« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Mar

2007

YAYGIN SANAYİLEŞME VE REFORMLAR

20 Mart 2007

Yaygın sanayileşme anlayışımızın temeli, kalkınmayı çevreden başlatıp geliştirmektir. Böyle bir strateji, bir çok yönden faydalar sağlayacaktır.

Evvela çevrede oluşan sermaye birikiminin yatırımlara dönüştürülmesi, kaynak israfını önleyecek ve üretimi arttıracaktır. Gecekondu meselesine kaynağında çözüm getirilecektir. Sağlıksız coğrafî hareketliliğin, yani iç göç olayının doğurduğu sosyal ve kültürel meseleler sağlığa kavuşturularak ülkenin sosyal ve siyasî istikrar ihtiyacı karşılanacaktır. Büyük şehirlerin artan meseleleri önce durdurulacak, sonra çözümü kolaylaşacaktır. Böyle bir stratejinin mesken meselesinin çözümüne ve bu sahadaki çok yönlü sömürünün önlenmesine de büyük katkılarda bulunacağı muhakkaktır. Bölgelerarası dengenin sağlanması, millî bütünlüğümüzü güçlendirecektir.

Türkiye’nin herhangi bir saldırıya uğraması halinde millî savunma gücümüzün ekonomik kaynakları da bütün vatan sathına yayılmış olacağı için, ülkemizin direnci güçlenecektir. Sanayinin belli bölgelerde yoğunlaşması, bu bölgelerin tahribi veya işgali halinde bütün ülkenin zaafa uğramasına sebep olabilir. Yaygın sanayileşme, bu mahzuru giderecektir.

Kalkınmayı çevreden başlatmak amacıyla çevrede yapılacak yatırımlar için gerekli olan sermayenin biriktirilmesi, en önemli meseledir. Bu sağlanmadıkça “çevreden merkeze kalkınma” stratejisi kâğıt üzerinde kalmaya, hatta büyük çapta kaynak israfına sebep olamaya mahkûmdur.

Kalkınmayı çevreden merkeze doğru bir seyir içinde gerçekleştirmek için gerekli olan sermaye birikiminin sağlanmasında, parti programımızın iki modeli önem kazanmaktadır. Biri tarım kentleri, öteki millet sektörü. Bunlar son derece köklü ve kapsamlı projelerdir.

Ancak bu projeleri, öteki reformlarımızı gerçekleştirmeden topluma monte etmek mümkün değildir. Yaygın sanayileşme veya diğer bir deyişle kalkınmanın çevreden başlayarak geliştirilmesi, ancak çok yönlü reformlarla birlikte başarılabilecek bir stratejidir.

Bu stratejinin gerçekleştirilmesinde devletin önemli rolü olacağına göre, evvelâ devlet bürokrasisinin bu ehliyete ve dinamizme kavuşturulması gerekiyor. Bu stratejinin teknik ve kültürel yönleri için gerekli olan elemanları yetiştirmek ve toplum desteğini kazanmak amacıyla, Millî Eğitim de reform yapılmasına ihtiyaç vardır. Bu stratejinin malî yönlerini yürütmek, malî reformun başarılmasına bağlıdır. Hele tarım ve toprak reformu olmadan bu stratejiyi düşünmek bile mümkün değildir.

Bundan dolayıdır ki, MHP iktidarı, köklü reformlar iktidarı olacaktır. Reformlar parça parça ve birbirinden kopuk olarak değil, stratejik bir bütünlük halinde ve birbirini destekleyici şekilde plânlı olarak gerçekleştirilecektir. Temel reform olarak kalkınmanın çevreden başlatılmasını, yani sanayi reformunu başarabilmek için öteki reformları gerçekleştirmek gerektiğine göre, önce bu reformlar konusundaki görüşlerimizi belirtmek, faydalı olacaktır.

İdarî Reform

Türk idare teşkilâtı, artan sosyal ihtiyaçlara ve devlet hizmetlerinin yaygınlaşmasına göre gittikçe büyümekte ve giriftleşmektedir. Buna rağmen çok uzun bir zamandan beri ülkemizin idarî teşkilâtı ciddi şekilde gözden geçirilmiş ve ıslâh edilmiş değildir. Bir çok alanda “klasik” veya “eski” diyebileceğimiz bürokratik zihniyet ve uygulama hâlâ hâkimdir. İnisiyatiften, hizmet üretme fikrinden yoksun olan bu zihniyet, ülkemizde “bugün git, yarın gel” sözüyle belirlenmektedir.

Halbuki ağır meselelerle karşı karşıya olan ve sanayileşme sürecinde bulunan ülkemizde merkezî, özerk ve mahalli kuruluşlarda hizmet ve üretim fikrine bağlı, başka bir deyişle “rasyonel-üretken bürokrasi” zihniyetinin ve organizasyonunun oluşturulması gerekmektedir. Toplumumuzun devletten beklediği pek çok görevleri ve çözümünü istediği ciddi meseleleri göğüsleyebilmek için, her şeyden önce bürokrasinin bunu başarabilecek zihniyete ve yapıya kavuşturulması lâzımdır.

