ŞEYHÎ
Halil Biltekin 01 Ocak 1970
Kaynaklarda hakkında yer alan bilgiler karışık ve yetersizdir. Germiyanoğulları Beyliği’nin merkezi olan Kütahya’da doğdu. Latîfî’ye göre I. Murad zamanında dünyaya geldi. Yeni çalışmalarda, 818 (1415) yılında Çelebi Sultan Mehmed’in gözünü tedavi ettiğinde Hekim Sinan lakabıyla meşhur olduğu bilgisinden (Hoca Sâdeddin, I, 278-279) hareketle o tarihlerde kırk-kırk beş yaşlarında olması gerektiği belirtilerek I. Murad’ın saltanat döneminde (773-778/1371-1376 yılları arasında) doğduğu ileri sürülmüştür. Adı divanındaki bazı şiirlerinde, kaynaklarda ve yeni çalışmalarda ise Sinan, Yûsuf Sinan ve Yûsuf Sinâneddin şeklinde gösterilmekte, Sicill-i Osmânî’de ise yanlış olarak Şeyhî Senâî diye verilmektedir. Babasının adı Ahmed Mecdüddin’dir. İlk öğrenimine Kütahya’da başladı; divan şairi Ahmedî’den ve diğer âlimlerden ders aldı. Daha sonra İran’a giderek Seyyid Şerîf el-Cürcânî ile ders arkadaşı oldu. Burada edebiyat, tasavvuf ve tıp alanlarında tahsil gördüğü anlaşılan Şeyhî memleketine döndükten sonra göz hekimliği yaptı. Kaynaklarda mahir bir göz hekimi olduğu anlatılır. Latîfî, Şeyhî’nin İran’dan Kütahya’ya dönerken Ankara’ya uğradığını ve Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap ettiğini, Bursa’da Seyyid Nesîmî ile buluştuğunu söylemektedir (Tezkiretü’ş-şu’arâ, s. 337). Daha sonraki çalışmalarda şairin bu sebeple “Şeyhî” mahlasını aldığı ileri sürülmüş ve görüş kabul görmüştür. Onun şeyhlik yapıp yapmadığı bilinmese de eserlerinde tasavvufî unsurlara sıkça rastlanmaktadır.
Şeyhî, Kütahya’ya döndükten sonra Germiyan Beyi II. Yâkub Bey’in hizmetine girerek onun musâhibliğini ve özel tabipliğini yaptı. Osmanlı hânedanıyla ilk teması Emîr Süleyman Çelebi zamanında başladı. Daha sonra Çelebi Sultan Mehmed’in gözünü tedavi etmesinin ardından Osmanlı Devleti’nin ilk reîs-i etıbbâsı oldu. 831 (1428) yılında Edirne’ye gelen II. Yâkub Bey’e mihmandarlık yapan, daha sonra ölümü üzerine bir mersiye yazan Şeyhî’nin II. Murad’la da görüştüğü, ancak onun yanında uzun süre kalmadığı anlaşılmaktadır (Âşıkpaşazâde, s. 116-117). Hayatının son yıllarını nerede geçirdiği tam olarak bilinmemektedir. Muhtemelen II. Yâkub Bey’in yanına dönüp Kütahya’da vefat etmiştir. Ölüm tarihi konusunda da kesin bilgi yoktur. Fâik Reşad hiçbir kaynağa dayanmadan vefat yılını 826 (1423) diye göstermiş, Bursalı Mehmed Tâhir ve İbrahim Necmi (Dilmen) bu tarihi tekrarlamıştır. Sicill-i Osmânî’de 829 (1426), Mecelletü’n-nisâb’da 855 (1451) tarihleri verilmiştir. M. Fuat Köprülü ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Şeyhî’nin 832’de (1429) ölen Yâkub Bey’e mersiye yazdığını dikkate alarak bu tarihten sonra öldüğünü belirtmişlerdir. F. Kadri Timurtaş bu bilgilerden hareketle Şeyhî’nin 834 (1431) yılında vefat ettiğini ileri sürmüş, daha sonraki çalışmalarda bu görüş kabul görmüştür. Mezarı bugün Kütahya’ya 7 km. mesafedeki Dumlupınar’dadır (Erdem, s. 24) ve 1961’de Oktay Aslanapa’nın çizdiği plana göre yaptırılmıştır. Son dönemde, 947 (1540) yılında vefat eden Müdâmî’nin Divançe’sinde bulunan bazı beyitlerden ve aynı şairin Menâkıb-ı Emîr Buhârî adlı eserinden hareketle Şeyhî ve Şeyh Sinan’ın aynı kişiler olduğu, Şeyhî’nin Emîr Sultan’a intisap ettiği, 833 (1430) yılında Alaşehir’e gittiği, 870’te (1465-66) Şeyh Sinan Camii’ni yaptırdığı ve 887’de (1482) vefat ettiği, mezarının bu camide bulunduğu, babasının adının Mahmud Fakih olduğu ileri sürülmüşse de (Bilgin, bk. bibl.) Şeyhî hakkında bulunan son belgeler bu bilgilerin yanlışlığını ortaya koymaktadır (Şeyhî Divanı, s. X).
