‘Yerli Sokrates’ Durmuş Hocaoğlu’nun Ardından…
M. Nihat MALKOÇ 01 Ocak 1970
Ayrılıkları çağrıştırır sonbahar; yaprağı dalından, arıyı balından koparır; yalnızlığın orta yerinde bulursunuz kendinizi. Ruhumuzdaki baruttan dağlara çakılan bir kibrittir sonbahar… Nedense hüzün mevsimi olarak yerleşmiştir belleklerimize. Sonbahar ki hayatın gerçek yüzüyle yüzleştirir bizi; faniliğin boşluğunda bozulur yaşamak denen büyü… Tabiat soyunur, çıkarır yemyeşil elbisesini. Sadece yaprakları değil, umutları da döker sonbaharın sert rüzgârları… Pusu kurar canların güzergâhında… Ölüme çıkar bütün merdivenler… Filmin son perdesidir, hayat şarkısının son nakaratıdır, ölüme açılan en son kapıdır sonbahar...
Her şeyi ölüme çağıran sonbahar, yine acı yüzünü gösterdi biz fanilere. Hazan hüzün getirdi gönül ocağımıza. Yine döktü dallarımızdaki son kuru yaprakları. Ölümü çağrıştıran sonbahar bir kez daha tarumar eyledi yürek bahçelerimizi. Bitti hayat kaleminin mürekkebi; eridi buzdağının görünen yüzü… Tebessümler, yerini korkulu bekleyişlere bıraktı. Ölümün donduran soğuk nefesi değdi sararan çehrelere… Güneş, mahşer günü doğmak üzere battı ufkun ötesinde. Hayat kışlasından tezkeresini aldı faniliğin idrakiyle yaşayan bir fani… Bir dost daha atıldı gerçek dostunun müşfik kollarına… Şairin dediği gibi “Gitti gelmez bahar yeli;/Şarkılar yarıda kaldı./Bütün bahçeler kilitli;/Anahtar Tanrıda kaldı.// Geldi çattı en son ölmek./Ne bir yemiş, ne bir çiçek; /Yanıyor güneşte petek;/Bütün bal arıda kaldı.”
Türk milliyetçiliğinin son dönemdeki güçlü soluklarından biri olan Durmuş Hocaoğlu hiç beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrıldı. Milletini, milliyetini ve memleketini çok seven, bu toprakların gerçek sahipleri öksüz kaldı. İnandığı gibi yaşayan ve değerlerinden asla taviz vermeyen dik bir adam; nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmeden, dimdik göçtü bu gurbet ellerden. O, giderken arkasında şerefli bir mazi ve yerli malı düşünceler bıraktı.
Bu ülkenin düşünen, münevver insanları çok büyük bir zenginliktir bizler için… Onlar karanlıkları aydınlatan ayışığı hükmündedirler. İşte tam da bu özellikleri taşıyan çok önemli bir aydınımızı kaybettik geçenlerde. Önceki gece Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu, üretmek için genç sayılabilecek bir yaşta evinde geçirdiği kalp krizi sonucu 62 yaşında hayatını kaybetti. Hocaoğlu, Bostancı Kuloğlu Camii’nde ikindi vakti kılınan cenaze namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı’nda defnedildi. Düşünen ve düşündüklerini her ortamda çekinmeden, yüksek sesle dile getiren merhum Hocaoğlu uzun yıllar Yeniçağ gazetesinde köşe yazıları kaleme almıştı.
Zamanı çok verimli kullanan, az zamanda çok iş yapan Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun 62 yıllık hayat hikâyesine baktığımızda şu bilgilerle karşılaşıyoruz:
“1948’de Bayburt’ta doğan Durmuş Hocaoğlu, 1974’te İTÜ’den Elektrik Mühendisi olarak mezun oldu. 1982’de mühendislik mesleğini terk etti ve Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Fizik Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girdi. O tarihten sonra Felsefe’de mastır ve doktora yaptı; Fizik’te ise mastır yaptı, doktorasını tez aşamasında bıraktı.
