İBRÂHİM GÜLŞENÎ
Nihat Azamat 01 Ocak 1970
Âmid’de (Diyarbakır) dünyaya geldi. Azerbaycan’ın Berdea (Barda) şehrinde doğduğu ileri sürülmekteyse de (M. Ali Terbiyet, s. 318) babasının Âmidî nisbesini taşıması ve türbesinin Diyarbakır’da bulunması (Ali Emîrî, vr. 16a) bu iddianın doğru olmadığını göstermektedir. Hayatı hakkında bilinenler, geniş ölçüde oğlu Ahmed Hayâlî’nin halifesi Muhyî-yi Gülşenî’nin Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî adlı eserine dayanmaktadır. Ancak Muhyî onun nerede doğduğuna dair bilgi vermemiştir. İbrâhim Gülşenî’nin doğum tarihi de tartışmalıdır. Muhyî, onun 940’ta (1534) vefat ettiğinde 114 yaşında olduğunu söyler. Bu durumda 826’da (1423) doğmuş olmalıdır. Yine Muhyî’nin verdiği bilgiye göre babası Muhammed Âmidî, Akkoyunlu Sultanı Hamza dönemine (1434-1444) yetişmiş ve İbrâhim iki yaşında iken ölmüştür. Buna göre onun en erken 836’da (1433) doğmuş olması gerekir. Muhyî başka bir yerde İbrâhim’in on beş yaşında iken Tebriz’e gittiğini, orada Uzun Hasan’ın kazaskeri Molla Hasan ile görüştüğünü ve Molla Hasan’ın bazı görevlerini kendisine devrettiğini kaydeder. Ancak onun bu sırada on beş yaşın çok üzerinde bulunması gerekir. Zira bir kazaskerin, görevlerinin bir bölümünü bu yaştaki bir çocuğa bırakması mümkün değildir. Uzun Hasan’ın Tebriz’i alışı ve başşehir yapışı 873 (1468) yılına rastlar ki önceki ihtimaller göz önüne alındığında İbrâhim Gülşenî bu tarihte otuz sekiz-kırk yaşlarında olmalıdır. Nev‘îzâde Atâî ise onun 830 (1427) yılı civarında doğduğunu kaydeder. Muhyî, İbrâhim Gülşenî’nin kendi soyunu yedi kuşakla Oğuz Ata’ya ulaştırdığını söyler (Menâkıb, s. 13). Onunla aynı dönemde yaşayan Uzun Hasan’ın (ö. 883/1478) soyunun da elli ikinci (Gaffârî, s. 251) veya elli dördüncü (Ebû Bekr-i Tihrânî, I, 25) kuşakta Oğuz Ata’ya dayandırıldığı bilinmektedir. İbrâhim Gülşenî’nin kendi soyunu Hz. Peygamber’e veya bir sahâbeye değil Oğuz Ata’ya bağlaması, Akkoyunlular’da kavmiyetçi duyguların canlanması sürecinin başlamasıyla ilgili görülmüştür (Sümer, s. 148-149).
Kültürlü bir aileye mensup olan İbrâhim Gülşenî’nin babası Muhammed Âmidî fıkıh, kelâm ve mantık konusunda eserleri olan bir âlimdi. Müderrislik yapan dedesi İbrâhim ise fıkha dair Tekkü’l-mugla? adlı bir kitabın ve tasavvufa dair birçok eserin müellifiydi. Amcası Seydî Ali de 200’den fazla müridi olan bir şeyhti. İki yaşında iken babası ölünce İbrâhim Gülşenî’nin bakımını ve yetiştirilmesini amcası üzerine aldı; öğrenimine de onun yanında başladı. Muhyî, onun dört yaşına geldiğinde kendi başına Kur’an’ı hatmettiğini, Türkçe kitaplardan tefsir ve hadis okumaya başladığını, on yaşlarında iken mübarek geceleri sabaha kadar ihya ettiğini, oyun ve eğlenceye itibar etmediğini, on beş yaşında, tahsil için kimseye haber vermeden Mâverâünnehir’e gitmek üzere yola çıktığını söyler. Yine Muhyî’nin verdiği bilgiye göre Tebriz’e vardığında Uzun Hasan’ın kazaskeri Molla Hasan ile karşılaşmış, onun kabiliyetini keşfeden Molla Hasan, tahsil için Mâverâünnehir’e gitmesi gerekmediğini söyleyerek İbrâhim’i Tebriz’de kalmaya ikna etmiş ve yanına alarak evlât edinmiştir. Molla Hasan’ın yardımıyla Tebriz’de medrese öğrenimi gören İbrâhim Gülşenî burada Molla İbrâhim olarak tanınmaya başlamıştır.