Bugün çok ağır meseleleri çözmek zorunda olan devlet, çok ağır ve masraflı işlemektedir; vatandaşı ezmekte, memuru yıpratmaktadır. Rasyonel ve üretken olmayan bürokrasi, vatandaşı canından bezdirmekte israfa ve zaman kaybına yol açmaktadır. Böyle bir durumda memur da halinden memnun ve şevk içinde görev yapacak durumda değildir. Hizmet içi eğitim ve ödüllendirme yok denecek kadar zayıftır.

Bürokraside yükselme, yahut yüksek mevkilere gelme, ya belli bir zaman süresini doldurmaya yahut politize olmaya, yani siyasî kadrolara bağlıdır. Bu durum liyakat ve çalışkanlığı ödüllendirip teşvik etmiyor. Aksine sorumsuzluğu ve tembelliği ödüllendirip teşvik ediyor.

Devletin klasik idare görevleri çok ağır işlediği gibi, yetkisizlik ve ağır formaliteler yüzünden mal ve hizmet üretimi de gecikmekte ve aksamaktadır.

İdarî yapıda bütün görev birimlerini gerekli yetki ve sorumlulukla teçhiz ederek hizmeti süratlendirmek mümkündür. Bugün yetki ve sorumluluk o kadar dağınıktır ki, hem inisiyatif kaybolmakta hem de sorumluluğun ve başarının tesbiti imkânsızlaşmaktadır.

İdarî reform ihtiyacını ve böyle bir reformun nasıl olması gerektiğini gösteren en dikkate değer örnek, Kamu İktisadî Teşebbüsleri’dir. KİT’ler, ekonomik olmaktan çok, sosyal bile değil, politik kurumlar haline gelmiştir. Devlet bütçesinin yarısını yiyen bu zarar fabrikalarında bugüne kadar başarısızlıktan dolayı sorumlu, başarıdan dolayı ödüle lâyık görülen personeli tespit mümkün olmamıştır.

Evvelâ KİT’lerin siyasî değil, ekonomik kuruluşlar olarak, yani kuruluş kanunlarındaki amaçlarına uygun statülere kavuşturulmuş kuruluşlar olarak yeniden düzenlenmesi gerekiyor. KİT’lerde rasyonel istihdam ve liyakat, personel politikasına esas alınmalıdır. Bunu sağlayacak mevzuat değişikliği süratle gerçekleştirilmeli, bu kuruluşların iktisadî özerkliği sağlanmalıdır. Rasyonel ve üretken bir idare yapısının oluşturulmasında bu, ilk adım olacaktır.

Yetki ve sorumluluğun belirlenmesinde açık ve net ölçüler getirilerek ve özellikle hizmet içi eğitime, terfide liyakat ve çalışkanlığa öncelik verilerek, ucuz ve süratli işleyen, böylece sosyal ve ekonomik hayatın dinamizmine ayak uydurabilen bir idare yapısını gerçekleştirmek, temel hedeflerimizden biridir.

Hizmet üretimini, vatandaşa iyi muameleyi ve sürati ödüllendiren bir idarî yapının, kalkınma stratejisini daha başarılı olarak uygulayacağına inanıyoruz. Hele, kalkınmanın çevreden başlatılması çalışmalarında devletin yükleneceği öncülük ve destek görevinin başarılı olabilmesi için, böyle rasyonel-üretken bürokrasinin ne büyük bir ihtiyaç olduğunu anlatmaya lüzum yoktur.

MİLLÎ EĞİTİM REFORMU

Millî Eğitim Reformu, Türkiye’nin maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde olmalıdır. Bizim yapacağımız reformun en belirgin özelliği, maddî ve manevî bakımdan sağlıklı bir toplum kurma çabalarımızın bütünlüğü içinde ele alınmasıdır.

Özellikle çevreden merkeze kalkınma stratejisinin gerektireceği elemanların yetiştirilmesi, eğitim reformumuzun önemli bir hedefini teşkil edecektir. Gerçekten de, çevreden merkeze kalkınma, her kademeden teknisyenlere ve plânlayıcı ilim adamlarına ihtiyaç göstermektedir.

Her kalkınma şuur gerektirir. Eğitim, sadece okur yazar üretmekle kalmamalı, Anayasa ilkeleri etrafında, toplumda yaygın bir millî şuur ve kalkınma şuuru meydana getirmelidir.

Bu esaslara göre, bizim eğitim reformu anlayışımız dört temel ilkeye dayanmaktadır:

1) Her başarının temelinde insan vardır. Çağımızda her sahada başarı, ancak yetişmiş insan gücüyle ve toplumun şuuruyla sağlanabilir. Özellikle Türkiye gibi, hassas bir jeopolitik mıntıkada bulunduğu için millî birlik şuurunu daima canlı tutmaya mecbur olan bir ülke, millî eğitiminde bunu hedef almalıdır. Bu şuurun ülkemizin kalkınmasıyla bütünleşmesi lâzımdır. Eğitim reformumuzun amacı, ülke bütünlüğüne, insan haklarına, Türk tarihinin şuuruna, Türk töresine, millî ve manevî değerlerimize, insanlık anlayışına sahip, araştırıcı ve geliştirici nesiller yetiştirmektir.
Bugün okullarımız “öğretici” olarak kalmak eğilimindedir. Bilinen sebeplerle öğretim faaliyetlerinde bile sık sık aksamalar görülmekte ve kalite düşmektedir. Halbuki Türk eğitiminin yüksek ve istikrarlı bir öğretim seviyesine ulaşması gerekir. Ama bu da yeterli değildir. Millî kalkınma şuuruyla eğitilmiş nesillere ihtiyacımız vardır.

“Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için” şuuruna sahip,Türk milletinin kalkınıp gelişmesini ülkü haline getirmiş, toplum çıkarını fert çıkarının üstünde tutan, şahsiyetli, çalışkan, hür bir nesil yetiştirmek eğitim reformumuzun temel hedeflerindendir.

2) Millî eğitim, üretim şuuruna ve becerisine sahip nesiller yetiştirmelidir. Üretmekten, üretime katkıda bulunmaktan büyük bir haz duyan üretken bir nesil, Türkiye’nin bütün meselelerini çözebilecektir. Millî eğitim, yeni nesillere üretim şuuru verecektir. Eğitim, kendi kendine yeterli, şahsiyetli, müteşebbis, çalışkan, asalaklığı utanç verici bir durum olarak kabul eden nesiller yetiştirmek için gerekli müfredata kavuşturulacaktır.

3) Millî ve manevî değerlerimizin, millî kültürümüzün, hayat ufkumuzun ve enerjimizin geliştirilmesinin yanında, üretici nesiller yetiştirmek için teknik eğitime ağırlık vermek gerekir. Bugün ülkemiz, Avrupa ülkeleri arasında, teknik öğrenim oranı bakımından en geri ülkedir. Üretim artışının ancak teknoloji ile mümkün olduğu bu çağda, eğitimde teknik öğretime öncelik vermek şarttır. Teknik öğretim sadece teorik kalmamalı, mutlaka uygulamalı olarak verilmelidir.

Teknik öğretim, bütün sahalarda yeterli bilgi ve beceriye sahip elemanlar yetiştirmelidir. Böylece çevreden merkeze kalkınma stratejisinin ihtiyaç duyduğu her seviye ve branşta teknik eleman temin edilebilecektir.

Ancak biz teknik öğretimi sadece teknik eleman yetiştirilmesi manâsında dar bir açıdan ele almıyoruz. Türk Millî Eğitim siyaseti, teknik eleman ihtiyacımızı karşılamak zorunda olduğu gibi, teknoloji üretimini de geliştirmek mecburiyetindedir.

Çağdaş ilim ve teknolojinin bütün dallarında, ülkemiz dünya çapında birinci sınıf ilim adamları ve elemanlar yetiştirmelidir. Bu amaçla, devlet, çağdaş ilmin en ileri seviyelerine sahip araştırma kurumlarını kurmalı, bu yoldaki gayretleri bütün gücüyle desteklemelidir. Zekâ ve istidat bakımından elverişli gençler, devletin özel bir ihtimamıyla büyük ilim adamları olmak üzere yetiştirilmelidir. İlim adamının inceleme ve araştırma yapabilmesi için gerekli bütün imkânlar devlet tarafından öncelikle sağlanmalıdır.

Toplumda ilim adamına saygı fikrinin geliştirilmesi, ilim adamlarımızın maddî ve manevî itibarlarına titizlik gösterilmesi ve başarıların etkili olarak her yönden ödüllendirilmesi gerekir.

Böyle bir siyaset, Türkiye’nin teknoloji üretimini kolaylaştırıp geliştireceği gibi, yetişen nesillerde ilim ve araştırma aşkını da güçlendirecektir. Aksi halde ülkemizin çağdaş ilmî ve teknik gelişmeleri gecikmeden öğrenip takip etmesi ve hele bu sahada öncü ülkeler arasına katılması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Geçen birkaç asır içinde olduğu gibi, ama bilhassa çağımızda ilim ve teknolojide geri kalmak, her sahada geri kalmak sonucunu doğurmaktadır; bu çemberi kırmak mecburiyetindeyiz.

4) Yukarıda belirttiğim amaçlara yönelecek olan Türk Millî Eğitimi, ülkemizin ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarına göre plânlanmalıdır.
Bugün Türkiye’de tutarlı bir eğitim plânlaması yoktur. Yıllardan beri devam eden bu plânsızlık sebebiyle bir taraftan teknik kadrolarda sıkıntı çekilirken diğer taraftan da birçok “diplomalı işsiz” bulunmaktadır. Klasik eğitimin plânsızlığı, üniversite kapılarında korkunç bir yığılmaya yol açmaktadır. Bir çok kimse, gördüğü eğitimle ilgisi olmayan işlerde çalışmak zorunda kalmaktadır.

Tutarlı bir eğitim plânlaması yapabilmek için belirli vâdeler esas alınarak ülkemizin eğitilmiş insan gücüne olan ihtiyacının envanteri çıkarılmalı ve eğitim bu ihtiyaçları karşılayacak şekilde düzenlenmelidir. Uzun ve kısa vâdeli dönemlerde, sanayileşen, gelişen Türkiye’nin ihtiyaç duyacağı teknik, sağlık, sosyal bilgiler ve öğretim elemanlarının sayısına göre yeni okullar açılarak, mevcut okullar gözden geçirilerek kısa zamanda ülkemizin yetişmiş eleman bakımından dengeli ve sağlıklı olarak teçhizatlandırılması ancak böyle bir plânlamayla sağlanabilir.

