’da kurşunların hedefinde, İzmir’de mütevazi imkânlarıyla bir dergi çıkaran, milliyetçi camianın emektar isimlerinden Kemal Fedai Coşkuner vardı. Kısa bir süre önce son yazısında şöyle diyordu: “Belki de bu size son çağrımız olacaktır. Durumun ne olacağı bilinmez. Yarına sağ çıksak bile sizlere bir daha seslenme imkânı bulacak mıyız, bulduracaklar mı?”
Aynı tarihte Ankara İl Başkanı ve Kars senatör adayı Av. Hüseyin Cahit Aküzüm bürosunda, ilçe başkanı mühendis Şahin Bingöl evinin yanında, Çankaya İlçe Başkanı Hamza Uzgören sokak ortasında vuruldular. Oluk gibi kan akıyordu. Gazetelerde her gün ortalama yirmi kişinin ölüm haberi yayınlanıyordu. 27.12.1979’da çevresinde çok sevilen, parlak bir gelecek vaat eden, genç bir bürokrat Ercüment Yahnici pusu kurularak çapraz ateşe tutularak, hunharca katledildi.
O günlerde milliyetçi bir yayın organı olan Hergün gazetesinin başyazarı Taha Akyol şunları yazmaktadır: “Bir nizami harp” karşısında olmadığımıza göre, Türk Devleti’nin terör olaylarını önleyecek hazırlığı yok mu? Yoksa terör sıkıyönetimin bile baş edemeyeceği kadar güçlü mü? Ey fazla konuşmayı, cübbelerle direnmeyi sevenler! Meslektaşımız öldürüldü, neredesiniz? Ey insanlıktan bahsedenler, ülkemizde katliam var neredesiniz? Ey devlet var mısın yok musun? Nerede inandığımız gücün hareketi?
Terör ülkeyi kasıp kavurmakta, acılar katlanarak artmaktadır. 4 Nisan 1980’de gazeteci İsmail Gerçeksöz vuruldu. Sevgi Kafalı Gerçöksöz’ü şöyle anlatmaktadır: “O sessiz bir kahramandı. Güçlü şairliğinin, ince bir sanatkâr ruhunun, Türk Milliyetçiliği ruhunun verdiği olgunlukla Türk Milleti’nin içine düştüğü bu terör ortamından ıstırap duyuyordu”.
Şahadet Gerçeksöz’ün sanki içine doğmuştu. Türk Edebiyatı dergisinin mart sayısında “sona doğru” isimli şiirinde şöyle diyordu:
“Hani bir şarkı takılır ya insanın dudaklarına
Eski, yarı unutulmuş kırık dökük
Birkaç mısra dil ucunda döner durur da
Nice baharlar alıp gitmiştir en güzel düşlerine”
27 Mayıs 1980’de Türk siyasetinin yüz akı, kısa bakanlık döneminde sergilediği icraatla ahlak, fazilet ve dürüstlük timsali olarak anılmayı hakeden Gümrük ve Tekel eski Bakanı Gün Sazak aracından inerken evinin önünde katledildi. Şehitler kervanının sessiz, mütevekkil, imanlı ve vakur yürüyüşü çoğalarak sürmekteydi. 25 Ağustos 1980’de evli iki çocuk babası Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok eşi ve kızıyla birlikte bu kervana katıldılar.
Üç binden fazla şehidin her birinin ve onların eşlerinin çocuklarının, ana-babalarının her birinin yürek yakan ayrı bir hikâyesi vardır. Aradan 20–30 yıl geçtikten sonra geride bıraktıklarının kapısını kim çalar, mezarlarının yakınlarından başka ziyaretçisi var mıdır? Birkaç ay önce Necip Altınok’un kızı evlendi. Gözlerinde bir yaşındayken evlerinin önünde kurşunlanan ve simasını tahayyül bile edemediği babasının otuz yıldır yüreğindeki saklı tuttuğu özlemi vardı.
“Can yoldaşları” jargonunun anlamlı ve inandırıcı olabilmesi için ülkücü-milliyetçi şehitler silsilesi içerisinden en azından bir kaçına olsun yer vermeyi düşünmeleri gerekirdi. Bu girişimi düzenleyenler eksikliğin ne anlama geldiğini, samimiyetlerini kuşkulu kılan bir ayrımcılık yaptıklarını acaba fark edecekler mi?
Onlar her zaman yaptıkları ve alışa geldikleri şekilde tek ayak üzerinde yürümeye çalışadursunlar; biz kendimize bakalım. Hafızamızı tazeleyip canlandıralım. Genç nesilleri yakın geçmişin hatıralarıyla bilgilendirip hem beyinlerini hem de yüreklerini beslemeye bakalım. Üç binden fazla insanın uğruna canlarını verdikleri bir fikrin, ülkünün her dem taze kalması, yarınlara umutla, heyecanla yelken açabilmesi için bu damarın sağlıklı şekilde çalışması gerekiyor. Bunu yapmak kuşkusuz nefisleri tatmine çalışmaktan başka manası bulunmayan kısır çekişmelerden, hastalık halinde camiaya musallat olan dedikodu ve tezvirattan çok daha hayırlıdır. Galip Erdem’in dediği gibi “… Türkü sevenleri hor görenler, türkü öğrenmek isteyenleri suçlayanlar bile çıkıyor. Türkü sevmek ve öğrenmeye çalışmak hele gençler için, başlı başına bir yiğitliktir.