Tebriz’de bulunduğu yıllarda itibarı giderek artan İbrâhim Gülşenî, Tebriz Kadısı Şerefeddin ile aralarında geçen bir olay vesilesiyle Uzun Hasan’la tanışma imkânı buldu. Ardından Uzun Hasan, her an huzuruna girip çıkabilmesi için ona “tarhan” unvanını verdi. Bir süre sonra Hüseyin Baykara ile yapılan barış antlaşmasında bulunmak üzere Herat’a gönderildi. Burada ünlü sûfî Abdurrahman-ı Câmî ile tanıştı. Uzun Hasan, Şîraz’a vali tayin ettiği oğlu Sultan Halil’in halka yaptığı zulmü önlemesi için onu Şîraz’a gönderdi. Bu iki olaydan, Gülşenî’nin Uzun Hasan nezdinde büyük bir itibarı olduğu anlaşılmaktadır. Muhyî onun bu dönemde maddî durumunun oldukça iyi olduğunu, amcasına 500 altın gönderdiğini yazar.
Muhyî, Uzun Hasan’ın kardeşi ve Halvetiyye tarikatının ikinci pîri Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’nin halifelerinden Dede Ömer Rûşenî’nin (ö. 892/1487) müridi olan Üveys’in derviş kıyafetiyle Tebriz’e geldiğini, sultan kardeşine başındaki tacın hangi tarikata ait olduğunu sorunca, “Dede Ömer Rûşenî’nindir” diyerek bu şeyhten övgüyle bahsettiğini, Uzun Hasan’ın onu görmek istediğini ve İbrâhim’i onu davet için Karabağ’a gönderdiğini anlatır. Karabağ’a gidip Rûşenî ile görüşen İbrâhim bu sırada ondan etkilenerek kendisine intisap etmiştir. Dede Ömer, İbrâhim’e Sultan Hasan’ın davetini kabul ettiğini, ancak mevsimin kış olması sebebiyle Tebriz’e yazın gelebileceğini söyler. İbrâhim bir süre daha orada kaldıktan sonra Tebriz’e döner. Bunun ardından sıkı bir zühd ve riyâzet hayatı yaşamaya başlayan İbrâhim Gülşenî, seyrüsülûkünü ertesi yıl Tebriz’e gelen Dede Ömer’in gözetiminde sürdürdü. Dede Ömer Rûşenî, Uzun Hasan döneminde Tebriz’e geldiğine göre İbrâhim Gülşenî ona 1478 yılından önce intisap etmiş olmalıdır. İbrâhim Gülşenî, bu dönemde şiddetli bir cezbe haline girerek elinde şarap şişesiyle çarşıda dolaşmaya başlamıştır. Muhyî’nin ifadelerinden, onun bu cezbe halinin uzunca bir süre devam ettiği anlaşılmaktadır. Dede Ömer Rûşenî vefatından birkaç gün önce kendisini halife ilân etti. Mürşidinin ölümünden sonra irşad faaliyetine başlayan İbrâhim Gülşenî’ye Sultan Yâkub da büyük değer vermiş, askerin mâneviyatını yükseltmek için bazı savaşlara onu da yanında götürmüştür. Bu yakınlığın oluşmasında, İbrâhim Gülşenî’nin Uzun Hasan’a oğlu Yâkub için hoca olarak tavsiye ettiği Kadı Îsâ’nın da rolü olmuştur. Gülşenî, Tebriz’i anlattığı bir gazelinde Sultan Yâkub’dan övgüyle söz etmiştir. Gülşenî ile Kadı Îsâ birbirlerine Farsça ve Türkçe şiirler yazmışlardır.
