« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

28 Eki

2019

Saltanatın Kaldırılması ve Sonuçları

Prof. Dr. Dursun Ali Akbulut 01 Ocak 1970

1. Saltanatın Kaldırılması(1 Kasım 1922)

Büyük Zafer'in kazanılması ve Mudanya Mütarekesi'nin imzalanması Türkiye'nin uluslararası alanda yeniden algılanmasını, başka bir deyişle doğru algılanmasını sağlamıştır. Mondros Mütarekesi'nden bu yana yapılacak barış anlaşması ile ilgili olarak sürekli Osmanlı hükümetlerini muhatap alan İtilâf Devletleri, Ankara hükümetinin vazgeçilmezliğini bir kez daha anlamışlardı. Bununla birlikte Osmanlı Devleti ve onun hükümeti hâlâ mevcuttu. O nedenle İtilâf Devletleri, 27 Ekim 1922'de her iki hükümeti de 13 Kasım'da Lozan'da toplanacak barış konferansına davet ettiler. Bunun üzerine Sadrazam Tevfik Paşa, 29 Ekim'de TBMM Başkanlığı'na çektiği telgrafta, barış konusunda birlikte hareket edilmesini ve bu münasebetle Ankara'nın belirleyeceği bir kişinin özel talimatla hemen İstanbul'a gönderilmesini ya da İstanbul hükümetince Ziya Paşa'nın Ankara'ya gönderilebileceğini bildirdi.1 Esasen barış konferansına "müşterek mesai" ile katılma önerisi, daha önce 17 Ekim'de Tevfik Paşa tarafından yapılmış, Mustafa Kemal Paşa bunu Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'na aykırı bulduğundan reddetmişti.2

Sadrazamın barış konferansına birlikte katılma önerisi TBMM'de de yankı uyandırdı. Bu mesele, 30 Ekim günlü meclis toplantısında ele alındı. Görüşmeler sırasında, İstanbul hükümetinin böyle bir girişimde bulunmaya hakkı bulunmadığından, bu hükümetin yok sayılması gerektiği noktasına kadar çeşitli düşünceler dile getirildi. Bazı mebuslar daha da ileriye giderek, konuyu yetki meselesinin ötesine taşıdılar, hükümet biçimini değiştirecek bir mahiyette irdelediler ve saltanatın kaldırılması için harekete geçtiler.3 1 Kasım 1922'den önce, Meclis'teki muhalifler saltanatın kaldırılacağına dair telaşlı ve heyecanlı bir propagandaya koyulmuşlardı. O zamanki hükümetin başkanı Rauf Bey'in de dahil bulunduğu bir grup saltanatın kaldırılmasına karşı olduklarını Mustafa Kemal Paşa'ya söylemişlerdi. Mustafa Kemal Paşa onlara verdiği cevapta, "mevzuubahs ettiğiniz mesele, bugünün meselesi değildir. Meclis'te bazılarının telaş ve heyecanına da mahal yoktur" demişti.4

İstanbul hükümetinin girişimleri, "bugünün meselesi" olmayan saltanatın kaldırılması olayını çabuklaştırdı ve zorunlu hale getirdi. 30 Ekim günlü meclis toplantısında, Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca meclis başkanlığına 6 maddelik bir önerge verildi. Bu önerge uzun uzadıya tartışıldı. Söz konusu önergede Osmanlı Devleti'nin sona erdiği, Ankara hükümetinin onun yerine geçtiği, hilâfet makamının esaretten kurtarılacağı belirtiliyordu. İstanbul hükümetinin meşruiyetini kaybettiği, Ankara hükümetinin Türkiye Devleti'nin yegane temsilcisi olduğu noktasında mecliste fikir birliği oluşmuşken, onun da ötesinde saltanatın kaldırılmasına karşı çıkanlar vardı. Dolayısıyla bu son noktada fikir birliği bozulmuş, Meclis'te bir karmaşa yaşanmaya başlamıştı. "Artık bir tarafta hainler ve saraycılar, bir yanda milliyetçiler yoktu. Ayrılık bu sonuncular arasındaydı."5