Daha önce de belirttiğim gibi, böyle bir plânlamada teknik öğretime ve birinci sınıf ilim adamı yetiştirilmesine büyük özen gösterilmelidir. Plânlamanın tutarlılığı, “çevreden merkeze” kalkınma stratejimizle ahenkli olmasına bağlı kalacaktır. Bundan dolayı MHP, savunduğu bütün reformları birbiriyle koordineli, birbirini destekleyici sistematik bir bütünlük içinde ele almaktadır.

VERGİ REFORMU

Çağdaş devlet için vergi, artık sadece devletin gelir kaynağı olmaktan ibaret değildir. Vergi, ekonomik ve sosyal politikanın önemli araçlarından biridir. Bu bakış açısıyla biz, vergi reformunu, ekonomik kalkınmanın hızlanması, yaygınlaştırılması, israfın ve enflasyonun önlenmesi, sosyal adaletin gerçekleştirilmesi konularında da önemli bir hedef sayıyoruz.

Vergi reformunun amacı, vergi adaletini sağlamak, vergi kaçağını önlemek, üretimi ve yatırımı teşvik etmektir. Vergi reformu hem maliyenin kontrolünü hem de otokontrolü sağlamalı, vergi idaresinde ve işlemlerinde basitlik ve sürat temin etmelidir.

Ülkemizde vergi adaletinden bahsetmek mümkün değildir. Hele son yıllarda görülen korkunç enflasyon vergiyi bir yönüyle zulüm, öteki yönüyle gülünç olma durumuna getirmiştir. Para değerinin kaybı bazı vergileri “gülünç” yapmıştır. Özellikle maktu vergiler böyledir. Ama bugünkü vergi dilimlerine göre yüksek oranda vergilendirilen gelirlerin, gerçek satın alma gücü büyük nispette kaybolduğu için, büyük mükellef çoğunluğu için altından kalkılamayacak bir yük halinde vergiye tâbi bulunduğu bilinmektedir.

Yapılacak bir vergi reformu, dar gelirlilerin ve ücretlilerin vergi yükünü bugünkü hayat şartlarına göre hafifletmeli ve esneklik kazandırmalıdır.

Vergi kaçakçılığı çok yaygındır. Aşırı ve lüks tüketimlerine veya hayat standartlarına göre çok kazandıkları herkesçe bilinen bir çok mükellef düşük gelir beyanında bulunabilmektedir. Bunun en önemli sebebi, vergilendirmede otokontrol mekanizmalarının yokluğudur. Bir mükellefin vergiden belli oranda düşeceği bir masraf, başka bir mükellefin gelir hânesine intikal etmedikçe, böyle bir otokontrol sağlanmadıkça vergi kaçağını önlemek çok zordur.

Bir taraftan ekonomik teşkilâtlanmanın, diğer taraftan vergi kontrolünün yetersizlikleri, çok büyük kazançların vergi dışında kalmasını, vergiden kaçırılmasını kolaylaştırmaktadır. Bu durum hem toplumda sosyal adalet fikrini zedeliyor hem de devletin gelir kaynaklarını daraltıyor. Ayrıca böyle bir mekanizmanın dürüst vergi mükellefini cezalandırdığı da muhakkaktır.

Enflasyonun en önemli sebeplerinden biri de budur.

Vergilendirme siyasetinde çok dikkatli ve geniş görüşlü olmak gerekir. Ağır vergiler getirmek, devletin gelirlerini arttıracak gibi görünse bile, hem vergi kaçakçılığını teşvik eder hem de uzun vâdede devletin vergi kaynaklarını kurutur. Vergi siyaseti, vatandaşı vergi yükü altında ezmeyecek şekilde ve yatırımları teşvik edecek biçimde oluşturulmalıdır.

Asgari geçim indirimi kesinlikle vergi dışında bırakılmalıdır. Vergilendirmede ücretliler lehine, yani işçi, memur, emekli, dul ve yetimleri koruyacak ve küçük üreticiyi teşvik edecek şekilde çözümler getirilmelidir. Esnafa kolaylıklar sağlanmalıdır. Diğer taraftan yatırıma gitmeyen yüksek kazançlar etkili şekilde vergilendirilmelidir.

Temel ilkelerini bu şekilde tespit ettiğimiz vergi reformu, çevreden merkeze doğru kalkınma stratejimizi de destekleyici özelliklere sahip olacaktır. Geri kalmış bölgelerimize yapılacak yatırımların vergi muafiyetleriyle teşvik edilmesi, sanayileşmenin yaygınlaşmasına katkıda bulunacaktır.

Düşündüğümüz vergi reformunun asıl hedeflerinden biri de, küçük tasarrufların biriktirilerek yatırıma sevk edilmesini etkili şekilde teşvik etmek olacaktır. Böyle bir vergi siyaseti, mevcut sinaî müesseseleri halka açılmaya özendireceği gibi, ticarî müesseseleri de sanayie yönelmeye teşvik edecektir.

Köylülerin, işçilerin, esnafın kuracağı çok ortaklı şirketler vergi siyasetiyle desteklenecektir. Fakat çevreden merkeze kalkınma stratejimizin önemli bir esasını teşkil eden bu tür kuruluşlar sadece vergi siyasetiyle değil, çok yönlü olarak desteklenecektir.

