Bahtiyar Vahabzade'den Mektup
03 Temmuz 2007
Yabancı Dilde Eğitim
Fikirdaşım, meslektaşım, kardeşim Namık Kemal (Zeybek)Bey!
´Türk Olmak´ kitabınızı büyük hevesle,taktir ederek okudum. Okudum demek hata olur, su gibi içtim. Bu kitabınız,benim Azerbaycan´da yaptığım 50 yıllık mücadelenin aynısıdır. Fikirlerimizin, kaygı ve dertlerimizin ne kadar yakın olduğuna hayret ettiğimi söylemeliyim.
Ben sizi uzun bir zamandan beri tanıyor ve sizinle aynı dertlerde yaşadığımızı biliyordum. Hayret etmemin sebebini ise sizin kitabınızın 69. sayfasında ismimi vermeden ´Azerbaycanlı değerli bir şair bana şöyle demişti: Bize Ruslar baskı yaptı, dilimize Rusça kelimeler doldurdular, dilimizi unutturup Rusçayı ön plana çıkarmaya çalıştılar. Peki size kim baskı yaptı? Biz sizi örnek almak istiyoruz. Siz neden kendinizi örnek almıyorsunuz? Dilimizin bayrağını yükseklere kaldırmak sizin göreviniz değil midir?´ diyerek benden bahsetmeniz oluşturuyor.
Evet dostum. Birkaç yıl önce ben size bu soruyu sormuştum. Biz, iki yüz yıl Rusya´nın baskısı altında yaşadık. Bunun için ana dilimiz de, kendimiz gibi baskı altında kaldı. Bu yıllar içinde biz, ana dilimizin tabii hakkını korumaya çalıştık. Ben ta 1954 yılında yazdığım ´Ana Dili´ adlı şiirimde şöyle demiştim:
´Ey kendi öz dilinde konuşmayı ar bilen Akidesiz yobazlar
Ruhunuzu okşamaz koşmalar, telli sazlar,
Bunlar ver benim olsun.
Ancak vatan ekmeği sizlere ganim olsun.´
Elbette o zamanlar, bu şiir üst makamların hoşuna gitmedi ve bu şiir yüzünden başıma çok belalar geldi. Ben başıma gelen bu belaları, tabii bir hadise kabul ediyordum. Çünkü ben Rus´un kölesi idim. Ama Allah´a bin kere şükürler olsun ki, Anadolu Türkleri, tarihin hiçbir döneminde hiçbir halkın kölesi olmamıştır. Eğer bu bir gerçekse, peki neden büyük imparatorluklar kurmuş Anadolu Türkleri, bugün kendi milli varlıklarına düşman kesilmiş; bülbül nağmesine benzeyen Türk dilinin bekâretini bozuyor, ona baskı yapıyor? Türkçe´yle klasik eserler ortaya koyan Nesimi, Nevai, Mahdumkulu, Fuzuli, Sabir ve M. Akiflere bu dil uydu da, şimdi bize uymuyor mu? Niçin kendi kendimize kelimeler uyduruyoruz? Kim bu hakkı bize vermiş? Dilin sahibi bireyler değil, millettir.
Bağımsız Türk Cumhuriyetleri kurulduktan sonra bir taraftan yavaş yavaş ortak dile gitmeyi düşünüyoruz, diğer taraftan ise siz, Türkiye Türkleri, hepimiz için ortak pek çok kelimeyi dilinizden kovuyor, uyduruk sözler üretiyor, aramızda uçurum yapıyorsunuz. Bunu nasıl anlayalım? İşte benim hayretimin sebebi budur. Sizin yazdığınız gibi ben de Ankara´nın, istanbul´un sokaklarından geçtiğim zaman, bu şehirlerin Londra mı, New York mu, yoksa İstanbul mu olduğunu anlayamıyorum. Reklamlar, dükkânların ve bazı idarelerin adları, hatta uçakların üzerinde ´Türk Hava Yolları´ yerine ´Turkish Airlines´ yazılıyor. Türk Hava Yolları´nın dergisinin adı ´Skylife´. İşte ben buna hayret ediyorum.
