Türk-İslâm Ülküsünün Büyük Mütefekkiri S. Ahmet Arvasi
Hüdavendigar Onur 01 Ocak 1970
Milliyetçilik Türk Milletinin Karakteridir!
Milliyetçilik, milletini sevmek, her alanda bağımsızlığına kavuşturmak ve devletini güçlü kılmak arzusudur. Milliyet realitesi, eskiden beri var olmasına rağmen siyâsi platformda 18. yüzyıldan itibâren yer almaya başlamıştır. 1789 yılındaki Fransız İhtilali’nin temelinde de milliyetçilik duygusu yatmaktaydı.
Milliyetçilik cereyanlarıyla birlikte milletlerarası hukuk alanında, her milletin kendi devletini ve kendisini idare etmek meselesi ortaya çıktı. Birinci Dünyâ Savaşı'ndan sonra kuvvetlenen milliyetçilik hareketleri sebebiyle 20. yüzyıl milliyetçilik yüzyılı olarak vasıflandırıldı. Önce dil ve edebiyatta başlayan bu akım, zamanla ilim ve siyaset sahasında kendini gösterdi. Milliyetçiliğin doğuşunda, yabancı kültürlerin millet hayâtı üzerindeki tesirleri de rol oynadı.[1]
Milliyetçilik, Türklerde her zaman önemli yer tutmuştur. Türk milleti, İslâm’dan önce de en kuvvetli bağ olarak milliyetçiliği görüyor, bu uğurda mücadele ediyordu. 18 ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da başlayan milliyetçilik Türklerde binlerce yıl önce de mevcuttu. İslâmiyet’ten önce Türkler, her zamanda milli varlıklarını sürdürmek, Türk milletinin rahat ve huzur içinde yaşamasını temin etmeyi gaye edinmiş ve bu uğurda savaşmış bir millettir. Bu idealin kaynağı Türk milliyetçiliğinden başka birşey değildi. İlteriş Kutluk Kağan, Bilge Kağan, Bumin Kağan gibi hükümdarlar ile Kültigin ve Bilge Tonyukuk gibi ulu kişiler ömürleri boyunca Türk milletinin huzur içinde yaşaması için gayret etmişlerdir.
Osmanlı Cihan Devleti’ndeki milliyetçilik anlayışı, diğer Müslüman veya gayrimüslim guruplara baskı yapmaktan uzak, insanlığın huzur içinde yaşamasını temin edecek yüksek adâlet ve idare esaslarını kazanmış bir milliyetçilik anlayışıydı. Bunun içindir ki, Osmanlı Devleti’nde azınlıklara baskı yapılmadı; dinleri, dilleri ve milliyetleri değiştirilmeye kalkışılmadı. Devletin yüksek mevkileri azınlıklara açık tutuldu. Ancak, Fransız İhtilâli sonrasında Avrupa devletlerinin baskıları ve Batılı fikir akımlarının tesirleri neticesinde azınlıklar arasında ırkçılık ve milliyetçilik düşünceleri yaygınlaşıp devlet dağılma sürecine girince, çeşitli fikirler ortaya atıldı. Bir avuç Türk genci, Osmanlı Türk Devleti'nin son yıllarında, azınlıklar arasında baş gösteren ayrımcı milliyetçilik akımlarına karşı bu coğrafyaya rengini veren ve Türk dili ve kültürünü üst çatı kabul eden birleştirici Türkçülük akımını başlattı.
Türk milliyetçiliğinin fikrî bakımdan günümüze kadar gelişip güçlenmesinde çeşitli gazete ve dergilerin payı büyüktür. 1911’den sonra belli aralıklarla çıkan ‘Türk Yurdu’, Ziya Gökalp’in yazı yazdığı ‘Genç Kalemler’, yine Gökalp tarafından 18 Haziran 1922’den itibaren Diyarbakır’da yayımlanan ‘Küçük Mecmua’ dergileri milliyetçiliği tebliğ eden ilk yayın organları olarak zikredilebilir. Nihal Atsız’ın ‘Bütün Türkler bir ordu, katılmayan kaçaktır’ sloganıyla 1931 yılından itibaren farklı dönemlerde yayımladığı ‘Atsız Mecmua’ ile ‘Orkun’ ve ‘Orhun’ dergileri de önemli bir yer tutar. Daha sonraki yıllarda milliyetçi ülkücü gazete ve dergilerin sayısı giderek artmıştır. Devlet, Bozkurt, Töre, Genç Arkadaş, Büyük Türkiye’ye Hasret, Ülkücü Kadro, Birliğe Çağrı, Yeni Düşünce, Nizam-ı Âlem dergileri milliyetçi kuşakların yetişmesinde katkı payı bulunan yayın organlarıdır.