Sultan Yâkub’un ölümünden (896/1490) sonra Akkoyunlu ailesi içinde meydana gelen taht kavgaları sırasında sıkıntılı bir dönem geçiren İbrâhim Gülşenî 900 (1495) yılında çok sayıda müridiyle birlikte hacca gitti. Mekke’de bazı Mısırlı âlimlerle tanıştı ve daha sonra Tebriz’e döndü. Siyasî istikrarsızlığın son haddine vardığı bu dönemde Akkoyunlu tahtı sık sık el değiştiriyordu. İbrâhim Gülşenî, Şah İsmâil 907’de (1502) Sultan Elvend’i mağlûp ederek Tebriz’e girince ailesiyle birlikte şehirden ayrılıp Diyarbekir’e gitti. Ma?nevî adlı eserini burada yazmaya başladı. Muhyî, gayri müslimlerden bile ona intisap edenler olduğunu, ancak devletin cizye gelirlerinde azalma olur endişesiyle şeyhin onları dervişliğe kabul etmesinin yasaklandığını kaydeder. Tebriz elinden çıktıktan sonra 912’ye (1507) kadar Diyarbekir’i hâkimiyeti altında bulunduran Elvend Bey ikinci defa yenilince şehir Musullu Türkmen Beyi Emîr Bey’e verildi. Emîr Bey’in Dulkadırlı Alâeddin Bey’den çekinerek Safevîler’e yaklaşması İbrâhim Gülşenî’yi rahatsız etti. Bunun üzerine Kudüs’e gitmek için izin istediyse de isteği kabul edilmedi. Emîr Bey, Şah İsmâil’le görüşmek için şehirden ayrıldığında yerine bıraktığı kardeşi Kayıtmaz’a da aynı isteği ileten İbrâhim Gülşenî yine olumsuz cevap aldı. Ardından Alâüddevle’nin daveti üzerine Maraş’a gitti ve oradan Kudüs’e gitmek için yola çıktı. Kudüs’te kırk gün kalıp erbaîn çıkardıktan sonra Mısır’a geçmeye karar verdi. Mısır’a ulaşınca Kahire civarında Birketülhac denilen yerde kısa süre konakladı. Dede Ömer Rûşenî’nin daha önce Mısır’a yerleşen halifesi Timurtaş vasıtasıyla Memlük Sultanı Kansu Gavri kendisine Kubbetü’l-Mustafâ adlı zâviyeyi tahsis etti. Buraya gelip Gülşenî’yi ziyaret eden sultan onu Kahire’ye davet etti. Kahire’de bütün camileri dolaşan şeyh, Bâbüzüveyle semtinde bulunan Müeyyediyye Camii’nde bir hücrede erbaîn çıkardı. Daha sonra buraya yerleşti. Kahire’de irşad faaliyetini sürdüren İbrâhim Gülşenî’nin şöhreti kısa zamanda etrafa yayıldı. Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethedip Kahire’ye girdiğinde onu ziyaret edip bir ihtiyacı olup olmadığını sormuş, Gülşenî de Müeyyediyye Camii yanında bulunan arazinin kendilerine bağışlanarak bir dergâh yapılmasını istemiş ve bu isteği yerine getirilmiştir.
Kanûnî Sultan Süleyman zamanında Mısır Valisi Hain Ahmed Paşa’nın isyanı bastırıldıktan sonra 931 (1525) yılında Sadrazam İbrâhim Paşa geniş yetkilerle bölgeye gönderildi. İbrâhim Paşa’yı pek çok ileri gelen kişinin yanında bazı şeyhler de ziyaret etmiş, İbrâhim Gülşenî ise kendi gitmeyip oğlu Ahmed Hayâlî’yi göndermişti. Bunu bir saygısızlık kabul ederek şeyh hakkında soruşturma başlatan İbrâhim Paşa, beylerden ve yeniçerilerden çok sayıda kimsenin şeyhin müridi olduğunu ve şeyhin, oğlu Ahmed’i Memlük Sultanı Tomanbay’ın dul eşiyle evlendirdiğini öğrendi. İstanbul’a döndüğünde şeyhin bu durumunu padişaha arzederek bir isyan çıkarmasından endişe ettiğini ve İstanbul’a celbedilmesi gerektiğini söyledi, padişahtan bu hususta bir irade çıkarmaya muvaffak oldu. Muhyî ve ondan naklen Cemâleddin Hulvî’ye göre İbrâhim Paşa, İran’dan gelen bir cifr uzmanının İbrâhim adında birinin Kanûnî Sultan Süleyman’ın saltanatına göz diktiğini söylemesini fırsat bilmiş ve bu şahsın İbrâhim Gülşenî olduğunu ileri sürerek şeyhi İstanbul’a getirtmiştir. İbrâhim Gülşenî’nin İstanbul’a 935 (1528-29) yılı civarında ulaştığı kaydedilmektedir (Atâî, s. 67; Hüseyin Vassâf, III, 110); ancak Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nda Merkez Efendi ile görüştüğü dikkate alınırsa onun bu tarihten sonra İstanbul’a gelmiş olması gerekir. Zira Merkez Efendi’nin Koca Mustafa Paşa Dergâhı’na şeyh oluşu Sünbül Sinan Efendi’nin vefatından (ö. 936/1529) sonradır.