Durmuş Hocaoğlu, 1983 yılında İstanbul Üniversitesi’nde başladığı felsefe kariyerinde önce 1986’da “Descartes’ın Fizik Anlayışı” isimli tezi ile yüksek lisansını, 1994'te “Türk-İslâm Düşünce Tarihinde ve Modern Fizik’te Kozmos” isimli tezi ile doktorasını ve 1986’da ise Marmara Üniversitesi’nde “Tekil Lineer Sistemler İçin Geliştirilen Bir Transformasyonun Yorumu Üzerine” isimli tezi ile fizik yüksek lisansını başarıyla tamamladı.
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan ve mültidisipliner bir akademik çalışma kariyeri bulunan Hocaoğlu’nun çalışma alanları Fizik Felsefesi, Bilim Felsefesi, Tarih ve Siyaset Felsefesi olup, muhtelif dergilerde Elektrik Mühendisliği ve Fizik gibi teknik konular yanında Bilim ve Fizik Felsefesi, Tarih Felsefesi, Siyaset Felsefesi, Din ve Laiklik v.b. konularda makaleler kaleme almış; ayrıca, muhtelif akademik toplantılara tebliğler sunmuş ve tebliğ kritikçiliği yapmış, birçok gazete ve dergide sürekli yazarlık yapmıştır. “Devletçilik Bumerangı”, “Düşük Şiddetli Devrim ve Bir Entelijansiya Kritiği” ve “Laisizm’den Milli Sekülarizm’e” isimli yayınlanmış üç kitabı bulunmaktadır. Hocaoğlu’nun Alpaslan, Tuğrul ve Kürşat isimlerinde üç erkek evlâdı vardı.
Fikir hayatımızın kilometre taşlarından biri olan Durmuş Hocaoğlu, milletinin ıstıraplarını şahsî ıstıraplarından hep önde tuttu. “Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemal/Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” diyen Namık Kemal’ın bu çağdaki ete kemiğe bürünmüş haliydi o… Bir milleti utandırmak için değil, uyandırmak içindi bütün gayretleri. Zira bu millet son dönemlerde sanki narkoz verilerek ne yazık ki uyutulmuştur. Bu gaflet uykusunun dalalete dönüşmeden birileri tarafından sona erdirilmesi gerekiyordu. Onun yaptığı da uyutulan ve kendi olmaktan çıkarılan şanlı bir milleti uyandırmaktan ibaretti.
O; dünyaya, mala mülke değer vermeyen Yunus gönüllü bir mütefekkirdi. Vatan ve millet sevgisi gönlünü tamamen kapladığı için yüreğinde başka sevgilere yer yoktu. İçindeki vicdan polisi gaflet uykusuna dalıp da hataya düşmemesi için daima nöbetteydi. ‘Fedakârlık’ ve ‘hasbilik’; onurlu bir insan olarak daima alnı ak, başı dik olarak gezen, çağın Dede Korkut’u olarak gördüğüm bu yiğit insanı anlatan iki güzel kelimedir. O; bazı asalak tipli insanlar gibi davasını, dünyalık elde etmek için bir merdiven olarak kullanmamıştır.
Çok okuyan ve çok düşünen bir aydın olan Durmuş Hocaoğlu’nun milletimize ve memleketimize dair çok isabetli tespitleri vardır. Ona göre bizler çok iyi dövüşen milletiz ama çok iyi düşünen, analiz ve sentezler yapabilen millet değiliz. Millet olarak düşünmüyor, düşündüğümüzü zannediyoruz. Doğrularımızla hesaplaşmaktan korkuyoruz. Kendimize toz kondurmuyor, kendimizi peygamber masumiyeti içerisinde görüyoruz. Her nedense üzerimizde bir ölü toprağı var. Ona göre Türk milliyetçilerinin en büyük meselesi bu camiadaki entelektüel azlığıdır. Bu, milletimizin meselelerinin en büyüğüdür. Bütün sıkıntılar bununla ilintilidir. O, özgürce düşünebilen ve düşündüklerini her ne pahasına olursa olsun ifade eden, Aristoteles’in “Bir düşünce adamı hiç kimseden emir almaz, belki herkes ondan emir almalıdır; sâfî bir düşünce adamı, hakikat kendisine nasıl görünmekte ise onu söyleyebilen kişidir.” düşüncesini benimsemiş, hayatı boyunca bu minval üzere yaşamıştır.