Kaynaklarda “Hüsrev-i şuarâ, pîşterîn-i şuarâ-yı Rûm, şeyhü’ş-şuarâ, emlahu’ş-şuarâ” gibi sıfatlarla anılan Şeyhî ününü daha çok mesnevi alanında kazanmıştır. Eski edebiyatın kurucularından biri olduğu kabul edilen şair, Hüsrev ü Şîrîn ve Harnâme adlı eserleriyle Türk edebiyatında mesnevi sahasının önemli simaları arasında yer almıştır. Mesnevi yazmayı bir şehir kurmaya benzeten Şeyhî eserlerinde oldukça akıcı bir dil kullanmış, tasvirlerinde ve konuyu işleyişinde başarılı kabul edilmiştir. Sehî onun, “şiir güzeli”nin omzundan eski Acem elbisesini çıkarıp Türkî elbise ve yeni hil‘atler biçip giydirdiğini söyleyerek (Tezkire, s. 170) mesnevi tarzındaki başarısını dile getirmiştir. Latîfî de Şeyhî’nin mesnevide övülecek bir üslûba sahip olduğunu, Hüsrev ü Şîrîn’ine birçok nazîre yazıldığını, fakat hiçbirinin Şeyhî’nin yanına yaklaşamadıklarını ifade etmiştir (Tezkiretü’ş-şu’arâ, s. 339). İznikli Hümâmî’nin Sînâme, Münîrî’nin Mihr ü Müşterî, Tâcîzâde Câfer Çelebi’nin Hevesnâme, Halîlî’nin Fürkatnâme ve Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn adlı mesnevilerinde Şeyhî’nin adının geçmesi onun daha sonraki yüzyıllarda da unutulmadığını göstermektedir. Câfer Çelebi Hevesnâme’sinde bu eseri dolayısıyla Şeyhî’yi belâgat kurallarına uymamak, fasih olmamak ve yeni mânalar bulmamakla eleştirmiş, fakat Divan’ında Şeyhî’yi kendisine şeyh olarak kabul ettiğini söylemekten geri durmamıştır.
Âşık Çelebi ve Hasan Çelebi, Şeyhî’nin gazel sahasında mesnevide olduğu kadar başarılı sayılmadığını ifade ederken Gelibolulu Âlî Mustafa nazım dilini ve edasını tenkit etmiş, ancak gazel ve kaside nazım biçimlerinde güzel örnekler verdiğini söylemiştir. Şeyhî, kasidelerinin nesîb bölümündeki canlı tasvirleriyle dikkat çekmekte, gazellerinde hayal zenginliğine rastlanmaktadır. Bu dönemde daha çok basit vezinler kullanılırken Şeyhî şiirlerinde genellikle aruzun mürekkep ve tek düzelikten uzak kalıplarını tercih etmiş, o dönemde hemen her eserde görülen imâle ve zihaf kusurlarına rağmen zamanında aruzu iyi kullanan şairler arasında yer almıştır. Şiirleri Türkçe kelimeler bakımından zengin sayılan Şeyhî kullandığı deyimlerle Necâtî Bey’e giden yolu açmıştır. Şiirlerinde tasavvufu mecazi aşkla birlikte ele almış, tasavvuf remizlerinden geniş ölçüde faydalanıp diğer divan şairleri gibi bunları duygu ve düşüncelerini ifade etmede bir araç olarak kullanmıştır. Şeyhî ayrıca Ahmedî, Nesîmî ve Şîrâzî’ye nazîreler yazmıştır. M. Fuad Köprülü, Şeyhî’nin çağdaşlarına göre zarif bir dile, zengin bir hayale ve canlı bir tasvir kabiliyetine sahip bulunduğunu, dinî ilimler yanında İran edebiyatına da vâkıf olduğunu, Hâfız-ı Şîrâzî, Nizâmî-i Gencevî, Senâî, Ferîdüddin Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi şair ve mutasavvıflardan etkilendiğini belirtir (Türk Edebiyatı Tarihi, s. 363).