İbrâhim Paşa, Gülşenî’nin, oğlu Ahmed Hayâlî ve iki halifesiyle birlikte İstanbul’a geldiğini padişaha arzetmeyip onu itham edebilmek için somut deliller araştırdı, bu amaçla Şeyhülislâm Kemalpaşazâde, Fenârîzâde Muhyiddin Efendi ve Kadirî Efendi’yi görevlendirdi; ayrıca bazı âlimleri tebdilikıyafet meclisine göndererek sohbetlerini dinletti. Muhyî, İbrâhim Paşa’nın altı ay sonra Kemalpaşazâde’ye bir adamını gönderip şeyhin bir kusurunu tesbit edip etmediğini öğrenmek istediğini, Kemalpaşazâde’nin şeyh hakkında olumlu cevap gönderdiğini, bunun üzerine paşanın şeyhi padişahla görüştürmeden Mısır’a göndermeyi düşündüğünü kaydeder. Fakat İbrâhim Gülşenî daha sonra Kanûnî ile görüşme imkânı bulmuş, padişah ona saygı göstermiş, kehhâlbaşına şeyhin gözlerini tedavi etmesini emretmiş ve ilerlemiş yaşına rağmen gözleri açılmıştır (Muhyî-i Gülşenî, s. 417). Mısır’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılacağı zaman padişah Gülşenî şerefine ulemâ ve meşâyihe sarayda bir ziyafet vermiş, bu ziyafetin ardından Beyazıt Camii’nde bir veda konuşması yapmıştır. Hulvî, Kanûnî’nin şeyhe İstanbul’da kalmasını teklif ettiğini, ancak onun çok yaşlandığını ileri sürerek bu teklifi kabul etmediğini, bunun üzerine padişahın İstanbul’da bir halife bırakmasını rica ettiğini, şeyhin de Hasan Zarîfî’yi halife olarak bıraktığını söyler. İbrâhim Gülşenî’nin İstanbul’a getirilmesi ve Kanûnî ile görüşmesi Hayrullah Efendi’nin yazdığı Türk Tiyatrosu’nun ilk piyesine konu olmuştur (Danişmend, II/8 [İstanbul 1939], s. 73-91). Mısır’a döndükten sonra yaklaşık beş yıl daha yaşayan İbrâhim Gülşenî 9 Şevval 940’ta (23 Nisan 1534) vefat etti. Ölümüne “mâte kutbü’z-zamân İbrâhîm” ibaresi tarih düşürülmüştür.
Gülşenî’nin tarikat silsilesi, Halvetiyye’nin ana kollarından Rûşeniyye’nin pîri Dede Ömer Rûşenî vasıtasıyla tarikatın ikinci pîri Yahyâ-yı Şirvânî’ye ulaşır. Mürşidi Dede Ömer Rûşenî’nin kendisine bir gül vererek, “Sen ol bâğ-ı bekanın gülşenisin” demesi üzerine mahlası Heybetî’yi değiştirerek Gülşenî’yi kullanmaya başladığından kurduğu tarikata Gülşeniyye denilmiştir.
İbrâhim Gülşenî’nin öğrenim durumu hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî onunla birçok defa görüştüğünü, kendisini beğendiğini, fakat dili tutuk bir ümmî olduğunu, maksadını fasih olarak anlatamadığını söyler. Ancak oldukça geniş hacimli Arapça, Farsça ve Türkçe manzum eserleri Şa‘rânî’nin bu sözlerinin doğru olmadığını göstermektedir. Nitekim Muhyî, onun aynı anda üç ayrı kâtibe üç dilde irticâlen şiir yazdırdığını kaydeder.
Gülşeniyye ve Mevleviyye tarikatları arasında bir yakınlık meydana gelmiş, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, “Dîdem rûh-ı hûb-i Gülşenî râ / Ân çeşm-i çerâğ-ı Rûşenî râ” (Gülşenî’nin güzel yüzünü gördüm, o Rûşenî’nin gözünün ışığıdır) beytiyle Gülşenî’nin geleceğini müjdelediğine inanılmıştır. Nitekim Muhyî de Ma?nevî adlı eserine bu beyti ihtiva eden gazelle başlamıştır. Mevlânâ’nın torunlarından Divane Mehmed Çelebi’nin Kahire’ye gelerek zindanda bulunan İbrâhim Gülşenî’yi kurtarmasına dair menkıbe de bu yakınlığın oluşmasında etkili olmuştur (Sâkıb Dede, I, 34; Selâhaddîn-i Mevlevî, s. 14). Esasen Mevlânâ’nın Mes_nevî’sine nazîre olarak yazdığı Ma?nevî adlı eseri de Gülşenî’nin Mevlânâ’ya olan ilgisini göstermektedir.