Bundan başka bir de Türkiye´deki eğitimin İngilizceleşmesi beni üzüyor. Sizin isnat ettiğiniz büyük bilgin Oktay Sinanoğlu´nun Türkiye´deki eğitim üzerine yazdığı birkaç makaleyi okumuştum. 1996 yılının Aralık ayında, Türkiye´de tedavi gördüğüm zaman Aydınlık gazetesinin 8 aralık 1996 sayısında Oktay Sinanoğlu´nun ´Bir ülkeyi köle yapmak istiyorsanız eğitimini yabancılaştırın´ makalesini ve bu yıl Türk Edebiyatı Dergisi´nin 293. sayısında ´Eğitim mi, Eritim mi?´ başlıklı makalelerini okuyunca bu büyük şahsiyetin kalben bana ve benim fikirlerime ne kadar yakın olduğuna hayret ettim.
Oktay Sinanoğlu, yabancı dilde eğitimin Türk milleti için ne kadar büyük bir facia olduğunu fark etmiş ve gerekli yerlere uyarı mesajı göndermiştir.
Siz kitabınızda, Türk olmanın ne büyük bir şeref olduğunu, şiir kadar duygu ve heyecan dolu cümlelerinizle çok güzel açıklıyorsunuz: ´Türk demek, Hunlar, Göktürkler, Sakalar, Avarlar, Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılar, Timurlular, Babürlüler´ demektir. Nihayet Türkiye Cumhuriyeti demektir. Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan Cumhuriyeti demektir.
Türk demek binlerce yıldan beri dalgalanan bayrak demektir. Türk demek, tarih boyunca başı dik olmak demektir. Türk demek on milyon metrekare toprağa yayılmış rengârenk bir dil demektir. Türk demek insanlığın bilim ve edebiyat tarihine Kutadgu Bilig´i, Divan-ı Lügat´it Türk´ü, Divan-ı Hikmeti, İbni Sina´yı, Farabi´yi, Biruni´yi, El Harezmi´yi, Uluğ Bey´i, Ali Kuşçu´yu, Oktay Sinanoğlu´nu, Cengiz Dağcı´yı, Cengiz Aytmotov´u hediye etmiş bir büyük dünya demektir. Nihayet şu sonuca varıyorsunuz: ´Bizi Türk yarattığı için Allah´a şükürler olsun... Ne mutlu Türk´üm diyene.´
Bütün bunları bize hatırlatmakla, büyük şahsiyetlerimizi bize tanıtmakla siz ikinci Göktürk saltanatının kurucusu büyük atamız Bilge Kağan´ın söylediği meşhur sözleriyle bizi kendimiz hakkında düşünmeye çağırıyorsunuz. Daha bundan 1400 yıl önce Bilge Kağan şöyle demiş; ´Ey Türk Beyleri, Milleti işitin. Yukarıda mavi gök çökmedikçe, aşağıda kara toprak yarılmadıkça senin elini, senin töreni kim bozabilir? Ey Türk Milleti silkin ve kendine dön. Sen kendine dönünce büyük oluyorsun.´
Demek kendinden kaçmak, kendini beğenmek, başkasını büyük, kendini küçük görmek belası daha o zaman da varmış! Demek Mete, Bumin, Bilge, İstemi, İlteriş Kağanlar, büyük Osmanlı Sultanları ve yukarıda adlarını saydığımız bilim adamlarımız olmasaydı, biz tarihin dönemeçlerinde çoktan kaybolup gitmiştik.
Bununla beraber, çok eskilerden bizim damarlarımızdan akıp, bugüne kadar devam eden kendine, kendi milli varlığına yabancılık, kendini küçük, başkasını büyük görmek belası da ne demektir? Niçin biz bu hastalığa tutulduk? Büyük bilginlerimiz, psikologlarımız, tarihçilerimiz, filologlarımız, filozoflarımız bu belanın sebeplerini ve köklerini araştırmalı, buna karşı savaş ilan etmeli, içimizde yaşayan kendine, kendi milli varlığına yabancılaşmak hastalığından bizi kurtarmalıdır.
