96. yaşında Türkiye Cumhuriyeti: Ruhunu arayan ülke
Prof. Dr. Ali Tekin 01 Ocak 1970
Her gencin okuması gerektiğini düşündüğüm Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam adlı muhteşem kitabının basılmasından tam 60 yıl sonra, bu kez yalnızca meraklı bir entelektüelin değil bütün bir toplumun “arayışı” sürüyor.
Ülke ve toplumu adeta çılgınca kendisini sorguluyor, naif komplo teorileri eşliğinde tarihini deşeliyor, dış dünyaya çoğunlukla abartılı bir öfke içinde sürüklenerek de olsa kendisine yeni bir ruh arıyor.
Küresel iletişim çağında bu arayışın ve yarattığı sıkıntının voltajı artmış durumda.
Aslında olan en önemli şey, yüksek beklentiler ile yetersiz sonuçlar arasında yaman bir çelişki olması değil.
Bu çelişkinin hem bizim hem de tüm dünya için daha görünür ve hissedilir hale gelmesi.
Gerçekten de, günümüz Türkiye’sinin tarihi bir başarı öyküsüne işaret ettiğini ileri sürmek giderek gerçeklikten kopuk bir önerme haline geliyor.
Günümüzün Türkiye Cumhuriyeti -cömertçe yazarsak- yarı-demokratik, orta gelir tuzağında, toplumsal dinamikleri sorunlu, uygarlığa katkısı potansiyelinin oldukça altında bir ülke profilinde.
Dün
Türkiye Cumhuriyeti elbette tarihinin farklı dönemlerinde çok daha parlak görünümlere sahip oldu.
Yaklaşık bir asır önce, bir imparatorluk bakiyesinden modern bir ulus-devlet çıkarmak ve bunun gereği olan kurumsal ve normatif dönüşümü görece hızlı, etkin ve toplumsal maliyeti düşük bir şekilde kotarmak büyük bir marifet isterdi.
Unutmayalım ki, Türkiye kuruluşunu izleyen uzun bir dönem içinde coğrafyasında -bazı isyan hareketleri olmakla birlikte- bir iç savaş travması yaşamamış; komünizm, faşizm gibi yakıcı ideolojilere ya da dışarıdan bir saldırıya maruz kalmamış yegane ülkedir.
Bunu azımsamak körlükten başka bir şey değildir.
Bunu başaran, Mustafa Kemal Atatürk’ün ve arkadaşlarının muazzam vizyonudur.
Tarihin doğru tarafındaydılar, “zamanın ruhu”nu ve hatta çok daha ilerisini yeni Cumhuriyet’e üfleyerek ülkenin epeyce uzun bir yol almasını sağladılar.
Tarihi yazarken, tarihi yapana sadık kalmak esassa, bu kadronun hakkını teslim etmek gerekir.
Bugün
20. yüzyılın ilk yarısından -önemsiz olduğundan değil, konuyu dağıtmamak için- 21. yüzyılın ilk yarısına atladığımızda Cumhuriyet'in karmaşık bir halet-i ruhiye içinde olduğunu görüyoruz.
2019 yılının sonbaharında Türkiye, işlevselliğini yitirmiş bir ekonomi politik düzenin kısır döngüsüne kapılmış, Doğu ile Batı arasında gelgitler yaşayan, “beklentileri” ile “gerçekleşenleri” arasındaki dengesizliğin de beslediği gerçek-ötesi (post-truth) yaklaşımlara yatkınlık geliştirmiş bir ülkedir.
Sonuç olarak ve daha fenası da şudur:
Bugünün Türkiye’si giderek ortak değer ve anlayışları aşınan ve bu nedenle de gerçekçi bir ortak gelecek tasavvuru üretme potansiyeli azalan bir ülke konumunda.
Türkiye adeta eski ruhunu kaybetmiş, ama yeni ruhunu da henüz bulamamış bir ülkedir.
İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’ye göre, uygarlıklar sorunlar döneminde ya sorunları görmezden gelirler (detachment) ya da onları aşmaya çalışırlar (transcendence); çözüm bulmak için ise, ya geçmişlerine (archaism) dönerler, ya gelecek ütopyalarına (futurism) yönelirler ya da başka ülkelerin yaptıklarına bakarlar.
Sorunlar döneminden geçen günümüz Türkiye’sinde, AKP iktidarının ülkeye yeni bir ruh kazandırma heyecanı tüm hızıyla sürüyor.
TC nezaretinde arkaik romantizm (Osmanlı özlemi) alabildiğine pompalanıyor; iktidardaki siyasi İslam gelecek ütopyası olarak oldukça muğlak bir “dava”dan dem vuruyor; bu ortamda diğer uygarlıkların (hem Doğu, hem Batı) tecrübe ve kazanımları ise oldukça yüzeysel değerlendirmelere tabi tutuluyor.
Sonuçta oldukça amorf bir “ruh hali” ortaya çıkıyor.