Ekonomik, sosyal ve kültürel hayatın bütün veçheleri birbirine yakından bağlı olduğu için, biz bütün reformlarımızı bir bütünlük içinde düşünüyoruz. Vergi reformu görüşümüzün, vergi adaletini sağlamanın yanında, sanayileşmeyi çevreye götürecek politikaları da ihtiva etmesinin sebebi, hepsinin stratejik bir bütünlük halinde ele alınmasıdır. Bu açıdan baktığımızda, savunduğumuz vergi reformu, ekonomide kurumlaşmayı da teşvik edecektir. Zira ekonomik kurumlaşma teşvik edilmeden, küçük tasarrufların birikimi ve sermaye halinde yatırıma sevk edilmesi mümkün olmayacaktır. İşte bu noktada vergi reformu, eğitim reformu, hukuk reformu ve sosyal reform görüşlerimiz birbirlerini tamamlamakta ve hepsi birden “çevreden merkeze kalkınma” stratejimizle bütünleşmektedir.

HUKUK REFORMU

Hukuk reformu anlayışımız da çok yönlüdür. Temel amaçlarımızdan biri, insanlarımızı hürriyet içinde, adil ve süratli bir adalet hizmetine kavuşturmaktır. Hukuk sistemimizin millî yapımıza ve ihtiyaçlarımıza uygun hale getirilmesinin yanında, adalet hizmetlerinin yaygınlığı ve süratlendirilmesi en önemli amacımızdır.

Ülkemizde hiç kimse hukuk yardımından mahrum kalmamalıdır. Yoksul, dul, yetim, ihtiyar veya gerekli bilgi ve tecrübeden mahrum olduğu için karşılaştığı hukukî meselelerde gerekli savunma ve hak arama imkânını bulamayanlar, devletin organize edeceği ciddi bir adlî yardım müessesesinden istifade edeceklerdir. Bugün mevzuatımızda yer alan adlî yardım müessesesi iyi organize edilmediği ve devlet desteğinden yoksun olduğu için umulduğu şekilde işleyemiyor.

Hukuk reformunun, ziraî arazinin miras hükümlerine tâbi olması bakımından mutlaka tarım ve toprak reformuyla birlikte ele alınması ve tarımsal kooperatifçilikle birlikte yürütülmesi gerekmektedir. Hukuk reformu, ekonomik kurumlaşmayı kolaylaştırıcı hükümler getirerek çevreden merkeze sanayileşme stratejisini de destekleyecektir.

Hukuk reformu görüşümüzün önemli gayelerinden biri de, toplumumuzda, daha önce de belirttiğim gibi, savunma hakkını sağlamlaştırmak ve tahkikatın her safhasında yaygınlaştırmaktır.

Türk vatandaşı, hayatının hiçbir safhasında ve hiçbir mesele karşısında kendisini hukukun himayesinden mahrum ve hukukî himayeyi sağlayacak organizasyonlardan uzak bulmamalıdır.

Toplumda hukuka bağlılık ve güven fikrinin gerçekçi olarak geliştirilmesi de hukuk reformu anlayışımızın bir bölümünü teşkil etmektedir.

Böyle bir ortamda meydana gelecek olan güven, teşebbüs fikrine, mülkiyetin yaygınlaşmasına, toplumun müesseseleşmesine de büyük katkıda bulunacaktır.

Hukuk, sağlıklı toplumun en önemli dayanaklarından biridir. Bunu başaracağız.

SOSYAL REFORM

Çağdaş insan sadece asayiş manâsında güvenlik değil, sosyal güvenlik de istemektedir. Bu yüzden de çağdaş devlet, yalnız zabıta ve adliye hizmetlerini gören bir devlet değil, aynı zamanda sosyal devlettir.

Meselenin temelinde insan bakış açısı vardır. İnsanı üstün bir değer olarak kabul eden her anlayış, insanın hizmetinde bir devlet kavramını da kaçınılmaz olarak kabul edecektir. Özellikle sanayi devriminin ortaya çıkardığı ve şiddetli siyasî sonuçlar doğuran sosyal bunalım, hem devlet siyasetlerini hem de dünya görüşlerini daha insanî olmaya zorlamıştır. O andan itibaren devletler vatandaşların can ve mal güvenliğini korumak ve toplumu dış düşmana karşı savunmak gibi “klasik” görevlerinden başka vazifeler de yüklenmiştir. Refahın yaygınlaştırılması, vatandaşların sosyal güvenliğe kavuşturulması, hayat, sağlık ve işsizlik sigortaları gibi devletin yüklendiği yeni görevler, daha sağlıklı ve daha istikrarlı bir toplum meydana getirmeye yönelmiştir.

Gerçekten de, insanların ezildiği, yarınlarından emin olmadıkları, hor görüldükleri toplumlarda huzur ve istikrar bulmak mümkün değildir. Böyle bir ortam kişilerin ruh sağlığını ve sosyal ahlâkı menfî şekilde etkilediği gibi, toplumları da büyük çatışmalara sürükleyerek yıpratmakta, hatta bazen büyük felâketlere sebep olmaktadır. Çatışmalara, huzursuzluğa ve insanî değerlerin yozlaşmasına maruz kalan toplumlar gelişme heyecanını ve dinamizmini de kaybetmektedirler.