Bütün mebuslar, millet hâkimiyetinden yana oldukları halde, bunun nasıl sağlanacağı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Mebuslardan bir kısmı, millet iradesine dayanan Ankara'daki meclisi bunun için yeterli görürlerken, daha kalabalık bir grup saltanat kaldırılmadıkça gerçek anlamda millet hâkimiyetinden söz edilemeyeceğini savunuyor ve kesinlikle saltanatın kaldırılmasını istiyordu. Saltanat ve milli egemenlik, Batı'da birbirine zıt kavramlar olarak değil, Fransız İhtilali'nden bu yana birbirini tamamlayan öğeler olarak geliştirilmiş ve bunun sonucunda taçlı demokrasiler ortaya çıkmıştı. Geç de olsa yarım yüzyıl kadar sonra bu akım Osmanlı Devleti'ni etkilemiş, 1876'da Meşrutiyet ilan olunmuştu. Şeklen Osmanlı Meşrutiyeti diğerlerinden çok farklı bulunmamakla birlikte uygulamada, padişah buyruğu millet iradesinin önüne geçmiş seçimle toplanmış beş meclis, padişah buyruğu ile feshedilmişti. Şimdi saltanatın kaldırılmasını isteyenler, millet egemenliğinin üzerindeki bütün engelleri ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı. Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca verilen önerge, ad okunmak suretiyle oylamaya konuldu. 131 kabul, 2 red, 3 çekimser oya rağmen, çoğunluk sağlanamadığından işlem tamamlanamadı ve 1 Kasım Çarşamba günü toplanmak üzere oturuma son verildi.

1 Kasım Çarşamba günü yapılan 130. birleşimin ilk oturumunda söz konusu önergenin 6. maddesini değiştiren bir önerge daha verildi. Ayrıca Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve arkadaşlarınca, değişiklik niteliğinde görünmekle birlikte, ondan tamamen farklı mahiyette ikinci bir önerge daha başkanlık makamına sunuldu. 2 maddelik bu önergede Osmanlı hükümetinin tarihe intikal ettiği belirtiliyor, fakat saltanatın kaldırılmasından söz edilmiyordu. Bunun anlamı Osmanlı saltanatına dayalı bir TBMM yönetimi demekti. Açıkça söylenmese bile, Osmanlı Parlamentosu'nun yerine TBMM, Bâbıâlî'nin yerine Ankara hükümeti getirilmek suretiyle Osmanlı Devleti'nin devamlılığı sağlanmaya çalışılıyordu. Mustafa Kemal Paşa, bu önergeler ve yapılan tartışmalar üzerinde görüşlerini belirten uzunca bir konuşma yaptıktan sonra, söz konusu önergelerin Şer'iye, Adliye ve Kanun-ı Esasi encümenlerinden oluşan ortak komisyona havale edilmesine karar verildi. Ortak komisyon bir karar metni tasarısı hazırlayarak Başkanlık Divanı'na sundu. 2 maddelik karar metni tasarısında, saltanatın kaldırılması ile hükümet olarak sadece Ankara hükümetinin varlığı, halifeliğin Osmanlı hanedanına ait bulunduğu fakat bu makama ilim, ahlâk, olgunluk ve iyilik bakımlarından en önde olan hanedan mensubunun TBMM tarafından seçileceği belirtiliyordu. Bu tasarı meclis tarafından aynı gün, yani 1 Kasım 1922'de bir karar olarak kabul edildi.6

1 Kasım 1922 tarihli TBMM Genel Kurul Kararı şu düzenlemeleri beraberinde getiriyordu: 1. Saltanatla birlikte Osmanlı hükümetinin de varlığına son verilmiştir. 2. Hilâfet, saltanattan ayrılmış, hilâfet makamı olduğu gibi korunarak Osmanlı hanedanı'na ait olduğu kabul edilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı hanedanı ilga olunmamıştır. Vahideddin sultan unvanını yitirmiş sadece halife olarak kalmıştı. 3. Osmanlı Devleti son bulmuş, yerine "Türkiye Devleti" adıyla yeni bir devlet kurulmuştur. 4. Yeni Türkiye Devleti'nin hükümet biçimi tespit edilmemiştir.7 Bununla birlikte bu karar, bir anayasa değişikliği ya da mevcut 1921 tarihli anayasaya bir ilave mahiyetinde görülmekteydi. Nitekim Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının 6 maddelik önergeleri görüşülürken Hüseyin Avni Bey bu hususa işaret etmiş, bir kanun tasarısı niteliğinde olması nedeniyle Layiha Encümeni'ne gönderilmesini istemişti. Fakat meclis genel kurulu bu düşünceye katılmadığından karar tasarısı şeklinde görüşülmeye devam edilmişti.