İsimlendirmek kolay olmasa da, bu arayışın götüreceği son istasyonun dini popülizm yönü güçlü bir Avrasya/Ortadoğu otoriterliğine doğru yönleneceğinden şüphe yok.
Elbette bu kadarla bitmiyor – sorunlar dönemi Türkiye’sinde başka arayışlar da var. (Türkçü, Sosyalist, federalist arayışlardan da bahsedilebiliriz. Ancak bu yazıda değil).
Bugün geniş muhalif kesimlerin desteklediği arayışın kökenleri, çağdaş uygarlık paradigmasında yatar.
Bu yaklaşım, genel hatlarıyla, Osmanlı/Türkiye’nin uzun modernleşme tarihini bir özgürleşme ve güçlenme sürecinin evreleri olarak görüyor —Cumhuriyet’in kurucu ruhuyla bir gerilimi yok.
Yine, çağdaş dünyada farklı versiyonları genel kabul gören piyasa ekonomisi ve çoğulcu demokrasi modelini ideal sistemin iki temel sütunu olarak kabul ediyor.
Ve son olarak, bu yaklaşım, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamayı ve ona katkı yapmayı ana hedef olarak ortaya koyuyor.
Özetle, günümüz Türkiye’si kaybettiğinin yerine ikame etmek için yeni bir ruh arıyor.
Yarın
Kuşkusuz, Türkiye’nin eninde sonunda bulacağı yeni ruh, eski ruhtan farklı olacaktır.
Ancak, ilginç olan şey şu ki, bugünün mat ülke profili, ayrıntılarına bakıldığında, umutsuz olmayı önleyecek kadar olumlu nüveleri de içinde barındırıyor gibi.
Yani, ülkenin aradığı yeni ruhun bazı besleyicileri aslında ülkenin tarihinde, coğrafyasında, toplumunda, kültür, ahlak ve inanç kodlarında gömülüdür.
Ancak bunlar tek başına yeterli değildir, dramatik bir hızla değişen dünyanın dinamiklerine uyum sağlayabilme yeteneği kazanmak yaşamsal önemdedir.
Türkiye Cumhuriyetinin 100. yaşına doğru ilerlerken, önümüzdeki en önemli meydan okuma, ülkenin mevcut kazanımlarının, yeni yurt ve dünya koşullarıyla uyumlu, toplumsal ve siyasi bir konsensüs üretmeye yatkın ve toplumun refah, özgürlük, güvenlik gibi temel hedeflerine ulaşmasına elverişli bir kombinasyon halinde ortaya konulmasıdır.
Toynbee’den devam edersek…
Ona göre bir uygarlığı yaşatan şey, karşısına çıkan sınamalara karşılık verebilmesidir; bu karşılıklar -küçük gruplar anlamında- “yaratıcı azınlıklar”ın bütün toplumu yeniden yönlendirecek çözümler ortaya koymasıyla ve çoğunluğun da bu çözümleri benimsemesiyle ortaya çıkar.
Toynbee, İbn-i Haldun’un uygarlıkların çöküşünün kaçınılmaz olduğu yönündeki determinist düşünceye uzaktır.
Bir dönemin “yaratıcı azınlığı” sayılabilecek AKP liderliği, çoktan bir “dominant azınlığa” (çoğunluğu itaate zorlayan, aşırı gururlu bir yönde) dönüştü.
Artık “bu azınlığın”, Türkiye’nin önündeki meydan okumalara etkili karşılıklar üretebilme olasılığı kalmadı.
Cumhuriyet’in 100. yılına yepyeni bir ülke ruhu ile ilerleyebilmesi için, yeni bir yaratıcı grubun, yaratıcı düşünce ve yöntemlerle ülkenin önündeki meydan okumalara karşılıklar geliştirmesi yaşamsal önemdedir.
Ortaya konması gereken, öncelikle, “kapsayıcı” bir kurumsal reform ajandası ve bu ajandayı yaşama geçirecek “taşıyıcı” bir sosyo-siyasi koalisyonun oluşturulmasıdır.
Böylece, kapsayıcı ve demokratik bir dönüşüm platformu ortaya çıkabilir.
Şevket Süreyya aradığı “suyu” 1950’lerde Ankara’da bulduğuna hükmetmiş görünüyor.
Onun su arayışı, elbette kendisinin ve ülkesinin ruhunu bulmaya ve anlamaya yönelik yaptığı bir ve aynı yolculuktan başka bir şey değildi.
Üstat, okuyucularına, böylece, ülkesinin de “suyu” bulduğu -Cumhuriyetin oturmuş bir halet-i ruhiyeye kavuşmuş olduğu- yanılsamasını da yaşatmış olmalıdır.
Ama 1976’da hayata veda ederken arkasında, 1930’larda arkadaşlarıyla birlikte oluşturduğu Kadro ismiyle bilinen “yaratıcı azınlık” grubunun hikayesini de bırakarak, sonraki nesillerin “suyu aramaya” devam etmelerini de teşvik etmiş oldu.