Bu tarihî ve çağdaş gerçekler bizim sosyal reformlar anlayışımıza ışık tutmaktadır. Kendi tarihimizin mutlu ve felâketli günlerinden çıkardığımız tecrübeler de bize aynı görüşleri telkin etmektedir.
Türkler kişilerin hürriyetlerine ve sosyal güvenliğe büyük önem vermişlerdir. Doğrudan doğruya devlet tarafından teşkilâtlandırılmamış olsa bile, topluma hâkim olan dünya görüşünün kurdurduğu ve devletin de koruyup geliştirdiği müesseseler asırlar boyunca toplumumuzdaki sosyal yardımlaşma ve güvenlik ihtiyacını karşılamıştır.

İnsanı “eşref-i mahlûkat” yani yaratılmışların en yücesi sayan İslâmî, millî ve insanî dünya görüşünün teşkilâtlandırdığı vakıflar, yalnız dinî hizmetler için değil, sosyal hizmetler için de kurulmuş ve akıllara hayret veren bir yaygınlık ve uygulama başarısı göstermiştir. Bu vakıflarda ticaret ve üretimin gelişmesini teşvik edecek hizmetler, sağlık hizmetleri, yoksullara yardım hatta kredi temini gibi amaçlar da güdülmüştür. Bu müesseselerden hiçbir ayrım gözetilmeden bütün insanların yararlanmaları temin edilmiştir.

Gerileme devriyle birlikte bu müesseselerin de yozlaştığını, amacından sapmaya başladığını ve giderek işleyemez hale geldiğini biliyoruz. Bu menfî gidişe paralel olarak toplumumuzda huzursuzluklar da artmıştır.

Bugünkü Türkiye, yarı gelişmiş bir ülke olarak, sosyal güvenlik yönünden çok yetersiz bir manzara arz etmektedir. İnsanlarımızın büyük bir kısmı sağlık hizmetlerinden, sosyal yardım ve güvenlikten yoksun bulunmaktadırlar.

Nitekim yurdumuzda son verilere göre toplam nüfusun onda biri, çalışan nüfusun ise üçte biri çeşitli sosyal güvenlik programlarından yararlanmaktadır. Bunu, yeterli saymak mümkün değildir. Toplam nüfusun onda dokuzu, çalışan nüfusun üçte ikisi hiçbir sosyal güvenliğe ve yardım imkânına sahip olmayan ve yarın endişesi içinde kıvranan bir toplumun “sağlıklı” olması düşünülemez.

Bilhassa tarımda sosyal güvenliğin olmaması büyük bir eksiklik ve ciddi bir yaradır. Köylümüz hâlâ tabiat şartlarına tâbi bir üretim hayatı ve dolayısıyla sosyal hayat yaşamaktadır. Ciddi bir toprak meselesiyle, Doğulu gibi üretmek derdiyle ve yarınlarının belirsiz oluşunun verdiği sıkıntılar içinde yaşayan köylümüzün elinden tutabilecek bir tek sosyal yardım ve güvenlik teşkilâtı yoktur. Devletin köylü hayatına etkisi sadece ziraî kredi ve taban fiyat siyasetleriyle ortaya çıkmaktadır. Bu durumda iktisadî bakımdan büyük zorluklarla karşılaşmaktadır.

Köylü, şu veya bu sebeple geçimini kaybettiği veya çalışamaz hale geldiği zaman, güvenebileceği hiçbir müessese yoktur.

Tarım sektörünün her türlü sosyal güvenlik imkânından mahrum olması büyük bir sosyal yaradır ama tek sosyal yaramız değildir. Mevzuata göre şu veya bu sosyal güvenlik programına dahil olması gereken bir çok vatandaşımız, kontrol ve organizasyon yetersizliği yüzünden, kanunun getirdiği bu haklardan yararlanamıyorlar. Pek çok işçi ve çırak, kanunî haklardan yararlanmaksızın çalıştırılabilmektedir.

Biz, bütün vatandaşlarımızı içine alan yaygın bir sosyal güvenlik ve yardımlaşma teşkilâtının kurulmasını savunuyoruz. Bütün çalışan vatandaşlarımız hayat, emeklilik, kaza ve sağlık sigortasına alınmalıdır. Hiç kimse, hayatının her safhasında, sosyal güvenlikten mahrum kalmamalıdır. Devlet, kuracağı yaygın sosyal güvenlik teşkilâtıyla herkesin geleceğini garanti altına almalıdır. Dengeli bir şekilde işsizlik sigortası uygulaması başlatılmalı ve giderek yaygınlaştırılmalıdır.

Tarımın hâlâ büyük çapta tabiat şartlarına tâbi bulunduğu bir ülkede üreticinin ürünleri tabiî âfetlere karşı sigortalanmalıdır. Bu, sadece insanî değil, sosyal ve ekonomik bir görevdir. Böyle bir uygulama güvensizliği büyük ölçüde ortadan kaldıracağı için, üretim ve teşebbüs heyecanını ve dolayısıyla üretimi arttıracaktır.