1 Kasım Kararı, o zaman yürürlükte bulunan Hiyanet-i Vataniye Kanunu'nun 1. maddesi ile de çelişiyordu. Söz konusu madde, TBMM'nin kuruluş amaçları arasında hilafet ve saltanat makamlarının da korunmasını öngörmekteydi. Bu da kararın son derece acele ve şartların zorlaması sonucunda alındığını düşündürmektedir. 1 Kasım olayı, önemli bir değişikliği içerdiğinden gerekli yasal ve anayasal değişikliklere muhtaçtı. Atatürk'ün Nutuk'ta "bugünün meselesi" olarak görmemesinin sebebi de buydu.

Söz konusu yasal ve anayasal değişiklerin yapılamamış olması, bu konuda farklı görüşlerin, farklı değerlendirme biçimlerinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Saltanatın kaldırılmasından sonra, saltanat-ı milliye, milli halk saltanatı, millet saltanatı vb. gibi yine saltanat sözcüklü deyimler kullanılmaya başlandı. Meclis, yeni anayasal düzeni belirlemediğinden bu deyimler alternatif kavramlar olarak ileri sürülmüş görünmektedir. Fakat bunlardan hiçbiri anayasal rejimi ifade etmiş olamaz, eski sisteme tepki olmanın ötesine geçemezdi. Saltanat kaldırıldığı halde "saltanat" sözcüklü deyimlerin kullanılması dikkati çekmekte, bazı mebuslar bu sözcüğün telaffuz dahi edilmemesini, bu hususta konuşmacıların uyarılmasını başkanlık divanından istemekteydiler. Böyle bir ortamda anayasal rejim tartışmaları ortaya çıktı. Yeni Türkiye Devleti'nin hükümet biçimi neydi ya da ne olmalıydı konusu ile ilgili görüşler TBMM'nin dışında basın yayın organlarında geniş bir yer edindi.

Saltanatın kaldırılması altı asırlık bir yönetim biçimine, 2000 yıllık karizmatik egemenlik anlayışına son verilmesi bakımından önemli bir olaydı. Bu konu halledildikten sonra, yürürlüğe konulacak hükümet biçiminin kabullenilmesinde bir direnişle karşılaşılmaması beklenirdi. Fakat içeride ve dışarıda mevcut problemler, şekli hükümetin belirlenmesini bir müddet daha geciktirmiştir.

2. Anayasa Rejim Tartışmaları

Mudanya Mütarekesi gereğince Trakya'yı tesellüme memur edilen Refet (Bele) Paşa, 19 Ekim 1922'de İstanbul'a gelmiş, TBMM'nin ve milli ordumuzun bir temsilcisi olarak heyecanla, sevgi gösterileriyle karşılanmıştı.

Refet Paşa, İstanbul'da bulunduğu sırada, çeşitli ziyaretler yaptı ve bu ziyaretleri sırasında milli hakimiyet prensibi, bunun önemi üzerinde görüşlerini anlattı. Bu anlatımlara İstanbul gazetelerinde geniş ölçüde yer verildi. Refet Paşa bir temsilci olmanın ötesinde, bu türden görüşleriyle basının ilgi odağı haline geldi. 21 Ekim'de Darülfünun'da yapmış olduğu konuşmasında, yabancıların Anadolu hükümetinde bir "Cumhuriyet Fikri" aradıklarını anladığını söylüyor, aynı gün Belediye Başkanlığınca onuruna verilen ziyafette de cumhuriyet hakkındaki düşünceleri "köhne bir fikir" olarak değerlendiriyor ve "zaten ben esas itibariyle cumhuriyeti memleketimizin bünyesi için daha zararlı görürüm" diyordu. Refet Paşa, mevcut meclis hükümeti tarzının en uygun yönetim biçimi olduğunu savunmaktaydı. Bu konuşmalar yapıldığı sırada saltanat henüz kaldırılmamıştı. Dolayısıyla Refet Paşa'nın görüşleri, cumhuriyet yönetimine karşı olmak ve milli egemenliğin meclis hükümeti biçiminde gerçekleşebileceğini savunmakla sınırlı kalmıştır.