Türk milliyetçiliği fikir hayatında önemli bir yere sahip olan S. Ahmet Arvasi de bir Türk aydını olarak Hergün gazetesindeki Türk İslâm Ülküsü, Devlet gazetesindeki “Arada Bir”, Yeni Düşünce dergisindeki “Gönüldaşlarla Baş başa”, Doğuş Edebiyat dergisindeki “Tefekkür Dünyası ve Biz” ve Türkiye gazetesindeki “Hasbihal” köşesinde milliyetçi Türk gençliğine zor günlerde kılavuz olmaya çalışmıştır.
Türk fikir hayatında önemli bir yere sahip olan Arvasi Hoca, ‘Hak yolda akıtılan bir damla mürekkep şehit kanından daha mübarektir’ buyuran hadisin önemini kavramış ve bu yolda eserler ortaya koymuş mütefekkirlerimizden biridir.
S. Ahmet Arvasi Kimdir?
S. Ahmet Arvasi, 15 Şubat 1932’de Ağrı’nın Doğubeyazıt kasabasında doğdu. Ailece Van’ın Müküs (Bahçesaray) kasabasına bağlı Arvas (Doğanyayla) köyündendir. Aile, soyadı kanunu çıktıktan sonra köylerinin adını soyadı olarak almışlardır. Babası Abdülhakim Arvasi’dir. Türk edebiyatının “sultan-üs şuarası” Necip Fazıl’ın hocası Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri ise, Ahmet Arvasi ailesi ile akraba olmakla birlikte bir başkasıdır.
1952’de Erzurum Öğretmen Okulu’ndan mezun olduktan sonra bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı. 1958’de Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’nü bitirdikten sonra sırayla Balıkesir, Bursa ve İstanbul’daki eğitim enstitülerinde hocalık yaptı. 1965 yılında “İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri” adlı bir kitapçık kaleme aldı. Bu eserinde “Türk Milliyetçiliği nedir? Türk Milliyetçisinin sunacağı program ne olmalıdır?” konularını ele aldı. 1968 senesinde “Kendini Arayan İnsan” adlı eseri yayımlandı. Bu eserinde akıl, zekâ, hürriyet, varlık, yokluk gibi felsefenin asırlar boyu tartıştığı birçok meseleyi inceledi. 1970 yılında Kendini Arayan İnsan’ın devamı mahiyetinde olan İnsan ve İnsan Ötesi adlı eseri yayımlandı. Ahmet Arvasi, bu eserinde “İnsan ve varlık”, “beşeri aklın doğuşu”, “beşeri aklın doğurduğu esaret”, “tekâmül, yaratma”, “insan kimdir ve nedir?” “insanın bitmeyen bunalımı” gibi grift konuları inceledi. Bu kitabında öte kavramı içinde fizik ötesinin yanısıra, madde, hayat ve ruhun da öteye ait olduğunu anlattı.
1979’dan sonra Türk-İslam Ülküsü eserini yayımladı. Arvasi, bu eserlerinde, ‘Düşünme İhtiyacı ve Felsefenin Durumu’, ‘İnsan ve Cemiyet Görüşümüz’, ‘Ekonomik Faaliyetler ve İslam Ekonomisi’, ‘Politik Konular’, ‘İslam Terbiye Sistemi’, ‘Din Psikolojisi’, ‘Kültür, Sanat ve İdeoloji’, ‘Kalkınmada Eğitimin Rolü’ ve daha birçok konuyu ele aldı. Daha sonra Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz ile Şiirlerim adlı eserleri yayımlandı. Doğu Anadolu Gerçeği adlı eserinde ise günümüzde de devam eden emperyalist güçlerin bu bölgede sürdürdükleri art niyetli oyunları anlattı. Ahmet Arvasi’nin, dinî pratiğin hikmete mebni olarak anlatıldığı İlm- haladlı bir eseri de vardır.
1979 yılında emekli olunca, bazı gönüldaşlarının talebiyle 1979 yılında Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel İdare Kurulu’na seçildi. MHP’den İstanbul Senatör Adayı oldu. Partideki görevine 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar devam etti. Ahmet Arvasi, tahliye olduktan bir süre sonra Türkiye gazetesinde “Hasbihal” adlı köşesinde Anadolu’nun milletimiz için olmazsa olmaz önemli bir coğrafya olduğunu ve korunması gerektiğini savundu. 31 Aralık 1988 tarihinde evinde daktilosunun başında çalışırken uçmağa vardı.
