Bir Ebulfez Elçibey Vardı!
Özcan YENİÇERİ 01 Ocak 1970
Kuzeyi Rus-Sovyet, güneyi ise Fars-İran devletinin işgaline uğramış Azerbaycan adlı bir Türk yurdu vardır. Bu ülkenin büyük evlatları halkını ve topraklarını bütün ve bağımsız kılmak uğruna kara tarihe ve kötü talihe karşı büyük bir mücadele vermek zorunda kalmışlardır. Mehmet Emin Resulzade, Ali Bey Hüseyinzade, Settar Han, Hıyabani, Seyit Cafer Pişeveri bunlardan bir kaçıdır. Ebulfez Elçibey ise kuruluş ve kurtuluş döneminde Azerbaycan Türklerinin önüne çıkardığı olağan üstü özellikleri olan eskilerin “feylezof kral” dedikleri türden bir liderdi. Yalnız Azerbaycan’ın değil bütün Türk Dünyası’nın üzerine Kafkaslardan parlak bir yıldız gibi doğmuştu. Milletler hapishanesi de denilen SSCB’den, inim inim inleyen halkının özgürlüğünü koparıp almak için meşaleyi ilk yakanlardan birisi, belki de ilkiydi. Çökmekte olan Sovyet zulüm imparatorluğuna karşı inadına milletine özgürlük talep etmenin bedelini her anlamda ödemeyi göze almış ve ödemek zorunda kalmıştı. Bunu yaparken de inancından ve ideallerinden başka hiç bir silahı yoktu. Bu yüzden olacak Elçibey, mücadelesini güç üzerine değil inanç, ilim, ahlak ve idealizm üzerine oturtmuştur. Unutulmamalıdır ki bütün dünyada milletinin azatlığı uğruna etini, kemiğini mengenelerin arasına, zifiri karanlık zindanlara atmaya razı olan nadir insanlar vardır. Elçibey bu dünyada sayısı çok az bulunan nadir insanlardandır. O, düşünce ve mücadelesinin farkında olan her insanı sarsacak kadar etkiliydi.
Zor Zamanda Direnmek
Elçibey, 1970'li yıllarda, eski SSCB topraklarına dâhil olan Azerbaycan'ın bağımsızlığı için mücadeleye başlamıştı. 1976 yılında Sovyetler'e karşı propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanmış ve 1978 yılına kadar kızılların zindanlarında kalmıştı. 1980'lerin sonuna gelindiğinde Sovyetler dağılma işaretleri vermeye başladı. Elçibey de bu fırsattan yararlanarak milliyetler siyasetinde Leninist ilkelerin bozulduğunu, Rusçanın emperyalist bir siyaset aracı haline geldiği görüşünü ileri sürdü. Bu sırada Azerbaycan Halk Cephesi 1989'da ilk 'yarı legal' konferansını yaptığında 'Azat Azerbaycan' mücadelesinin başını Elçibey çekti. Üç hedef belirledi: Azerbaycan'ın bağımsızlığı, Karabağ'ın Ermenilerden temizlenmesi, İran'daki Güney Azerbaycan'daki 25 milyon Azeri'nin Azerbaycan'la birleşmesi.
Azerbaycan, SSCB'nin 1990'da dağılmasının ardından 18 Ekim 1991 yılında bağımsızlığını resmen ilan etti. Ayaz Muttalibov'un kısa süren cumhurbaşkanlığının ardından, Ebulfez Elçibey 7 Haziran 1992'de bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı olmuştur. Ancak o yaşadığı kısa ömrü içinde yalnız Azerbaycan’ın Cumhurbaşkanı değil aynı zamanda Türk Dünyası’nın da ruhu olmuştur. Siyasette bile inançlarından, iddia ve ideallerinden asla geri adım atmamıştır. Sürekli bir biçimde olması gerekenleri hiçbir şeyden korkmadan yüksek bir sesle söylemi ve eylemini birleştirerek ortaya koymuştur. İnandıklarını halkına ve Türk milletini anlatmaya çalışmıştır.
Siyaset ve Elçibey
Elçibey’in siyasete zorunluluktan girdiği söylenebilir. O, siyaseti milletinin bağımsızlığını sağlamak ve hukukunu savunmak amacıyla başka çaresi kalmadığı için tercih etmiştir. Aslında o, gerçek anlamda bir âlimdi. Siyaset ise onun ruhuna aykırı bir olguydu. Siyaset, her zaman Elçibey gibi insanlar için bir yük hatta risktir. Ancak o ideallerini teoriden pratiğe geçirmenin başka yolunu bulamadığı için siyasete girmeye karar vermiştir. Hatta bir ara bu yüzden “halk için benim âlimliğimden siyasetçiliğim daha önemlidir” diyecektir. Bu söylem kısa vadede sonuç almak bakımından doğru olsa da uzun zaman için doğruluğu tartışılır. Çünkü kültürün, uzun zamanda, hem ideolojiyi hem de siyaseti yendiği bilinmektedir. Bu nedenle de ülkelerde kültür adamı sayısı, her zaman siyaset adamı sayısından çok daha az olmuştur.