Refet Paşa'nın görüşleri bazı çevrelerce tepkiyle karşılandı. Çünkü o, tek kişinin yönetimine dayanan sistemi eleştiriyor, meşrutiyet ve cumhuriyet yönetimlerinin dışında meclis hükümeti öneriyordu. İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey, konu ile ilgili olarak yayınladığı kitapçıkta, meşrutiyeti savunmakta, meşruti hükümetlerde hükümdarların sakıncalı yönlerinin ortadan kaldırıldığını iddia etmekteydi. Buna göre hükümdarın varlığı elzemdi. Hükümdar, bir millete daha çok şahsiyet, bir kimlik, bir sağlamlık ve bir kuvvet verirdi. Meclis Hükümeti biçiminin hiçbir yerde mevcut olmadığını ve olamayacağını da savunan Lütfü Fikri Bey, saltanatın korunması ya da kaldırılması hususunda halk oylamasına gidilmesini de önermekteydi.

1 Kasım kararına aykırılık teşkil eden bu görüşlere aynı şekilde, karşı yayınlarla cevap verildi. Böylece bir "risaleler savaşı" başlatılmış oldu. Süleyman Nazif Bey, Lütfü Fikri Bey'i Batı'nın anayasa hukuku kuralları ile yönetim biçimimizi belirlemeye çalışmakla itham ediyor, onun "hükümdarların yararlı taraflarının kaldığı" yönündeki tezinin geçersizliğini göstermek için Osmanlı tarihinden örnekler veriyordu. İstanbul Barosu avukatlarından Fuat Şükrü (Dilbilen) Bey, Lütfü Fikri Bey'i ağır ve alaycı bir biçimde eleştirmiş, Mehmet Emin (Yurdakul) Bey, Anadolu'da halkın çektiklerini anlatarak padişahların gereksizliğinden ve o sistemin geçersizliğinden söz etmişti. Refet Paşa da dahil, eski sistemi tenkit edenler devlet başkanlığı makamının nasıl doldurulacağını söylemiyor ya da söyleyemiyorlardı. Çünkü yeni yönetimin biçimi açıklanmadığından bu konuda hemen hemen hiç kimse bir şey bilmiyordu.

Vahideddin'in firarı üzerine, yeni halifeyi seçmek için 18 Kasım 1922'de toplanan TBMM'de bazı mebuslar halifenin görevinin de belirlenmesi gerektiğini söylediler. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, İslamiyet'te egemenliğin şûra esasına dayandığını, halifenin bu şûranın doğal başkanı olması hasebiyle cismani ve ruhani sıfatları taşıdığını savunarak, "halife yalnız bir kelime ile olmaz. Biz Vatikan Sarayı'nı taklit etmiyoruz" dedi. Bununla halifenin yeni devletin başkanı olması gerektiği belirtilmek isteniyordu. Mustafa Kemal Paşa hemen kürsüye gelerek bu girişimi sonuçsuz bırakan bir konuşma yaptı. Halifeye, 1 Kasım Kararı'na aykırı olarak birtakım hak ve yetkiler tanınması girişimi sonuçsuz bırakılınca, Afyon Mebusu İsmail Şükrü (Çelikalay) Efendi, yani Halife Abdülmecit Efendi'ye biat meselesini açtı ve bunun şart olduğunu söyledi. Bütün bunlar mecliste tepkilere neden oldu. Meclis dışında özellikle Ankara'da Yeni Gün gazetesinde, halifeye hak ve yetkiler verilmesine karşı yoğun eleştiriler, taraftarlarına karşı tehdit anlamına gelebilecek bir dizi yazılar yayımlanmaya başladı.

Yunus Nadi Bey, 26 Kasım 1922 tarihli Yeni Gün'de, "Yeni Bir Cidal Devri" başlığı altında yayımladığı makalesinde, memlekette sultan ve padişah isteyen sefil ruhların bulunduğunu farzettirecek belirtilerin varlığına işaret ediyordu. Ertesi günü, yani 27 Kasım 1922'de Mersin mebusu Selahattin (Köseoğlu) Bey ile 23 arkadaşının imzaladıkları konu ile ilgili önerge meclis genel kurulunda okundu. Bu önergede makale sahibinin, düşünce özgürlüğünün sınırlarını aştığı, yüce meclisin şeref ve haysiyetine saldırıda bulunduğu iddia olunuyor ve meclis başkanlığından gereken işlemin yapılması isteniyordu. Yunus Nadi Bey ise söz konusu önergenin işleme konulmaması için harekete geçmiş ve bu doğrultuda bir önerge vermişti. Her iki önerge bir arada okunarak başkanlık divanını ilgilendirmesi bakımından oraya gönderilmesi kabul edildi ve sıradaki gündem maddesine geçildi.