Ahmet Arvasi’de Türk Sevgisi
Türk milletinin İslam’ın bayraktarlığına soyunduğu günden beri düşmanları artmıştır. Büyük Türk Milliyetçisi Ahmet Arvasi de, ömrünü Türk düşmanlarıyla mücadeleyle geçirmiştir. Kitaplarında emperyalizmin Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç planlar tertip ettiğini ısrarla belirten Arvasi, kültür emperyalizmi vasıtasıyla vatan çocuklarının din ve milliyetlerine yabancılaştırılmaya çalışıldığını ifade eder. Bütün eserlerinde, “Türk-İslam kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslam ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslam iman, aşk, ahlak ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslamiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet gençlik yetiştirmekten başka çaremiz olmadığını” dile getirir.
Seyyid Ahmet Arvasi’ye göre, “Türklüğe düşmanlık, İslâm’a düşmanlıkla eşdeğerdir.” Arvasi, bu konuda, kendi akrabası ve her konuda yetkin bir İslâm âlimi olan Seyyid Abdülhakim Arvasi’nin ailesine yaptığı bir nasihatı şöyle anlatmaktadır: “Belgelerle sabittir ki, evlad-ı Resulüm, yani Resulullah’ın soyundanım. İslâm’a çatamayanlar Türk milletine çatıyorlar. Türk’e düşmanlık İslâm’a düşmanlığa eşdeğerdir. Bin yıl İslâm’ın hizmetkârlığını yapmış Türk milletinden dünyada bir tek Türk kalsa o Türk ben olurum. İki Türk kalsa ben ikincisi olurum. Ama asla Jöntürk olmam.’’
Ahmet Arvasi, işte bu kültürle yetiştiği için kendisini Türk İslam Ülküsü yoluna feda etmiştir.
Arvasi, Türk milletinin İslam dini ile şereflenmeden önce bile ‘Tanrı’nın kırbacı’ sıfatıyla zulüm idarelerine, zulmü şiar edinmiş devletlere karşı savaştığını yazılarında belirtir. Arvasi, adalet ve huzurun ‘Türk’ün cihan hâkimiyeti davası’ ile gerçekleşebileceğine inanır.
S. Ahmet Arvasi, sosyolog P. Sorokin’in ‘üst sistem’ deyimini kabul eder ve İslamiyet’in Türk kültür malzemesine ve Türk medeniyetine yeni bir ruh ve şuur getiren bir ‘üst sistem’ olduğunu savunur. Ahmet Arvasi, bir yazısında, Türk milliyetçiliğine düşman olanlara, Türk düşmanlarına şöyle seslenir: “Türk milletinin ve dolayısıyla Türk millliyetçilerinin âlemşümul davası, Allah ve Resulünün davasıdır ve bunun adı İslâmiyet’tir. Türk milleti, bugün yeryüzünü işgal eden din ve ideolojiler içinde, yol gösterici olarak İslamiyet’i seçmiş bulunmaktadır. Türk milliyetçisi, Türk’ü, ‘Dini dinime, dili dilime uyan’ olarak tarif eden aziz milletinden farklı hareket etmemektedir ve etmeyi düşünmemektedir. Aksini iddia edenler, Türk milliyetçilerine ‘bühtan’ etmektedir.”
Türk, İslâm’la; İslâm Türk’le Güçlenmiştir!
Ahmet Arvasi, İslamiyet’in kıyamete kadar baki, eksiksiz bir ilahi nizam olduğunu her vesileyle belirtir. Türk milleti, asırlardan beri, İslamiyeti, hem bir “din” hem de bir “ideoloji” olarak benimsemiş, kültür ve medeniyetini, bu ruh ve iman ile yoğurmuştur. Türk, “İslâm”la, İslâm da “Türk”le güçlenmiştir. Türk milliyetçiliği, İslâm’ın imân ve şuuru içinde yücelmeyi gaye edinen ve Türk’ün mutluluğunu burada arayan bir harekettir.
Millet sevgisinin romantizmi içtimai bir vakıadır. "Vatan sevgisi imandandır" ve "Kişi kavmini sevmekle kınanamaz"hadis-i şerifleri Arvasi’nin milliyetçilik anlayışının temelidir.
Niçin Sentez Değil?
Batılılaşma etkisiyle İslamcı, Türkçü, Osmanlıcı ve Milliyetçilik gibi adlarla anılan milli düşünce, zamanla Türk-İslam Sentezi şeklinde ortak bir kabule kavuşmuştur. Ancak, bu söyleyiş Arvasi’ye göre bazı zaaflar taşımaktadır. Ahmet Arvasi, meseleyi yeni bir yaklaşımla değerlendirdi. Bu değerlendirme, fikrin çilesini yaşayan Müslüman Türk Anadolu gençliği tarafından büyük bir muhabbetle kabul edildi. Arvasi, şöyle diyordu: “Din ve milliyet zıt değerler değildir. Bu sebepten sentez, tez ile antitez arasında söz konusu olacağına göre, yıllardan beri kullandığımız Türk-İslam Sentezi yerine Türk-İslam Ülküsü sözü daha uygun olur.”