Elbette, ne siz, ne Oktay Sinanoğlu, ne de ben yabancı dillerin öğrenilmesine karşı değiliz. Ama yabancı diller, yalnız ve yalnız ana dilin aracılığıyla öğretilmelidir.
Ben anlayamıyorum, nasıl olur da ömrünün uzun yıllarını vatanından uzak, Amerika´da yaşayan Sinanoğlu, düştüğümüz bu belayı görebiliyor, ona çare arıyor da, Türkiye´de, Azerbaycan´da ve diğer Türk Cumhuriyetleri´nde bu belanın içinde yaşayanların büyük bölümü ise, bu konuda hiç düşünmüyor bile...
Sovyetler Birliği sömürüsü döneminde Azerbaycan ve Rus baskısında olan diğer Türk Cumhuriyetleri´nde devlet işleri, yazışmalar, toplantılar yalnız Rusça yapıldığından, Rusça´yı iyi bilmeyenler yüksek makamlara ulaşamıyor, onlara iş verilmiyordu. Bunun için de ebeveynler evlatlarını ana dilde eğitim yapan okullara değil de, Rus okullarına veriyorlardı. Sonuçta bu cumhuriyetlerde ana dilde eğitim yapan okulların sayısı her yıl biraz daha azalıyordu. Rus okullarında eğitim gören çocuklar ise, Rus tarihini ve edebiyatını, Rus gelenek ve göreneklerini, yani Rus maneviyatını biliyor, o okullardan tam bir Rus olup çıkıyor, kendini, kendi tarihini ve edebiyatını, maneviyatını bilmediği için kendi milletine düşman kesiliyor, kendini küçük, Rus´u ise büyük görüyordu.
Bu yakınlarda Rusça eğitim görmüş Rus kafalılar Bakü´de ´Monitor´ adlı Rusça dergi yayımlamaya başladılar ve bu dergide bizim, millet değil, kabile olduğumuzu yazdılar. Bildiğiniz gibi, biz bağımsızlık uğruna mücadele verdiğimiz zaman, Ermeniler, Ermenistan´da yaşayan Azeri Türklerini kovunca, biz de Azerbaycan´da yaşayan yarım milyon Ermeni´yi Azerbaycan´dan çıkardık. Gidenlerin yerine Karabağ´dan ve Ermenistan´dan kovulan Azeri Türkleri Bakü´ye yerleşti.
Yukarıda bahsettiğim ´Monitor´ dergisinin etrafındaki Rus kafalı gençler, Rus ve Ermenilerin Bakü´den gitmelerine üzülüp, bunu bizim için felaket sayıyorlar. Onların akidesine göre Bakü´de yaşayan Rus ve Ermeniler bizi medenileştirmiş, ama Karabağ ve Ermenistan köylerinden Bakü´ye taşınan Azeri Türkleri, şimdi bizi geriye götürüyor, başkalarından kazandığımız kültürü bozuyorlarmış.
En korkuncu da şudur ki, onların fikrince biz, hiçbir zaman Türk olmamışız. Ermeni çevresinde yaşayan Azerileri, Ermeniler, ´Türk´ diye adlandırmış, bunun için de onlar kendilerini Türk saymış ve Bakü´ye taşındıktan sonra da, onlar bize, yerli Azerilere Türk olduğumuzu söylemişler. Yalnız bundan sonra biz, Azeriler de kendimizi Türk adlandırmaya başlamışız. Cahilliğin derecesini görüyor musunuz? Aslında ben onları kınamıyorum. Çünkü onlar ana dilde eğitim yapan okullarda tahsil görseydiler, bizim klasiklerimizi: Fuzuli´yi, Nesimi´yi, M.F.Ahundzade´yi, Celil Memmedkuluzade´yi ve Sabir´i okusaydılar, bu dahilerin hep Türk olduklarını yazıp Türk oldukları ile övündüklerini bilirlerdi. Bunun gibi Rus köleliğinde olduklarından, Rusça eğitim gören Özbek, Türkmen, Kazak, Kırgız, Tatar gençleri de Türk olduklarına tam manasıyla inanmıyorlar ve bizim felaketimiz de buradan başlıyor.