Fakat suçlama altında bırakıldıklarına inanan mebuslar işin peşini bırakmak niyetinde görünmüyorlardı. Bu defa Afyon mebusu İsmail Şükrü Efendi, Dahiliye Vekâletinden cevaplandırmasını istediği bir soru önergesi verdi. Önergede, bu "irticai" hareketin önlenmesi için Dahiliye Vekâleti'nin ne gibi önlemler aldığı soruluyordu. Dahiliye Vekili Fethi (Okyar) Bey memleketin hiçbir yerinde "irticai" mahiyette bir hareket görülmediğinden bahisle, önlem alınmasına gerek görülmediğini belirtti. Cevabı yeterli bulmayan İsmail Şükrü Efendi tartışmayı sürdürmek isteyince, mecliste karışıklıklar çıktı, sözlerini tamamlayamadan, oturumu yönetmekte olan başkan görüşmelere ara vermek zorunda kaldı. İsmail Şükrü Efendi, olayı bir başka yoldan gündeme taşımakta gecikmedi. 15 Ocak 1923'te Ankara'da Hilâfet-i İslâmiye ve Büyük Millet Meclisi unvanlı bir risale yayınladı. Risâlenin gerçek yazarı gazeteci Eşref Edip (Fergan) Bey'di.

Risaleye göre, 1 Kasım Kararı'yla hilâfet makamı korunmuş, bu makam Osmanlı Hanedanı'na bırakılmıştı. Hilafet, hükümet demekti. Bu noktada bir tereddüt yoktu. Ancak hükümet TBMM çatısı altında düşünüldüğünde, halifelik makamına seçimi meclisin yaptığına bakıldığında, hilâfet makamının üstünlüğü söz konusu olamazdı. İsmail Şükrü Efendi, "halife meclisin, meclis de halifenindir" demek suretiyle, halifeyi hem devlet, hem de hükümet başkanı olarak görmek istiyor, meclisin tüm yetki ve sorumluluğu halifeye bırakmasını bekliyordu. Ona göre 1 Kasım Kararı'nın temel espirisi de buydu. Fakat halife ile meclis ayrı şehirlerde bulunduğundan, şimdilik böyle bir birleşmeye imkan yoktu. Bu geçici durum ortadan kalkınca, her şey yerli yerine oturacak, gerekirse bir kanuni düzenleme ile hilafet asli fonksiyonuna kavuşturulacaktı. İsmail Şükrü Efendi bu görüşleri savunurken, 1 Kasım Kararı'nı padişahlık sıfatlarından birinin yani "sultan" sıfatının kaldırılmasından ibaret bir hareket sayıyordu. O zaman gerçekte değişen bir şey olmuyor, şimdiye kadar sultan ve halife olarak ülkeyi yöneten Osmanlı padişahı, bundan sonra halife sıfatıyla ülkeyi yönetmeye aday gösteriliyordu. Bu da 1 Kasım Kararı'nın özüyle çelişiyordu. İsmail Şükrü Efendi'nin adı geçen kitapçıkta öne sürdüğü görüşleri mecliste, hükümette, basında geniş yankılara sebep oldu.

Risale yayınlandığı gün Ankara'dan hareketle Batı Anadolu gezisine çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa, anında olaydan haberdar edildi ve onun direktifleriyle mesele Müdafaa-yı Hukuk Grubu tarafından meclise taşındı. Ayrıca bir karşı risale ve basın yoluyla harekete geçilmesi kararlaştırıldı. Mustafa Kemal Paşa bir yandan Ankara'yı sürekli uyarırken, öbür yandan gezisi sırasında gittiği yerlerde milli egemenlik, milli irade kavramlarından sıkça söz ediyor, bunların önemi üzerinde bir kez daha ısrarla duruyordu.
16/17 Ocak 1923 gecesi İstanbul gazetecileriyle yapmış olduğu İzmit mülakatında İsmail Şükrü Efendi'nin hareket tarzından bahisle, bunun olumsuz bir gelişme olduğunu, karşısında tavır almanın gerekliliğini belirtmiştir. Hükümet de Şeriye Vekâleti kanalıyla mülakat şeklinde bu tarz hareketin doğru olmadığı hakkında Hakimiyet-i Milliye'de yayınlar yaptırdığı gibi, bu husus ajanslarla her yana tamim ettirildi. Dahiliye Vekâleti, iç durumu yakından incelemeye aldı. Adliye Vekâleti de savcılık aracılığı ile adli takibat başlattı. İsmail Şükrü Efendi'nin dokunulmazlığının kaldırılması için hükümet 20 Ocak 1923'te TBMM Başkanlığı'na bir tezkere gönderdi. Bu tezkere işleme konulmakla birlikte sonuçlandırılamadı, müdevver dosya halinde yeni yasama yılına intikal etti.8 Yeni yasama yılı yeni bir meclisle, ikinci dönem TBMM ile açılacak, İsmail Şükrü Efendi mebus seçilemediğinden dokunulmazlığının kaldırılması söz konusu olmaktan çıkacaktır.