Arvasi’ye göre, din ve milliyet gibi iki ayrı platformdaki değeri karşılaştırmak, insanımızı birinden birini seçmek yoluna itmek, emperyalistlerin yarım kalan bir oyunu olmuştur. Müslümanları parçalamak isteyen dış güçler ve onların yerli temsilcileri, adı ve sıfatı ne olursa olsun her türlü İslâmi faaliyetten çekinmektedirler. Ahmet Arvasi, bu çekinmeyi şöyle anlatıyor: “Hayretle gördüm ki, bu ülkede Türk kelimesinden ürkenler var. Yine hayretle gördüm ki, bu ülkede İslâm kelimesinden korkanlar var. Ve yine ürpererek gördüm ki, bu ülkede Türk ve İslam kelimelerinin yan yana gelmesinden dehşete kapılan kişi ve çevreler var.”
Türk milletinin milliyetçi kadrolarla yönetilmesi gerektiğini belirten Ahmet Arvasi, milli şuurdan yoksun kadrolara milleti teslim etmenin ihanet olduğunu anlatmaktadır. Milliyetçiliğin kadro ve programı ile daima iktidarda olması gerektiğini, milliyetçi programları iktidardan uzaklaştıranların bölücü veya yabancılaştırılmış kadrolar olduğunu ifade eden Arvasi, milliyetçiliği şöyle anlatmaktadır: “Milliyetçilik, bir milletin, kendi düşmanlarına karşı sürdürdüğü sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bağımsızlık savaşı, kendini dış ve iç sömürüye karşı koruma şuur ve çabasıdır. Yani, milletlerin var olma ve yaşama savaşıdır. Meşru bir hak ve şuurdur.”
Milliyetçiliğin sahibinin millet olduğunu, milletin vicdanına aykırı, milli tarihe, milli kültüre ve milli ülkülere ters düşen tarif ve tutuşların milliyetçilik olamayacağını anlatan Arvasi, çağdaş Türk-İslam Ülküsü kavramının Türk milliyetçiliğinin programını özetleyen ‘doktriner’ bir ifade olduğunu belirtmektedir. Türk milliyetçisinin gerçek ambleminin ay yıldızlı bayrak olduğunu belirten Arvasi, ancak Türk tarihi ve destanlarından süzülüp gelen motif ve renklerin milli bayrağımızın gölgesinde ve onu gölgelemeden duran ‘rozet’ ve ‘flama’ halinde taşınabileceğini ifade eder. Arvasi, Türk milliyetçiliğinin en güçlü teminatı olarak Türk ordusunu göstermektedir.
Milliyetçi Lider ve Kadrosu
Her hareket büyük bir lidere ve onun etrafında toplanmış bir kadroya muhtaçtır. Türk milliyetçiliğine her zaman liderlik yapmak isteyen kişi ve kadroların oluştuğunu belirten Arvasi, önemli olanın bu iddia ile ortaya çıkmak değil, Türk milliyetçiliğini ‘doktriner’ manada temsil ve organize etmek olduğunu savunmaktadır. “Lider ve kadrosu imal edilemez, onu milli şartlar ve ortamlar hazırlar ve doğurur” diyen Arvasi, liderin milli imana, aşka, aksiyona ve karaktere sahip insanlar arasından doğacağını, zaten davanın samimi bir neferi olmaya rıza göstermeyen bir insanın asla lider olamayacağını anlatmaktadır.
Ahmet Arvasi’ye göre lider, davasını mutlaka başarıya yaklaştıran ve ulaştıran, çetin şartlarda gerilemeyen yahut çok tehlikeli durumlarda mümkün olanı en az zararla kurtaran, zararları süratle telafi edebilen, gerçekçi, hesabında yanılmayan, istişare ve istihbarata çok önem veren, ketum bir kimsedir. Kendi yokluğu halinde, davanın başarı ile yürütülmesi için gerekli tedbirleri önceden alır ve davayı namuslu ellere teslim etmeyi planlar.
Arvasi’ye göre, fert, aile, toplum ve devlet hayatında, İslâm’ın yaşama nizamı olarak benimsendiği Osmanlı'da, İbn-i Haldun’un ‘medeniyetlerin ölümü’ görüşünde belirttiği şekilde bir aydın yabancılaşması zamanla görülmüştür. Zihniyet çözülmesi ve aydın yabancılaşması bürokrasinin üç tabakası ilmiyye, seyfiyye ve kalemiyyeden özellikle kalemiyye ve seyfiyyede açık bir şekilde görülmüştür. Uygulamadan ziyade yargı ve denetim görevi yapan ilmiyye, en az hatalı, en az bozuk olanı seçmek zorunda kalıyordu.