Merhum Durmuş Hocaoğlu’na göre siyaset kirleniyor; halkın ezici çoğunluğu siyasetçiye güven duymuyor, hemen hemen her siyasetçiyi birer potansiyel hırsız olarak görüyor. Bu güven bunalımından kurtulmak, en kısa zamanda güven ortamı oluşturmak gerekir. Ona göre “Ankara gitgide Bizanslaşıyor, kendi içine kapanıyor, kendi milletinden korkuyor, Ona güvenmiyor… Türkiye’nin ‘Türklerin ülkesi’ olduğu unutulmuş görünerek bir ‘mozaik ülke’ faraziyesi kuruluyor ve sonra bu tez çıkış noktası yapılarak ‘Yerlilik’, ‘Yerellik’, ‘Yeni Osmanlılık’, ‘Anayasal Vatandaşlık’ gibi ıvır-zıvır teoriler üretiliyor… Türkiye çok ciddî bir ‘demokrasi problemi’ yaşıyor… Etnikçilik cereyanları almış başını gidiyor; artık bu ülkede neredeyse ‘Türk’ olmak ayıplı bir hâl alıyor; Türkiye üzerine bin bir türlü projeler hazırlanıyor… Bir takım insanlar Türkiye’yi sahipsiz boş arazi farz ederek üzerinde yer beğeniyorlar; birtakım insanlar Türk Devleti’nin adına başkalarını ortak etmeye, Türk Devleti’nin sırtından başka devletler çıkarmaya çalışıyorlar… Türkiye, dipten ve derinden gelen bir ‘düşük şiddetli devrim’ yaşıyor; Türk Halkı, devletinden ve aydınından ümidini çoktan kesmiş, kendi kalkınma, modernleşme ve politik ergenleşme devrimini bizzat kendisi yapıyor… Türkiye’de bir ‘Kozmopolitan Müslümanlık’ anlayışı yaygınlaşıyor… Üniversitelerde eğitim, bilim bir tarafa bırakılıp bütün meseleler başörtüsüne kilitleniyor; hocalar resmen talebeleri hakkında casusluk ve jurnalcilik yapmaya zorlanıyor…” Hocaoğlu Türkiye’ye ve bu ülkede yaşayanlara dair bu acı tespitleri yaptıktan sonra “Milliyetçiler nerede?” sorusunu soruyor. Milliyetçilerin bu ciddi meseleler karşısında hazırlıklı olmadığını söylüyor. Bir anlamda kendinin de içinde olduğu kitleye dair özeleştiri yapıyor.
Merhum Durmuş Hocaoğlu, özeleştiriyi Türk milliyetçiliğinin en büyük ihtiyacı olarak görüyor; özeleştiriyi ‘en temelli bir metodoloji problemi’ olarak vasıflandırıyordu. Bununla ilgili olarak: “Ülkemizde hemen hemen herkesin yaptığı gibi kendimizi adeta peygamber masumiyeti konumuna yükselttik, hiç kendimize yönelik eleştiri yapmadık; eleştiri oklarımızın en keskinlerini hep başkalarının etine, gücümüz yettiğince de en derinine saplamaya çalıştık da kendi nazik tenimize bir toplu iğne başını dahi reva görmedik; bütün kusurları hep başkalarında aradık; hiç kendimizin de kusurlu olabileceğini düşünmedik. Üstelik kör-kör parmağım gözüne misali gözlerimizin önünde cereyan eden hâdiselerden asla dersler çıkarmaya çalışmadık… Açıkça deklare etmek ihtiyacını duyduğum şahsî kanaatim odur ki, Türk Milliyetçiliği konusunda en ziyade ihtiyaç duyulan şey, her şeyden önce ve behemehâl, bizzat Türk Milliyetçiliği içerisinden gelen, o kültür ve terbiye ile yetişmiş ve kendisini el'ân böyle nitelendiren, fakat hiçbir şahıs, zümre, parti, hizip, cemaat ve fraksiyona bağlı olmayan, hiçbir şahıs, zümre, parti, hizip, cemaat ve fraksiyonun adamı olmayan, bütün bunların hepsinin dışında ve üstünde, bağımsız, samimî milliyetçi entelektüellerin yapacakları seviyeli, yapıcı özeleştirilerdir… Eleştiriye tâbî olmayan, eleştiriye kapalı olan, bilgiyi ve kanaati infleksibl ve kutsal, dokunulmaz bir ideolojiye dönüştüren hiçbir düşüncenin mükemmelleşme şansı olamaz… Eleştirinin ilk ve kesin olarak uyulması zorunlu olan şartlarından birisi ve belki de en birincisi, ‘kendi doğruları’ da dâhil olmak üzere, gücü ve kudreti muktezasınca, kendisine doğru olarak sunulan her şey ile hesaplaşmaktır.”(2) diyordu.