3. İstanbul Hükümetinin İstifası (4 Kasım 1922)

1 Kasım Kararı ile İstanbul hükümetinin İstanbul'un işgalinden, yani 16 Mart 1920'den itibaren ve sonsuza kadar tarihe intikal ettiği kabul edilmişti. Çünkü Türk Milleti, Anadolu'da hem dış düşmanlara karşı ayaklanmış hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhinde harekete geçmiş olan Saray ve Babıâli ile mücadele ederek kurtuluş gününe ulaşmıştı. TBMM'nin açılmasından sonra, 24 Nisan 1920'de kabul edilen bir kararla, meclis üyeleri arasından ayrılacak bir heyetin vekâleten yürütme görevine memur edileceği, meclis başkanının aynı zamanda bu heyetin de başkanı olacağı ön görülmüştü. Buna bağlı olarak 25 Nisan'da yedi kişilik bir İcra Encümeni seçilmiş, 2 Mayıs 1920'de hükümetin oluşumu ile ilgili yasa yürürlüğe girmişti. Bütün bunlar Ankara'da meşru ve yasal bir hükümetin varlığını ortaya koymaktaydı. Bununla birlikte İstanbul'da da bir Osmanlı hükümeti bulunuyordu. Aynı devletin iki ayrı hükümetle temsil edilmesi, Milli Mücadele boyunca aksaklıklara yol açmış, İtilâf Devletleri bu durumu kendi lehlerinde değerlendirmeye ve bundan yararlanmaya kalkışmışlardı. 1 Kasım Kararı kabul edildiği sırada İstanbul'da 21 Ekim 1920'de iktidara getirilmiş olan Tevfik Paşa Hükümeti bulunuyordu. Meclis kararına rağmen bu hükümetin icraatına devam etmesinin sakıncaları ortada idi. Padişah, 1 Kasım Kararı'nı tanımadığı için bu hükümet de yerinde kalmakta ısrar ediyordu. Böyle bir ortamda Refet Paşa, kişisel olmak üzere bazı girişimler başlattı. 1 Kasım 1922'de Mustafa Kemal Paşa'ya çektiği telgrafta, İstanbul hükümeti'nin Gelibolu'ya mutasarrıf atama ve Lozan Konferansı'na delege gönderme hazırlıklarının ardında İngilizlerin bulunduğunu belirttikten sonra, "padişahı, sadrazamı ve hariciye nazırını mutasarrıf tayinine ve konferansa murahhas göndermeye kalkışmaları halinde kendileri için muhakkak bir felâketin yakın olduğunu söylemek suretiyle tehdid ettim."9 demekteydi.

1 Kasım Kararı 16 Mart 1920'den beri İstanbul'da bir hükümetin bulunmadığını öngördüğünden, Tevfik Paşa Hükümeti'ne bu konuda bildirimde bulunulmadı. Varlığı kabul edilmemiş olan hükümete 1 Kasım Kararı'nın tebliğinin çelişki yaratacağı düşünülüyordu. İstanbul hükümeti, padişahın meclis kararı karşısındaki tavrı ile Refet Paşa'nın "tehdid"leri arasında sıkışmıştı. Üstelik Tevfik Paşa İstanbul'daki İtilâf Devletleri temsilcilerinden de destek alamamıştı. Öte yandan İstanbul'daki üst düzey devlet memurları ile diğer görevlileri Refet Paşa'ya müracaat ederek, ne şekilde hareket edeceklerine dair ondan talimat istediler. Esasen Refet Paşa bu konularla ilgili bulunmadığından herhangi bir talimat verebilecek konumda bulunmuyordu. Fakat bu kabil başvurular, her geçen gün sürekli artmaktaydı. Refet Paşa, bir yandan İstanbul'daki memurlara görevlerine devam etmelerini bildirirken, bir yandan da Ankara'dan sürekli talimat istiyordu. Bu arada İstanbul hükümetinde istifalar başladı. Adliye ve Maarif nazırları gerekçe göstermeden hükümetten ayrıldılar. Yerlerine yenileri bulunup atanamadı. 2 ve 3 Kasım günleri yapılan kabine toplantılarında istifadan başka çarenin kalmadığı anlaşıldı. Padişahın başkanlığında 3 Kasım'da Yıldız Sarayı'nda gerçekleştirilen toplantıda Vahideddin istifadan vazgeçilmesini istediği halde, hükümet 4 Kasım'da topluca istifa kararı aldı. Onun yerine yenisi kurulamadığından, Tevfik Paşa başkanlığındaki kabine aynı zamanda son Osmanlı hükümeti oldu.