Girift devlet mekanizması içinde hakanın büyük yetkileri olsa bile otoritesi belirli bir silsile takip ederek ortaya çıkıyordu. Bu sebeple tarihi yorumlarken sultanların döneminden ziyade, kadro ve içtimai değişme dönemlerine dikkat edilmelidir. Ahmet Arvasi, Batılılaşma hareketini yürüten bürokrasiyi "mutlu azınlık" şeklinde adlandırmaktadır. Gerçekten de yönetim gücünü kötüye kullanan bu zümre çok geçmeden üretimden kaynaklanmayan büyük gelirleriyle şaşaalı ve tantanalı bir hayat yaşamıştır. Çoğu zaman sultanları bile kendi çıkarlarına göre değiştirebilen bu zümre, halka ve halkın değerlerine yabancılaştıktan sonra, yeni bir dünya görüşü arayışı içine girmişler ve bunu aslı bozulmuş tasavvufi çizgilere saparak göstermişlerdir. Bu meyanda ilmiyye sınıfına mensup İslam âlimlerinin devirlerinde bürokrasinin bu sapık yönelişlerine karşı nasıl bir mücadele verdiklerini hatırlamak zorundayız.
Bürokrasinin yabancılaşma zinciri, farklı isimler altında günümüze kadar ulaşmıştır. Bugün sıkça karşılaştığımız halka tepeden bakan bu seçkinci zümrenin kaynağı bürokrasiye dayanmaktadır. Bu insanlar, dedelerinin imtiyazlı günlerini aramakta, eskinin özlemiyle millete saldırmaktadırlar. Arvasi, bunu şöyle dile getirir; “Türkiye’de, sosyal hiyerarşi hızla değişmektedir. Piramidin tepe noktasında oturmaya alışmış mutlu azınlıkların telaşı ve feryadı bundandır.”[2]
Fikir Öfkesi
Ülkemizde eğitim seviyesi yükseldikçe, sanayileşme ve şehirleşme hızı arttıkça tabandan tepeye doğru tırmanışlar çoğalmakta, kalıplaşmış ve katılaşmış statüler sarsılmaktadır. Bütün makamları, mevkileri, arpalıkları, köprübaşlarını tutmaya alışmış ve bunları babadan oğula devretmeyi vazgeçilmez bir hak sanan aile ve zümreler, büyük korku ve öfke içinde konuşup yazıyorlar: "Bu ülke ‘Hassolara ve Memolara bırakılamaz.” Asırlardır hor görülen, her türlü imkândan mahrum bırakılan Müslüman Türk çocukları, giderek artan bir ölçüde yavaş yavaş da olsa medeni imkânlardan istifade etmiş ve eski statülerinden kurtulmak gayretine girişmeye başlamışlardır. Anadolu çocukları büyük bir şevk ve heyacanla ictimai barem merdiveninde itibarlı yer aramaktadırlar.
Ahmet Arvasi’ye göre, çağdaşlaşma kendine yabancılaşmadan şahsiyetli bir gelişme olmalıdır. Ve çağdaşlaşmayı temsil eden yeni bir nesil de gelmektedir. Arvasi, bu konuda şöyle der: “21. asra girerken yepyeni bir ümit ve dinamizmle gelen bu nesil, bazılarının sandığı gibi siyasi ve ideolojik bir hareketten çok, Türk-İslam kültür ve medeniyetinin yeniden dirilişini temsil etmektedir, elbette bunun siyasi hayata yansıyan yönleri de olacaktır. Görünen odur ki, bundan sonra ülkemizde inanmış aydınların ve teknokratların sözü daha fazla geçecek, milli ve mukaddes değerlere karşı kadrolar ister istemez sahneden çekilecektir. Ve yine görünen odur ki, hâlâ 18. ve 19. asrın pozitivizmini ve materyalizmini savunanların, hâlâ Türk-İslam kültür ve medeniyeti yerine Greko-Latin kültür ve medeniyetini oturtmak isteyenlerin, hâlâ milletimize ve halkımıza tepeden bakmakta olanların sesleri ve gürültüleri, ümit ederim ki kısılacaktır.”