Elçibey’in bir kültür adamı olmasının onun siyasi yanının ve kestirimlerinin güçlü olmasına elbette helal getirmez. Onun Azerbaycan’ın stratejik konumunu ve devletlerin takındıkları siyasetleri izah ederken yaptığı analiz bu konunun özüne nüfuz etmesi bakımından anlamlıdır. Elçibey’e göre: Rusya, Azerbaycan tam bağımsız devlet olursa bütün Kafkasya’nın elinden çıkacağını biliyor. Ermenistan’da, Azerbaycan bağımsız olursa, zamanında bütün SSCB’de at oynatan Ermenilerin Kafkasya’da bir nüfuzun kalmayacağını düşünüyor. İran’da Azerbaycan bağımsız olursa, güneyinde Azerbaycan halkı bağımsızlığı için mücadeleye başlar diye düşünüyor. Bu da İran’ın talihidir…/…Bizse bu mücadelede tek kaldık. Bize az çok yakın olan Türkiye ise, bir kardeş gibi yürekten istese de Ermeni-Rus-Fars üçlüsünün içerisine girerse, kendisine zarara verileceğini gördü, o kavgaya girmiş olsaydı, Türkiye’nin talihi de çok acı olabilirdi. O, bu devletlerin arzuladığı savaşa sokulabilirse Rusya da bundan faydalanarak Suriye, Yunanistan ve başka devletleri onun aleyhine savaşa sokabilirdi. Rusya aslında bunu bekliyordu. Buna göre de Türkiye meseleye oldukça ihtiyatlı bir şekilde yanaşmaya mecbur oldu ve ordusu, askeri kuvvetleri olmayan Azerbaycan tek başına kaldı, toprakları işgal edildi.
Elçibey’i hedeflerine ulaşmada başarısız kılan temel faktör uygulanan siyaset değil bölgenin jeopolitik, ekonomik, tarihi ve sosyolojik derinlikleridir. Elçibey güç dönemin geç uyarıcısı olmasına rağmen geçiş döneminin komplolarına kurban edilmiştir. Dünyanın gördüğü en zalim rejimlerden birisi olan Sovyetlerin ezdiği, hırpaladığı, sürdüğü ve yok ettiği bir halka en kötü zamanda liderlik yapmıştır. Onları örgütlemiş, bir dava etrafında birleştirmiş ve harekete geçirmiştir. Ancak bütün geçiş zamanlarında olduğu gibi işgal altındaki bir imparatorluktan milli bir devlete dönüşte unutulan ve uyutulan değerleri harekete geçirmek hem zor hem de tehlikelidir. Elçibey her ikisini de yaşamıştır.
Analiz ve Düşüncelerinden İlginç Örnekler
Elçibey’in Türk, Türk Dünyası, Türk Dili, Türk Kültürü ve Türk tarihine yönelik getirdiği açıklamalar zamana karşı yenilecek ve eskiyecek türden değildir. Son zamanlarda yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan tartışmalar her geçen gün Elçibey’i güncellemektedir. Bu anlamda onun güncel tartışmalara da konu edilen bazı kavram ve değerlerle ilgili görüşlerine kısaca değinmekte yarar vardır.