Eserleri. 1. Divan. On beş kaside, dört terciibend, iki terkibibend, bir mesnevi, iki müstezad ve 202 gazelden oluşan eser Ahmedî ve Ahmed-i Dâî’nin divanlarından sonra Anadolu sahasında tertip edilmiş en eski divanlar arasında önemli bir yere sahiptir. On iki nüshası tesbit edilen eserin Millet Kütüphanesi’ndeki nüshasını (Ali Emîrî Efendi, Manzum, nr. 238) Şeyhî Divanı: Nüsha Farkları ve Tarama Sözlüğü adlı çalışmasıyla birlikte tıpkıbasım halinde neşreden Ali Nihad Tarlan (İstanbul 1942), Şeyhî Divanını Tetkik adlı eserinde (İstanbul 1934, 1964) divanı edebî ve fikrî yönden incelemiş, Mustafa İsen ve Cemal Kurnaz da eserin İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki yazmasının (TY, nr. 2084) tıpkıbasımını bir inceleme ve divanın Latin harflerine çevirisiyle birlikte yayımlamıştır (Şeyhî Divanı, Ankara 1990). Halit Biltekin eser üzerine bir doktora çalışması yapmıştır (bk. bibl.). 2. Hüsrev ü Şîrîn*. 6944 beyitten oluşan eser Türk edebiyatında yazılan ikinci Hüsrev ü Şîrîn mesnevisi olup Faruk Kadri Timurtaş tarafından neşredilmiştir (İstanbul 1963, 1968, 1980). 3. Harnâme. Divan edebiyatında hiciv ve mizah sahasının en güzel örneklerinden olan 126 beyitlik mesnevi aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Küçük bir eser olmasına rağmen mesnevide bulunması gereken tevhid, na‘t, padişaha övgü, konunun işlenişi ve dua bölümlerini içeren Harnâme’de, çalışmaktan yorulmuş zayıf bir eşeğin besili öküzleri görüp onlara imrenmesi ve boynuz ararken kulağından ve kuyruğundan olması anlatılmaktadır. Hasan Özdemir’e göre Şeyhî bu hikâyeyi Arapça bir atasözünü, Emîr Hüseynî’nin Zâdü’l-müsâfirîn’inde geçen bir eşek hikâyesini, İbrânî geleneğindeki eşek hikâyesini ve Ezop masallarındaki varyantlarını değerlendirerek yazmıştır. II. Murad’a sunulan, sosyal hiciv bakımından Türk edebiyatının en güzel eserlerinden kabul edilen ve dilinin sadeliği yanında canlı tasvirleriyle dikkat çeken Harnâme’yi, Tâhir Olgun (Germiyanlı Şeyhî ve Harnâmesi, Giresun 1949) ve Faruk Kadri Timurtaş (Şeyhî’nin Harnâmesi, İstanbul 1971) yayımlamıştır.
Nicholas N. Martinovitch’e göre Şeyhî’nin Ferah-nâme adlı bir mesnevisi daha bulunmaktadır (bk. bibl.).
Osmanlı Müellifleri’nde Şeyhî’ye Kenzü’l-menâfi‘ fî ahvâli’l-emzice ve’t-tabâyi adlı bir kitap isnat edilmekteyse de (Yücel, s. 34) eserin üslûp, muhteva ve dil açısından Şeyhî’ye ait olmadığı kabul edilmektedir (bk. Şeyhî ve Hüsrev ü Şirin’i, s. 100). Osmanlı Müellifleri’nde Şeyhî’ye atfedilen Dürerü’l-akaid adlı eserin Şeyhî mahlasını kullanan Şemseddin Sivâsî’ye ait olduğu Abdülbaki Gölpınarlı tarafından ileri sürülmüştür (İA, XI, 423). Yine Osmanlı Müellifleri’nde Şeyhî’nin Ferîdüddin Attâr’a ait ?âbnâme’yi nazmen tercüme ettiği ve Neynâme adlı bir eserinin daha bulunduğu belirtilmiş ve bunların kayıtlı olduğu kütüphaneler zikredilmişse de bu eserler henüz ele geçmemiştir.