Bu tedbirlerle ve tam istihdamı hedef alan ekonomi politikalarıyla ülkemizde bir “asgarî refahlı geçim düzeyi” oluşturulacaktır. Bu düzey, bir ailenin hayatî ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Hiç kimse bu düzeyin altında bırakılmayacaktır. Sosyal güvenlik ve hayat standardı reformlarıyla “fırsat eşitliği” düzeni oluşturulacaktır. Eğitim reformunun buna büyük katkıları görülecektir. Herkes, hayatta başarılı olabilmek için fırsat eşitliğine kavuşacak, bundan sonrası kendi kabiliyet ve çalışkanlığına bağlı olacaktır.

Böyle bir sosyal reform, üretme, teşkilâtlanma, teşebbüslere girme heyecanını uyandıracağı için “çevreden merkeze kalkınma” stratejimizin gerektirdiği yaygın, çok hissedarlı, geniş mülkiyet tabanına dayanan teşkilâtlanmaları da kolaylaştıracaktır. Zira sosyal güvenliğe sahip olan vatandaşlarımız, ekonomik “risk” bakımından daha müteşebbis olmaktan çekinmeyeceklerdir.

Kısaca “sosyal reform” adını verdiğimiz bu reform, öteki reformlarımızla birlikte ve koordineli olarak yürütülecektir. Böylece hizmetlerin etkinliği, sürati, kalitesi sağlanacağı gibi, sosyal güvenlik ve yardım kuruluşlarının iktisaden verimli ve uygun sahalarda yatırımlara yöneltilmesi de mümkün olacaktır. Bu, “çevreden merkeze kalkınma” stratejimizle bütünleşen bir yöndür.

TARIM VE TOPRAK REFORMU

Ülkemizdeki toprak dağılımının ne kadar adaletsiz olduğunu daha evvel belirtmiştim. Bu durumun doğurduğu ve doğuracağı sosyal meselelere dikkati çekmiştim. Ancak, yapacağımız tarım ve toprak reformunun tek amacı toprağın dağılım düzeninde adaletin sağlanmasından ibaret değildir. Hele mevcut tarımsal araziyi çiftçilere eşit olarak dağıtmak adalet olmadığı gibi, iktisadî bakımdan hem bütün toplumumuz için hem de çiftçilerimiz için büyük bit yıkım sebebi olacaktır. Zira toprağın belirli bir verimlilik ölçüsü vardır. Herkese birkaç dönüm toprak vermek, tarımda verimliliği korkunç derecede düşürecek ve ülkemizin bu çok önemli potansiyelini mahvedecektir.

Esasen ülkemizde tarıma müsait arazi, tarımsal nüfusumuza yetecek durumda değildir. Bu gerçeğin bir başka açıdan ifadesi, tarımda nüfus fazlasının mevcut olmasıdır. Tarımsal nüfus, uygun ve dengeli politikalarla başka sahalara ve özellikle sanayie aktarılmalıdır. Bizim düşündüğümüz tarım ve toprak reformu ile bir taraftan tarımda verimliliği arttırmaya yönelirken, diğer taraftan da tarımsal nüfusun çevreden merkeze kalkınma stratejisi ile bütünleştirilmesini amaç edinmektedir.

Bu bakımdan biz, tarım ve toprak reformunu sosyal yönleriyle birlikte, çevreden merkeze kalkınma stratejimizle irtibatlı olarak düşünmekteyiz.

Aşırı derecede büyük ve bu yüzden verimli olarak işletilemeyen ve sosyal meseleler doğuran toprakların reform kanunu çerçevesinde kamulaştırılarak dağıtıma tâbi tutulması gerekmektedir. Toprak ağalığına karşı olduğumuz gibi toprağın devletleştirilmesine de karşıyız. Savunduğumuz toprak düzeninin temeli, dengeli ve adil mülkiyet dağılımına ve verimli bir tarım işletmeciliğine dayanmaktadır. Toprağın devletleştirilmesinin veya kolektifleştirilmesinin ekonomik bakımdan çok zararlı sonuçlar doğurduğu tecrübe ile sabit bir gerçektir. Bugün bütün sosyalist ülkelerde tarımın verimsizliği en büyük ekonomik problemlerden birini teşkil etmektedir.

Tarım reformu ile desteklenmeyen bir toprak dağıtımı, ülkemize umulan yararı sağlamayacaktır. Hatta toprağın miras hükümleri sebebiyle sürekli olarak bölünmesi, giderek ülkemizde tarım işletmeciliğini güç hale getirecektir. Bir yandan bölgelere göre verimli toprak standartları genel ölçüler olarak tespit edilirken, diğer taraftan da toprağın ufalanması önlenmeli, artan nüfus tarım reformu ile birlikte yürütülecek tarım kentlerine veya sanayie kaydırılmalıdır.

Bundan başka tarımsal girdilerin, gübre, ilâç, tarımsal âletler ve yakıtın temini konusu da reform anlayışımızda ele alınmıştır. Bu konuda temel prensip, hem bu girdileri temin etmek, hem de israfı önlemektir. Bilhassa tarım âlet ve makinelerinin kullanımında israf vardır. Tarımda ferdî mülkiyeti korumakla birlikte reform çalışmaları yürürken, kooperatifçiliğin geliştirilmesine de önem verimlilidir. Tarımsal girdilerin kooperatifler vasıtasıyla temin edilmesi ve kullanılması hem mekanizasyonu hızlandıracak, hem de âlet ve makine israfını önleyecektir.