Bilindiği gibi Türkiye’de Türk milletinin özgürlük, bağımsızlık ve kendi kaderine egemen olma sembolü olan Bozkurt efsanesine yönelik cahilce eleştiriler artmıştır. Türkiye’de özünü ve hassasiyetlerini yitirmiş bir cenah tarafından Bozkurt ve Ergenekon efsanesi adeta suç simgesi olarak nitelendirilmeye başlanmıştır. Bu bakımdan Elçibey’in Bozkurt ile ilgili görüşlerine değinmek bu ön yargılı zihinler içinde aydınlatıcı olacaktır.[1]
İdeolojik ve endeksli aydınların Bozkurt’a yönelik cehalet ürünü yaklaşımlarını deşifre etmek için onun bu görüşünü aktarmakta yarar var. Elçibey’in Türklerde Bozkurt ile ilgili olarak var olduğunu söylediği üç efsaneyi şöyle özetler: Eski insanlar, ruhlarının taşıyıcısı olduğu inancı ile bazı hayvanları kabul etmişlerdir. Bu inanç sadece bizde yoktur. Eski Sümer’de de vardır. Bazen, altından ağaç heykeli yapıldığını, bir keçi arka ayakları üzerine kalkarak yaprakların üzerine oturduğunu görürsünüz. Bu Sümerlerin “ongunu”dur. İtalyan’larda da, Yunanlılarda da, Arap’larda da “ongun” inancı vardır. Mesela, Arap’lardaki “Ben-i Kelp” (it kabilesi) “Ben-i Esad (Aslan kabilesi) gibi kabile adları bu ongun inancına bağlıdır. Türklerde ise, en meşhur olan Ongun, Bozkurt, Kuğu, Kartal ve Ceylandır. Azerbaycan’da bu ongunlarla bağlantılı olarak Akkoyunlu, Karakoyunlu taifeler sistemi kurulmuştur. Bozkurt ise daha yeni girmeye başlamıştır. Türklerin kuruluşu, bilindiği gibi Bozkurt’la ilişkilendirilir. Eski destanlarda Bozkurt’tan şöyle bahsedilir. Türkler, Ergenekon adlı bir vadiye düşerler. Daha sonra deprem olur ve vadinin önü kapanır. Türkler orada 400 yıl yaşarlar. Artarlar, çoğalırlar ve daha oraya sığmazlar; birbirleriyle çatışmaya başlarlar. O zaman bir Bozkurt gelir, bir kuzuyu alır ve kaçar. Onun amacı avlanmak değil, çıkış yolunu göstermektir. Çoban kurdun arkasından gider ve bakar ki bir mağara. Mağaraya dalar ve arkadan çıkar. Hemen geri dönerek halka çıkış yolunu bulduğunu anlatır. Geçit dar olduğu için onu eritip ve parçalayarak genişletirler. Herkes atla, arabayla buradan çıkar. Bozkurt sayesinde meydana gelen bu çıkış, yaz öncesine rastlamaktadır. Türk tarihinde yeni bir günün başlangıcı olarak kabul edilen bu hadise bayrama çevrilir. Daha sonları Farsların “Newruz” (yeni gün) olarak isimlendirdiği bu Türk Bayramı, gerçekte bu hadiseyle ilgili olarak ortaya çıkmıştır ve bu bayramın Farslarla, diğerleriyle alakası yoktur.
Bozkurt hakkında başka bir efsane: Türkler Çinlilerle savaş halindedir. Türklerin hepsi öldürülür, sadece bir erkek çocuk sağ kalmıştır. Bozkurt gelir, bu çocuğu alır, götürür, emzirir ve bakar. Çocuk kurdun yanında büyür, evlenir ve Türk’ün nesli kesilmez.
Aslında Bozkurt sadece bir hayvan ongunu değil, iki sistemin birliğidir. Kabileler parçalanır, ayrılırlar. Ancak hiçbiri aynı bayrağı almazlar. Kim aynı bayrağı alırsa, diğerine teslim olmuş demektir. Her zaman bir zıddiyet vardır. Bu sebepten Türklerin bir grubu “Kara budun” diğer grubu da “ak budun”dur. Kara budun, kara kurda (kara budun aynı zamanda halk demektir), ak budun ise ak kurda bağlıdır.
Bütün hayvanları evcilleştirmek mümkündür, kurt ise bunun istisnasıdır. Onu kafeste besleyemezsiniz, aksi takdirde kendisini öldürür. Yani o eğitilemez bir savaşçıdır. Mustafa Kemal de yalnız bu bakımdan Türk’ün Bozkurdu’dur.
Elçibey, olguları alışılmışın dışında bir yaklaşımla ele almıştır. Bu bakımdan analiz ve yaklaşımları kendisine özgüdür. İnanç konusunda aracın amaç haline nasıl geldiğini o bir konuşmasında şöyle dile getirir: “Tanrı insanın ruhundadır”. Buna karşın “Biz ise eşyalara tapıyoruz. Fikrimiz Tanrı’dan uzaklaşıyor. Onun birliği düşüncesinden uzaklaşıyoruz. Biri “pir”e tapıyor, diğeri mescide. Böylelikle düşüncemiz dağılıyor ve tek Tanrılıktan, putperestliğe dönüyoruz. Bunun da kökünde, Kuran’ı oku, hadisi oku, duayı oku, namazı kıl yeter, düşüncesi vardır”[2]. Elçibey, inançla ilgili sorunun Şiilik ya da Sünnilikle çözülemeyeceğini her ikisinin de Peygamber sonrası anlayışlar olduğunu söyler. Bu nedenle “Şiiliği, Sünniliği bir kenara bırakarak, sadece Hz. Muhammed (S.A.V)’in söylediklerinin esas alınmasının doğru olacağını belirtir.