Tevfik Paşa Hükümeti'nin istifası, İstanbul'un yönetimi ve bu yönetimin gereği ödeneğin tahsisini zorunlu olarak Ankara'nın gündemine getirmiş bulunuyordu. O nedenle Ankara hükümeti 4/5 Kasım gecesi yaptığı toplantıda İstanbul vilayetinin yönetim işlerini düzenleyen kısa bir talimatnâme hazırlayarak Refet Paşa'ya gönderdi. Talimatnâmede belirtilmeyen önemli ve acil konularda Refet Paşa serbestçe karar verebilecek ve kararlarını uygulamaya koyabilecekti. Söz konusu talimatnâmeye göre İstanbul'da yönetim, adalet ve askerlik işleri yeniden düzenlendi. Bütün nazırlıklar ilga olunarak, bunlar müdürlüklere dönüştürüldü. Memurlar ve öteki devlet görevlilerinden bir kısmı yerlerinde bırakılırken, bir kısmı zorunlu izinli sayıldı. Hepsinin maaşları ödenmeye devam olundu. İstanbul'un başkentlik statüsüne son verilerek, sıradan bir vilayet haline getirildi. 1 Kasım Kararı'yla devletin hükümet biçimi belirlenmediği gibi, şimdi başkenti de resmen kararlaştırılmamıştı. Ankara, meclisin açıldığı günden beri fiili başkent olmayı sürdürüyordu.

İstanbul'daki devlet gelir ve giderleri bu zamana kadar Osmanlı hükümetleri tarafından düzenlenmiş bulunuyordu. Şimdi İstanbul'un yönetimi Ankara Hükümeti'nin eline geçtiğinden gelirlerden önce giderlerin karşılanması gerekiyordu ve hükümetin bütçesinde İstanbul ile ilgili ödenek doğal olarak mevcut değildi. O nedenle hükümet meclisten bu konuda ek ödenek talebinde bulundu. Meclisin onayı ile sağlanan ödenekle İstanbul'daki memurların ve öteki görevlilerin maaşları karşılanmış oldu.
İstanbul halkı TBMM yönetimine geçmiş olmaktan büyük sevinç ve mutluluk duyduğunu göstermekte gecikmedi. Her taraf bayraklarla süslendi, okullar, kuruluşlar, halk gruplar halinde gösteriler yaparak bu olayı kutladı. Siyah-beyaz matem bayraklarının yerini, kırmızı renkli Türk bayrakları aldı. Mitingler düzenlendi ve bu mitinglerde konuşmalar yapılarak milli hükümete duyulan minnet ve şükran duyguları dile getirildi.10

Bu sevinç gösterileri yapıldığı sırada İstanbul hâlâ İtilâf Devletlerinin işgali altındaydı. İtilâf temsilcileri Türkiye'nin içişlerine karışmayacaklarını Refet Paşa'ya söylemiş oldukları halde, işgal altında bulundurdukları şehrin asayişini sürdürmeye kararlı olduklarını bildirdiler. Yönetimdeki değişiklik, özellikle İstanbul'un başkentlik statüsüne fiilen son verilmesi onları rahatsız etmiş görünüyordu. İdari alandaki düzenlemeleri, yeni atamaları ve görevden almaları kınamak suretiyle bu rahatsızlıklarını ifade ettiler.11 Bu konunun onlar için ne denli önemli olduğu Ankara'nın başkent ilân edilmesi ile ortaya çıkacaktır.

Ziyaret -> Toplam : 125,35 M - Bugn : 108469

ulkucudunya@ulkucudunya.com