Arvasi’ye göre, inanmış aydın görevini yerine getirirken şu yolu izlemelidir: “...Müslüman aydınlar, kendilerini çok iyi yetiştirmiş olmalı, en az bir yabancı dil bilmeli, İslâm’ın tavizsiz ve akıllı bir seçkini olarak kendi ihtisas dalında, mazlum ve mağdur İslâm âlemine hizmet vermelidir. Unutmamak gerekir ki, İslam dünyası, birinci sınıf ilim, fikir, sanat ve hamle adamlarını beklemektedir. Bunlar başka bir yıldızdan gelmeyecek, sizlerin arasından çıkacaktır...”
Ahmet Arvasi, “Sizce aydın niye hep şikâyetçidir?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Aydın eğer, bir milletin okumuş, yazmış üst seviyedeki entellektüel takımı ise, esas Türk milleti aydınından şikâyet etmek durumundadır. En azından, aydının kendisini, Türk milletini tanımadığı, Türk milletinin meselelerine eğilmediği; Türk‘ün milli, mânevi ve mukaddes değerlerine ya ortak olmadığı yahut bu değerlere ilgisiz kaldığı için şikâyetçidir. Tanzimatçı, meşrutiyetçi olsun, günümüz aydınları olsun, Türk milleti ile istediği diyaloğu kuramamıştır. Bizde maalesef iki asırdır aydınla halk arasında bir kopukluk vardır. Aydının devam ettiği, oturduğu, eğlendiği yaşadığı yerlerle, halkın oturduğu, yaşadığı yerler çok farklı. Adeta aydın kapıyı kilitleyerek, ‘Buraya kimse giremez’ levhasını asmıştır. Eğer millet kendi hakkını bizzat kendi almak yoluna başvuruyorsa, suçlu halk değildir.“
Devletin doğuya bütün ihtişamıyla gitmesi gerektiğini belirten Arvasi, sözlerine şöyle devam ediyor: “Eğer benim milletim turnalardan haber sormak zorunda kalmışsa, (Eğil turnam eğil haber sorayım/Bizim köyün çiçekleri açtı mı?) sorumlusu oralara posta, telgraf, telefon getirmeyen aydındır. Şimdi... Türk halkını, Türk milletini böyle yapayalnız haliyle başbaşa bırakacaksın. Bir de o insanlardan şikâyetçi olacaksın! Mabede girmeyeceksin, mabettekilerden şikâyet edeceksin... Yok öyle şey! Kalem efendisi, çekilip köşesinde viskisini yudumlayan, girilmez levhaları altında kendisini bir kulübün yahut bir derneğin perdeleri arkasına gizleyen şikâyetçi, bohem aydın tipi yaramaz bana. Böyle bir aydının şikâyet hakkı yoktur. İnanmış aydın mutlu azınlığa elbette öfke duyacaktır. Bu öfke kuru bir öfke değil, üretkenliğe sürükleyen bir fikir öfkesi olmalıdır." Arvasi, inanmış aydınları şöyle göreve çağırır: “Benim dünümü ve bugünümü dünyada yankılar yapacak bir ustalıkla ortaya koyacak romancım, hikâyecim, tiyatro yazarım, senaristim ve film yapımcım nerede? Şu anda yeryüzünde binbir acı içinde kıvranan Müslüman kavimlerin, cemiyetlerin ve grupların dramını kimler dile getirecek. Kara ve kızıl emperyalizmin zulüm ve şiddetini kimler işleyecek? Nerede şairlerim, nerede ressamlarım, nerede İslâm’ın hüznünü dile getiren ve ona yeniden dirilme şuuru aşılayan bestecilerim.‘‘[3]
İnkâr Edilemeyen Gerçek
S. Ahmet Arvasi, yaşadığı dönemin bütün meselelerine değinirken çözüm yollarını göstermiş, art niyetli çıkışlara göğsünü siper etmiştir. Bazılarının, bir komplekse kapılarak ‘millet’ ve ‘milliyet’ sözlerinden ürktüğünü anlatan Arvasi, şöyle diyor: “Böyleleri, bu kelimeleri söylememek için adeta hususi bir gayret sarfederler de ‘halklar’ ve ‘insanlık’ sözlerini israf edercesine kullanırlar. Oysa ‘milletler’ inkâr edilmeleri mümkün olmayan objektif ve sosyolojik gerçeklerdir. Milletleri doğuran, coğrafi, tarihi, harsi, iktisadi, biyolojik ve psikolojik pek çok âmil vardır ve bunları hem etkisiz bırakmak hem de inkâr etmek mümkün değildir.”