Elçibey bir başka konuşmasında da din adamları ve din algısıyla ilgili şu ilginç analizi yapmıştır: “Bizim dini bilgisi olan imamlarımız azdır. Halk kütleleri İslam dinini esas taleplerini bilmiyor. Maneviyat ve maişetimizdeki bozuklukların (hırsızlık, rüşvetçilik, kumarbazlık, ayyaşlık vb.) sebeplerinden birini de bilhassa dinimizden suni şekilde uzak bırakılmaktır…/… Avrupa edebiyatında bütün ruhaniler akıllı, hayırhah, malumlara el uzatan, milletini seven adamlar olarak tasvir olunuyor. Bizde ise molla, ahund, yahut herhangi bir ruhani fırıldakçı, yalancı, tamahkar, cehalet yayan insan olarak takdim ediliyor. Ruhanilere nefretle birlikte halka dine nefret duyguları da aşılamaya çalışılmıştır”[3]. Bunun neticesi olarak milyonlarca insanın yalnızca kuru kuruya adı “Müslüman” kalmış, onlar İslam’ın manevi değerlerinden mahrum kalması sağlanmıştır.
Türk Kavramının Millet Olmanın da Ötesinde Anlamı Vardır
Bakü’de Türkiye Büyükelçiliği açılırken Elçibey, adeta Bilge Kağan gibi konuşurak bu anlamda “Türkler yüzünü gündoğusuna çevirmelidir” der. Daha doğrusu Türkiye’nin gelişmiş bir ülke olarak yüzünü Azerbaycan üzerinden Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine çevirmesi gerektiğini söyler. O, her şeyden önce istikametin doğru olması gerektiğine dikkat çeker. Bu bağlamda bir zamanlar Ziya Gökalp’ın “Türkiyelilik” kavramına olduğu gibi o da Azerbaycancılık kavramına açıklık getirir: “Azerbaycancılık da devletçilik prensibi bakımından biraz yararlıdır. Ancak, milli menfaate darbe vurur ve bu darbenin altından daha sonra kalkmak mümkün olamaz. Devlet, millete dayanır toprağa değil. Mevcut hâkimiyet Türkçülükten son derece korkmaktadır. “Doğrudur, biz Türk’üz. Ancak, bunu ilan etmeye gerek yok” demekteler. Kendimize Türk diyecek olsak, milliyetçisiniz, azınlıklara hor bakıyorsunuz v.s diyecekler buna benzer düşünceler Rusya’yı da rahatsız etmektedir”. Elçibey, kendi kimliğini “başkaları ne der?” korkusu üzerine oturtmanın doğru olmadığını belirtir. “Türk” kavramının emperyal geleneği olan ülkeleri nasıl ürküttüğüne de dikkat çekmekten edemez. O, “hala Türkün kendi için ve dünya için ne mana ifade ettiğini, Türk tarihin ne olduğunu çok insan bilmiyor”, diyerek, Türk kavramının da bir millet olmanın da ötesinde “bir sistem, idare ve ahlak” anlayışı olduğuna dikkat çekmiştir.
“Bize çoğu zaman, sizin yaptığınız Türkçülük değil, Türkiyeciliktir diyorlar. Biz Türk adını almakla güya Türkiye ahalisinin adını benimsemişiz. Halbuki Azerbaycan Cumhuriyeti (1918-1920) milletin adını resmen “Türk” devlet dilini “Türk Dili” ilan ettiğinde hatta Azerbaycan SSR’de bu anane yaşatılırken Türkiyeliler kendilerine “Türk” yerine “Osmanlı” diyorlardı. Bu sebepten, bana göre kendisini Türk olarak isimlendirmek Türkiyeliden daha çok manevi olarak bizim hakkımızdır” der. Elçibey şöyle devam eder: “Aslında Türk’ün kökü, özü bizim ve Orta Asya’nın üzerindedir. Boş yere Türkistan dememişler. Azerbaycan da Türkistan’ın bir bölümüdür. Sadece, Türkiye Türklerinde Türkçülük daha çok geliştiği için, onların etkisinden kurtulamayız…/…Türkiye, Azerbaycan’a göre gelişmiş bir ülkedir ve Türk toplumunun hangisi gelişmişse, gelişmemiş olan ona yönelmektedir. Biz de Türkiye’ye yönelmişiz.