Tarımda kooperatifçiliğin yaygınlaştırılması, reform anlayışımızın önemli hedeflerindendir. Ancak düşündüğümüz kooperatifler sadece girdi temini ile yetinmeyeceklerdir. Biz tarım kooperatiflerini çiftçimizin, ekonomik bakımdan teşkilâtlanması ve cihazlanması olarak düşündüğümüz gibi, sermaye birikimini sağlayıcı kuruluşlar olarak da düşünmekteyiz.

Böylece bizim, kooperatif anlayışımız, tarımda sadece üretim ve tüketim kooperatifçiliği sınırları içinde kalmayacaktır. Bu kooperatiflerin kendi bölgesinde yatırıma yöneltilmesi, hatta kendi ürünlerini pazarlaması da temin edilecektir. Elde edilen ürünün işleneceği tesisler, ilgili kooperatifler tarafından o bölgede kurulmalıdır. Tarımsal ekonominin ihtiyaç duyduğu imalat, tamir ve ikmal işleri bu şekilde karşılanabilir. İşte bu noktada tarımsal sanayi hem coğrafî bakımdan, hem de mülkiyet yönünden yaygınlaştırılmış olacaktır.

Kırsal alanda kurulacak bu tip tesisler, kendiliğinden cazibe merkezi haline gelebilecektir. Ayrıca devletin yürütülebileceği eğitim ve tarım politikası da bu yönelişi destekleyecektir. Bu sağlık tesisleri, teknik ziraat hizmetleri, silolar ve okullar giderek, “tarım kentleri”ni meydana getirecektir.

Böylece üretim sırasında tarlasında veya bahçesinde çalışan çiftçi kendi ürünlerinin işleneceği sırada ortakça sahip olduğu fabrikada işçi olarak çalışabilecektir. Tarımda görülen işsiz nüfus, ulaşım ve yerleşim kolaylıkları bakımından öncelikle burada çalışmayı tercih edecektir.

Bu tür tesisler, proje, teknik yardım ve kredi yoluyla devletçe desteklenecektir. Böylece kırsal alanda sermaye birikimi geniş tabanlı kuruluşlarda meydana gelecektir. Bu, hem sosyal adaletin sağlanmasını kolaylaştıracak, hem de bölgelerarası kalkınma dengesinin sağlanmasına büyük katkıda bulunacaktır. Kırsal kesimde oluşan sermayenin yatırıma yönlendirilmesi, bu sermayenin tüketilmesini, israfını veya aracı faaliyetlerle üretken olmayan sahalara gitmesini de önleyecektir.

Bugün tarımdaki fazla nüfusun sağlıksız şekilde büyük kentlere akışının doğurduğu çok ağır sosyal, iktisadî ve kültürel problemlere kaynağında çözüm getirilmiş olacaktır.

Şunu önemle vurgulamak gerekir ki, tarım ve toprak reformunun asıl amacı üretimi arttırmaktır. Dünyada tarımsal ürünlere duyulan ihtiyaç gittikçe artmaktadır. Türkiye buğday üretimini hızla arttıracak olursa, petrol çemberini kırabilir. Bugün buğdayla ham petrol eşdeğerlidir.

Tarımda verimin dengeli şekilde arttırılması sadece yeterli girdi temini ve teşvik politikalarına bağlı basit bir mesele değildir. Bugüne kadar girdi temini ve teşvik konusunda takip edilen politikalar Türkiye’yi bir çıkmaza götürmektedir. Bir tarafta iç ve dış pazarlarda tüketilemeyen stoklar oluşmakta ve ekonomimize ağır külfetler yüklemektedir, diğer taraftan bazı ürünlerde yokluklar çekilmektedir. Bu durum genel bir tarım plânlamasını gerektiriyor. Bizim tarım ve toprak reformu görüşümüz, tarımın genel plânlanmasıyla bütünlük taşımaktadır. Hem ülke ihtiyaçları, hem de dünya piyasalarının talebi dikkate alınarak, Türkiye, neyi ne kadar üreteceğini plânlamalıdır.

Teşvik politikalarının durdurulması isabetli olmayacaktır. Zira böyle bir durum gneiş kitleleri zarara uğratacak, verimi düşürecek ve kırsal alanda sermaye birikimin sekteye uğratacaktır. Bizim savunduğumuz plânlama ekim alanlarıyla ilgilidir. Ülkemizdeki tarımsal arazinin genel bir envanteri çıkarılarak, hangi bölgede, hangi ürünlerin ekiminin yapılmasının gerekli ve verimli olacağı tesbit edilecek ve bu tesbitler istikametinde teşvik politikaları oluşturulacaktır. Meselâ, artık ülkemizde fındık ve tütün üretim sahalarının genişletilmesine hiç gerek yoktur. Böyle bir gidiş ekonomiye ağır yükler getirdiği gibi üreticinin de aleyhine olmaktadır. Bunun yerine hububat ve endüstriyel bitki tarımının teşvik edilmesi gerekmektedir. Böyle bir tarım plânlaması hem millî pazarın istikrarı ve enflasyonla mücadele bakımından, hem de dış ticaret dengesi bakımından gerekmektedir.

Alparslan TÜRKEŞ
Bunalımdan Çıkış Yolu, sh: 115- 139

Ziyaret -> Toplam : 125,17 M - Bugn : 56082

ulkucudunya@ulkucudunya.com