Bazılarının ise milliyet şuurunu şövenizmle aynı anlamda kullandığını ve “Artık milletler çağı kapanmıştır” dediğini belirten Arvasi, sözlerine şöyle devam ediyor: “Bunlar, ya tarih bilmiyorlar yahut etraflarında cereyan eden olayları göremeyecek kadar kördürler. Bütün tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de ‘milletlerarası savaş’ devam etmektedir. Tarihi gelişim, milletlerin sayısını azaltmamakta, aksine çoğaltmaktadır. Görmüyor musun? Birleşmiş Milletler binasına hergün yeni bir milletin ve devletin bayrağı asılmaktadır. Bugün, yeryüzü haritasının beşeri tablosu, ayrı ayrı kültür daireleri etrafında organize olmuş milletlerden ibarettir. Bu, yalnız bu günün gerçeği değildir; tarihin en eski çağlarından beri durum budur. Tarih bir ‘kavimler’ ve ‘milletler’ tarihidir. Yeryüzünde kavimler ve milletler vardır ve ‘insanlık’ bunların umumi adıdır. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bu husus şöyle açıklanır: “Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye şubelere (ırklara, kavimlere) ve kabilelere ayırdık...” (Hucurat/ 13)
İslâm Sosyolojisi, Kur’an-ı Kerim’in ışığında ‘millet ve milliyet’ gerçeğini ihmal ve inkâr etmez. Çünkü bizzat Yüce Allah, insanları ‘tek kökten’ gelmelerine rağmen farklı ‘şubeler’ halinde yarattığını açıkça beyan etmektedir.”
Estetiğin Konusu Güzelliktir
S. Ahmet Arvasi, yaşadığı dönemin bütün konularına yazılarında değinmiş, yol göstermiş, çözüm yolları aramıştır. Arvasi’ye göre, günümüzde estetik (bediiyyat) müstakil bir ilim sayılmaktadır. Estetik, insanoğlunun verdiği eserleri inceleyerek kaide koymaya çalışır; güzellik mefhumu hususunda insanların ulaştığı âlemşümul normları keşfetmek ister. Estetik’in konusu tek kelime ile güzelliktir. Sanatkârın hedefi ise güzele ulaşmak ve çirkinden uzaklaşmaktır. Sanatkâr, mutlak güzeli arayan ve yakalayan kimsedir.”
Arvasi, büyük sanatkârlara örnek olarak Mimar Sinan’ı göstermektedir. Ona göre, “Mimar Sinan, bizim imparatorluğumuzun taşlarından Süleymaniye çıkabileceğini, Selimiye çıkabileceğini” ispatlamıştır. Bunların ‘muhteşem eserler’ olduğunu anlatan Arvasi, sözlerine şöyle devam ediyor: “Bir Süleymaniye’yi düşünün, orada ‘hendesenin zaferi’ ile birlikte ‘estetiğin zaferi’ ve ‘dinin zaferini’ bir arada ve muhteşem bir terkib içinde yakalayacaksınız. Gerçekten Mimar Sinan yalnız ‘taşı işleyen bir şair’ değildir; o hendesenin sınırlarını bilen, akustiğin esrarını çözen ve fiziğin kanunlarını yaşayan bir ilim adamı ve büyük bir aşk biçiminde taşıyan ve objektif âlemi işleyen bir iman adamıdır.”[4]
Arvasi, “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz” adlı eserinde, “en büyük sanatkâr kimdir?” diye sorarken cevabını da kendisi şöyle veriyor: “İslâm’a göre, bizzat Allah, en büyük san’atkardır ve kendindeki cemal sıfatı ile her an tecelli etmektedir. Bu açıdan bakınca kâinat bir güzellik okyanusudur; insan ise bu okyanusun üzerinde parlayan ve en güzel biçimde yaratılmış olan bir yıldız gibidir. Kâinata ve insana bir sanatkâr gözü ile bakanlar onlarda muhteşem estetik mesajlar bulacaklardır. Ama Müslüman sanatkâr bütün bunların arkasında gizlenen Mutlak Güzeli bulmaya çalışır. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak şöyle öğülür: “Suret yapanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir” (El-Müminun / ayet:14)
Arvasi’ye göre, bir sanat eserinin başarısı “zamanı aşması, insanda beşeri olanı halkın kültür değerleri içinde yakalamasıyla mümkün olduğu gibi estetik düşüncenin de çağdaş sesi yakalamasıyla başarıya ulaşacaktır. İslâm sanatkârı, Allah’ın cemal sıfatını arayarak yol almaktadır.”