Elçibey’in Bir Diğer Düşüncesi
Elçibey’e göre; toplum üç unsurun üzerine kurulabilir. Birincisi fert, ikincisi aile, üçüncüsü de halktır. Ferdin üzerine kurulu yönetim liberaldir; daha serbest, daha bağımsız. “Ailenin üzerine kurulduğunda ise toplumun üzerine kurulmuş olur” der. Elçibey’in azatlık ile görüşü de şudur: “Azatlık manevi bir istektir, bir fikir isteğidir. Azatlık tumturaklı materyalist yaşayışı değil, başkasının kölesi olmamak, kendi düşünce ve arzularını kendi istediği biçimde serbestçe gerçekleştirmektir. Problemin kökü budur”[4].
Elçibey’in kendisi ve içinde yaşadığı toplum için öngördüğü misyon da şudur: “Gelecek maksadımız azat, demokratik cemiyettir. Türkçülük, milli benliğini idraktir. İslam dini inancımızdır…/…Türkçülük, demokratik ıslahat ve din bizim bayrağımızdır”. Elçibey’in sentezci ve bütünsel bir hareketi benimsediği görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde Ziya Gökalp’ın ‘Türklük, İslamiyet ve Uygarlık’ üzerine geliştirdiği düşüncelerle Elçibey’in ki birebir örtüştüğü gözden kaçacak gibi değildir. Sağlam olmayan temeller üzerinde sağlam yapılar bina edilemez. Doğru kuruluşun doğru istikameti izlemekle başladığı düşünülürse Ebulfeyz Elçibey’in bu düşüncelerinin ne anlama geldiği de o zaman anlaşılır.
Sonuç Yerine!
Sonuçta o zamanında eski sistemin ürünleriyle çok kısa zamanda yeni bir zihniyete sahip özgür bir toplum inşa etmek gibi güç bir görevle karşı karşıya kalmıştır. Elçibey bunu yaparken coğrafya dâhil bütün şartlar kendisine karşıydı. Böyle durumlarda kurulmuş dengeler ve kurumsallaşmış çıkarlar, kökleşmiş zihniyetler yeni düzene karşı var gücüyle direnirler. Bu karşı koyuş var oluş ya da yok oluş gibi güçlü bir motivasyonla desteklendiğinde çok tehlikeli bir hal alır. Aslında Elçibey bunu fark etmiştir ve o, bu nedenle “Sovyet devrinden kalmış sosyal psikolojiyi ortadan kaldırmak iktidarımızın başlıca maksatlarından biri haline geldi” demiştir. Ancak bunu başarmak zamana ve kaynağa ihtiyaç gösterir. Her ikisi de o zaman Elçibey’in elinde yoktu. Elinde yeterince sosyal, siyasal ve ekonomik güç bulunmayan bütün kurucuların, kurdukları sistemin ilk kurbanı olduğu tarihle sabittir. İhtilaller bu yüzden ilk önce “kendi çocuklarını yer”. Elçibey de bu kaderi yaşamaktan kendisini ve ülkesini kurtaramamıştır.
Her şeye karşın Elçibey, tarihin akışına itiraz etmiş bir lider olarak kayıtlardaki yerini almıştır. Yine Onun her şeye karşın tarihin akışına karşı geliştirdiği itirazı Azerbaycan halkı tarafından karşılığını bulmuştur.
Elçibey üstün özellikleri olan bir bilge liderdi. O şahsi özellikler itibarıyla dürüst, içten, adil ve aydın bir kimliğe sahipti. Düşünce olarak, insancıl, demokrat, milliyetçi, anti-emperyalist ve dindardı. Siyaseten de Azerbaycan milli azatlık hareketinin ve milli devletinin kurucu lideriydi. Bütün ömrünü bağımsız ve demokratik Azerbaycan’ı kurmak uğrunda tüketmiştir. Kendisini halka adamış bir halk adamıydı. Siyaset, “mümkün olanı yapma sanatı” olduğu için o düşündüklerini ve planladıklarını değil “mümkün olanları” sınırlı bir sürede ancak yapabilmiştir. Ancak Ebulfeyz Elçibey, siyaset ve devlet adamlığının çok ötesinde bir kişi ya da kişilikti. Onun izlediği siyaset terk edilebilir, halka verdiği mesaj inkâr edilebilir, insanları azatlık bilincine ulaştırmak için gösterdiği fedakârlık yok sayılabilir, ancak onun fikir ve yol açıcılığı hiçbir zaman göz ardı edilemez. Onun düşünceleri orta ve uzun vadede yalnız Azerbaycan Türk halkını değil bütün Türkleri ve Türk Dünyası’nı aydınlatan bir meşale olacaktır.