Gerçekte fizikçi olan Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu; daha çok siyasî, felsefî ve tarihî konulardaki yazılarıyla tanınıyordu. İsabetli tespitleri olan bir kişiydi. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine tarihî ve kültürel kaygılarla karşı çıkıyor ve şu görüşlere yer veriyordu:
“AB, fikrî temelleri ve arkaik kuluçka dönemi Roma’nın son yıllarına, Augustinus’un, bütün Hristiyan dünyasının bir ve bütün, parçalanamaz olduğunu öngören “Hristiyan Birliği ideali”ne kadar geriye götürülebilen ve Avrupa’yı oluşturan ve ortalama olarak aynı kültür, medeniyet ve dini paylaşan Avrupa milletlerini ve devletlerini bir ve tek Avrupa devletine ve nihâî safhada da aynı “Avrupalılık” üst kimliği çerçevesinde mümkün olduğunca homojenleşmiş bir ve tek halka/millete dönüştürmeyi amaçlayan, bütün tarihin tanıdığı en kapsamlı siyasî mühendislik projesidir. Düşünce adamlarınca asırlarca diri tutulup geliştirilen bu ideal, yırtıcı milliyetçilikler ve ulus-devletler çağında Avrupalı devletlerin birbirlerine karşı galebe çalmak için giriştikleri sayısız “Avrupa iç savaşları” ile beslenmiş ve en nihayet, Churchill’in Eylül 1946’da Zürih Üniversitesi’nin açılışında yaptığı konuşma ile net bir siyasî projeye dönüşmüştür: Avrupa ya Amerikan modelli, federal, “bir tür Avrupa Birleşik Devletleri” şeklinde yeni ve radikal bir örgütlenmeye gidecek ya da kültürel, medenî, iktisadi ve askerî bakımdan çöküş yaşayacak. Bu açıdan AB’ye üye olmak isteyen herkese AB’nin, salt “ekonomik birlik” veya “ittifak” değil, bütün üye millî devletleri yutarak bir tek devlete dönüştürmeye yönelen “birlik” olduğuna dikkat ederek, şu çıplak gerçekleri hatırlatırım: -Her üye devletin millî egemenliği ve istiklâli kademeli olarak feshedilecektir.”(3)
Hocaoğlu, sözünü hiçbir zaman sakınmadı; doğru bildiği yolda yürüdü. Türk Milletinin aydınlanması için düşünce üretti ve bunları milletiyle paylaştı. Yeniçağ gazetesinde 737 tane yazı kaleme aldı. Türk Yurdu Dergisi’nde entelektüelleri uyandıran yazılar yazdı.
Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun hakikati haykıran gür sesini millet olarak ne yazık ki duymadık; birileri onun sesinin duyulmaması için yok yere cızırtılar çıkararak mevcut sükûneti bozdu. Benim “Türk Sokrates” olarak gördüğüm bu büyük mütefekkirin altın kıymetindeki sözleri arada kaynadı gitti. Oysa Onun birçok konuda çok isabetli teşhisleri ve derin analizleri vardı. Milletinin ıstıraplarıyla uğraşmaktan kendi derdini aklının ucuna bile getirmeyen, eğilip bükülmeyen, küçük hesaplar peşinde koşmayan, doğru bildiklerini haykıran bu sıra dışı filozofu yaşarken ne yazık ki anlayamadık. Anladığını zannedenlerin önemli bir kısmı da, hayata yüzeysel baktıkları için Onu yanlış veya eksik anladı. Oysa o, Türk milliyetçiliği için büyük bir değerdi. Onun düşüncelerinin zamanla daha iyi anlaşılacağını, kıymetinin öldükten sonra bilineceğini düşünüyorum. Allah rahmet eylesin.