Ana Cadde
Ahmet Arvasi, dini konularda İmam-ı Azam, İmam-ı Gazali, Ahmet Yesevi ve İmam Maturidi gibi İslâm büyüklerinden etkilenmiştir. Dini konularda kaynağı Ehl-i Sünnet ülemasıdır. Arvasi’ye göre, “Bir müctehidin çıkardığı ahkâma mezheb denir. İslâm’da mezhepler haktır, ama fırkalara ayrılmak yasakdır. O halde, bu iki tabir arasında büyük ve korkunç farklar var. Müslümanların bu konuda dikkatli olmaları gerekir. Müslümanın itikadı yani inancı, kitabımız Kur’an-ı Kerime, Şanlı Peygamberimizin inançlarına ve O’nun yolundan giden Ashab-ı Kiram’ın çizgisine asla muhalif olamaz; bunlardan inanç bakımından bir zerre miktarı ayrılmak sapıklıktır. Ehl-i Sünnet vel Cemaat Yolu’nun iki büyük itikat imamı vardır. Bunlar, İmam-ı Maturidi ve İmam-ı Eş’ari hazretleridir. Bu iki büyük imam, İslâm, iman ve itikadını sapık felsefi ve dini cereyanlara karşı savunmuşlardır. Bu yanlış fikir ve inançların Müslümanların zihin ve vicdanlarına yerleşmesine fırsat vermemişlerdir.” Arvasi, İmam-ı Azam ve İmam-ı Maturidi’nin yoluna Ana Cadde adını vermektedir.[5] Arvasi, insanların rehber seçtikleri kişileri seçerken dikkatli olmaları gerektiğini belirtiyor.
Ona göre, Müslümanlar yarın İlâhi huzurda sorguya çekileceklerini de düşünmek zorundadırlar.
Yüce dinimizin açık emirlerinden anlıyoruz ki, o Büyük Hesap Günü’nde rehber, mürşid ve imam kabul ettiğimiz kişi ve kadrolarla birlikte sorguya çekileceğiz. Bu hususta yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “O gün ki, insan sınıflarından her birini biz imamları ile çağıracağız.” (El-İsra/71)
Evet, seçimimizi, bu dünyada iken iyi yapmalıyız. Çünkü ötede mazeretimiz kabul edilmeyecektir. Heva ve heveslerine uyan kişi ve zümrelerin “Biz bilmiyorduk. Bizi reislerimiz ve büyüklerimiz aldattı” tarzında ileri sürecekleri mazeretleri o gün geçersiz olacaktır. Bu husus yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanır: “Ey Rabbimiz, gerçekten biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar, diyeceklerdir” (El-Ahzab / 67)
Bir şeyin sahtesi ile gerçeği arasında sadece şekli bir benzerlik vardır. Yoksa mahiyet ve muhtevaları çok farklıdır. Sahte olan şey, gerçek olan şeyin dıştan bir taklididir. Tıpkı bunlar gibi insanların da müesseselerin de, değer ve faziletlerinde gerçeği ve sahtesi var. Bunlar münafık tiplerdir. Hangi konuda olursa olsun münafıklar dünyanın en iğrenç kişileridir. Çünkü onlar, ahlaki karakter bakımından arızalı kimselerdir. Su katılmamış birer dinsiz oldukları halde gerektiğinde dindar; içleri kin ve öfke dolu birer müstebid oldukları halde gerektiğinde demokrat; hasımlarının ıstırabından sadistçe bir zevk duydukları halde gerektiğinde müşfik ve merhametli gözükmesini bilirler. Evet, sırf insanları aldatmak için inanmış gözüken, inançsızlardan daha iğrenç kim olabilir? Yüce Allah münafıkların sözlerine “tesir “gücü vermemiştir. Bunlar, istedikleri kadar konuşsunlar, yazsınlar, emir versinler asla netice alamazlar.
İslâm’ın terbiye sisteminde bu konuya çok ehemmiyet verilmiştir. İslâm’a göre, âlimler ve muallimler sadece Hakk’ın ve hakikatın emrinde olacaklardır; politika cambazlarına alet olmayacaklar ve genç nesilleri yanlış yola düşürmeyeceklerdir.[6]
Ahmet Arvasi, Türkiye’de, 30 yıllık yazı hayatında ister modern isterse dinî kisve altında olsun gayrimilli art niyetli ya da gaflet ehli diyebileceğimiz kişi ve zümrelere karşı göğsünü germiş ve bundan dolayı da bu guruplar tarafından nisyana terkedilmiş bir fikir adamıdır. Bugün –bazı dini gruplar arasında da- yaygın örnekleri görülen “milliyeçilik” düşmanlığının “millet” üst omurgasını nasıl çatırdattığını ve yerini en ilkel “kabilecilik” ve “cemaatçilik” uygulamalarına bıraktığını üzülerek görmekteyiz. Bu nedenle, hem Türk, hem Müslüman, hem de medenî olmanın mümkün olduğunu söyleyen Arvasi’yi, Türk aydınlarının bugün dünkünden daha dikkatli okuması gerekiyor.