Moskova Ruslaştırma tohumunu öyle serpmiş ki, aynı Rus kafalılar bugün bizim istiklalimize karşı çıkıyor, gözünü Moskova´ya çevirip yeniden onlarla birleşmemiz için çalışıyorlar.
Bunları anlıyorum. Defalarca size ve diğer Türkiyeli kardeşlerimize söylediğim gibi, bizim felaketimizin sebepleri açıktır. Peki size, tarih boyunca hiç köle olmamış (Allah hiçbir zaman göstermesin) Türkiye Türklerine ne oldu da, kendi kökünüzden, milli varlığınızdan ayrı düştünüz? Siz bunun için hiçbir şekilde bahane gösteremezsiniz. Çünkü suç kendinizdedir. Bunu siz de itiraf ediyorsunuz: ´Kültürü ile barışık olmayan bir toplumuz. Hâlâ kendi kendimizle savaşmayı bir türlü bitiremedik.´
Şimdi siz, bugün yabancı dille eğitimin, bir milleti nasıl rezil ettiğini bizim şahsımızda görüp, bizden ders almalı, yabancı dille eğitime karşı mücadele etmelisiniz. Burada büyük Atatürk´ün meşhur sözünü hatırlatmak yerinde olur: ´Milli benliğini bulamayan milletler, başka milletlere yem olurlar.´
Kitabınızda haklı olarak ´çağdaş değişimi uygulamanın kurumsal yolunu, mümkün olduğunca kendi geçmişine yönelmede´ görüyorsunuz. Çünkü ilerlemek için, geriye bakmak gerekir. Çok doğru olarak gösteriyorsunuz ki: ´Japonlar, kendi milli kültürlerine dayalı olarak kalkındılar ve milli kültürlerini, kalkınmalarının güç kaynağı olarak değerlendirdiler.´
Evet, Japonlar, bilgisayarı hazır olarak almadılar, kendileri kendi bilgisayarlarını yaptılar. Japonların otomobillerine dikkatle bakarsanız,insan gözlerine benzeyen önde yanan farların dış görünüşüne kadar otomobilin kendilerine benzediğini görürsünüz.
Benim Türkiye´den istediğim şu: Türkiye kendine benzer kendi bilgisayarını, kendi otomobilini, kendi füzesini yapsın. Batı´nın tekniğini olduğu gibi almasın. Bu, büyük bir milleti taklitçiliğe götürür.
Tekrar eğitimin yabancılaştırılmasına dönelim. Sizin şu görüşünüze de kalbimle katılıyorum: ´Bilim ve teknik yöntemleri evrenseldir... Türkiye´nin de kendi bilim ve tekniğini geliştirmesi, kendi amaç ve gayelerinden sapmaması gerekmektedir. Eğitimi başka dilde yaptıran, gençlerinin düşünme kabiliyetlerini her gün bu şekilde kirleten, her gün onlara sömürge evladı ruhu, acenta kafalılık ve aşağılık duygusu aşılayan bir ülke bunu yapamaz. Gereken yabancı diller, her yerde olduğu gibi ayrıca öğrenilebilir. Ama kendi dilini kaldırıp atmak, gafletlerin en büyüğüdür.´
Benim eserlerimi Rusça´ya çeviren Moskovalı şair Rimma Kazakova bir gün bana, ´Siz ana dili konusunda niye bu kadar çok yazıyorsunuz?´ diye sordu. Ben, ona ana dilimizin eriyip yok olma tehlikesi içinde olduğunu söylediğim zaman beni anladı ve bu belanın sebebinin yabancı dildeki eğitim olduğunu belirtti ve ´Geçen asırda bu belaya bizim aydınlarımız da tutulmuş, L.Tolstoy ve K.D. Uşinski gibi yazarlarımız ve bilginlerimiz bu akına karşı çıkmışlar´ diye ilave etti. Ertesi gün o,bana ünlü Rus eğitimcisi Uşinski´nin ´Ana Dili´ adlı kitabını getirdi. Ben bütün gece o kitabı okuyup, bir milletin varlığı için ana dilinin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu bir daha anladım. Sizin gibi Batılılaşma siyasetine uyan Rus aydınlarının, Rusya´da Fransız ve Alman mektepleri açıp evlatlarını yabancı okullara vermeyi kendilerine şeref saydıklarını bir kere daha gördüm. O zaman bu meselenin millet için tehlike olduğunu bilen büyük eğitimci Uşinski yazıyor:
´Ana dilinde bütün millet, onun varlığı, manevi dünyası zuhur ediyor. Vatanın seması, iklimi, havası, çölleri, dağ ve bozkırları, orman ve çayları, fırtına ve kasırgaları, halk ruhunun yaratıcılık kudreti ile ana dilinde fikirlere, şekillere ve seslere dönüşüyor. Halkın elinden her şeyini alırsanız o, onların hepsini geri getirebilir. Fakat onun elinden ana dilini alırsanız, hiçbir zaman onu bir daha oluşturamaz. Halk kendine yeni bir vatan da yapabilir. Ama ana dili yoksa, millet de yoktur; vatan da...´
Bundan sonra bilgin, yabancı mekteplerde eğitim gören çocukları ´manevi özürlü´ olarak adlandırır ve böylelerinin vatan ve millet için gerçek evlat olamayacağını, halkı anlayamayacağını, dille beraber eğitim gördüğü Fransız veya İngiliz karakterini yansıtacağını belirtiyor. Sonra da bu manevi özürlülerin herhangi bir idarede çalıştıkları zaman ´Yüzlerine ne kadar vatanperverlik maskesi taksalar bile yine de vatansız, zavallı bir adam olarak kalacaklarını´ ilave ediyor.
Bu bir millet için felaket değil mi? Bunun büyük felaket olduğunu gören Ermeni parlamentosu, 1996 yılında Ermeni çocukların Rus okullarında eğitim görmesini yasakladı.
Sizin kitabınızdan da konuyla ilgili Fransa parlamentosunun ´Fransız dilinin kullanımına ilişkin 4 Ağustos 1994 tarihli bir yasa´ kabul ettiğini öğrendim. Ben, böyle bir yasayı Türk Cumhuriyetleri´nden, aynı zamanda Türkiye ve Azerbaycan parlamentolarından da bekliyorum.
Benim çok sevdiğim rahmetli Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş´ın da bu konudaki fikirleri benimkiyle aynıdır: ´Dil meselesi, bir milli müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü dil de vatan kadar, tarih kadar azizdir. Dil de bayrak gibi, aile gibi mukaddesattandır. Belki hepsinin ifadesi, aksi onda olduğu için hepsinden önemlidir. Dil olmayınca, millet olmaz, milliyet olmaz. Milli kültürün baş unsuru dildir.´
Aziz kardeşim Namık Kemal Bey, sizin kitabınızı okuyup bitirdikten sonra, kitabınızın son sayfasına şu sözleri yazdım: ´Türk olmak, doğmak kadar kolay. Ama bizim zamanımızda, gerçek anlamda bir Türk olmak, atalarımızın şerefli adlarına layık yaşamak çok zor!´
Sözümün sonunda yüzümü büyük Türkiye´ye çevirerek diyorum:
Ey şanlı tarihe sahip olan büyük Türkiye! Unutma ki, biz seni kendimiz için örnek biliyoruz. Bunun için de sınır sınıra yaşadığın büyük Türk dünyasını perişan etmeye, sana dikilen gözleri kapatmaya, sana beslenilen ümitleri yok etmeye senin hakkın yok. Ortak atamız Bilge Kağan´ın sözlerini kulaklarına küpe yap: ´Ey Türk, silkin ve kendine dön!´
Bahtiyar VAHAPZADE
1 Nisan 1998