İbrâhim Gülşenî üzerinde etkili olan bir şahsiyet de Muhyiddin İbnü’l-Arabî’dir. Uzun Hasan devrinde Tebriz’de bazı zâhir ulemâsı İbnü’l-Arabî’nin aleyhinde bulununca araya girerek onu savunmuştur. Sultan Yâkub Karabağ’da kışladığında sultanın maiyetinde olan İbrâhim Gülşenî, Karabağ mollalarına Fu?û?ü’l-?ikem’in önemli meselelerini açıklamış, mecliste bulunanlardan Mevlânâ Abdülganî ?ardü’l-lü?û? ?an ?u?û?i’l-Fu?û?, Mevlânâ İsmâil Reddü’n-nu?û? ?ani’l-Fu?û? adlı eserleri onun açıklamalarından faydalanarak kaleme almışlardır. Bu bilgilerden, Gülşenî’nin İbnü’l-Arabî’yi anlayacak yüksek irfan seviyesine sahip olduğu anlaşılmaktadır. İbrâhim Gülşenî’nin etkilendiği diğer bir sûfî de İbnü’l-Fârız’dır. Arapça divanını onun et-Tâ?iyyetü’l-kübrâ’sına nazîre olarak yazmıştır.
Eserleri. Türkçe, Arapça ve Farsça 75.000 beyitlik şiir yazmış olan İbrâhim Gülşenî’nin başlıca eserleri şunlardır: 1. Ma?nevî. Mevlânâ’nın Mes_nevî’sine nazîre olarak yazılan bu Farsça eser 40.000 beyit olup Diyarbekir’de on ayda tamamlanmıştır. İbrâhim Gülşenî, İstanbul’da iken eseri Şeyhülislâm Kemalpaşazâde’ye inceletmiş, Kemalpaşazâde zâhir ehlinin bunun mânasına vâkıf olamayacağını, eserin birçok ilâhî sırrı ihtiva ettiğini söylemiştir. Hulvî, İbrâhim Gülşenî’nin eserin bir nüshasını Kemalpaşazâde’ye verdiğini, bu nüshanın Kemalpaşazâde’nin türbesinde muhafaza edildiğini söyler. Mes_nevî’den alınma çeşitli hikâyeleri ihtiva eden kitabın hemen hemen hepsi müellifi hayatta iken yazılan, ayrıca ciltleri de değerli olan pek çok nüshası vardır (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2080 [istinsahı 927/1521]; Hâlet Efendi, nr. 272 [istinsahı 927/1521]; Esad Efendi, nr. 2908 [istinsahı 936/1530]). Eserin ilk 500 beyti La‘lî Mehmed Fenâî tarafından şerhedilmiştir (İstanbul 1289). 2. Dîvân. 17.000 beyitten meydana gelen Farsça divanda şairin Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin etkisinde kaldığı görülmektedir (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 3866 [istinsahı 931/1525]; Millet Ktp., Farsça, Manzum, nr. 418). 3. Kenzü’l-cevâhir. Tasavvufî konulara dair rubâî ve tuyuğlardan meydana gelen bu Farsça eser, 7500 beyit ihtiva etmekte olup tek nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir (FY, nr. 1233). 4. Sîmurgnâme. Muhyî eserin 30.000 beyit olduğunu söyler (Menâkıb, s. 239). 5. Divan. 1700 beyitten oluşan Türkçe divanda Yûnus Emre ve Nesîmî’nin şiirlerinin etkisi belli olmaktadır. En iyi nüshası Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi’nde (Mustafa Çan, nr. 982), başka bir nüshası da İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde (TY, nr. 890) kayıtlıdır. Gülşenî’nin diğer Türkçe eserleri de şunlardır: Pendnâme (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1042); Çobannâme (Süleymaniye Ktp., Uşşâki Tekkesi, nr. 26). Manzum olan bu iki eserden başka Tahkikat-ı Gülşenî adlı mensur bir Türkçe eser de İbrâhim Gülşenî’ye nisbet edilmektedir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3543). İbrâhim Gülşenî’nin İbnü’l-Fârız’a ait et-Tâ?iyyetü’l-kübrâ’nın etkisi altında yazdığı şiirlerden oluşan 5000 beyitlik Arapça divanının tek nüshası Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi’ndedir.