Kasım Süleymani suikastı üzerinden Avrupa’da milliyetçi-popülist ayrışması
Sinan Baykent 01 Ocak 1970
Yazdıklarımı yakından takip edenler bilirler; tarihsel Avrupa milliyetçiliği ile günümüz sağ popülizmini birbirine karıştırmanın yanlış olduğunu düşünenlerdenim.
Tarihsel Avrupa milliyetçiliğinin gen haritası bellidir ve köklüdür. Entelektüel zemini – en azından siyasal planda – 19'ncu yüzyılın ortalarına değin uzanır. Üzerine tuğla kalınlığında kitaplar yazılmış, eserler verilmiştir. Bu anlamda homojen bir “fikir sistemi”nden bahsedebiliriz.
Oysa sağ popülizm öyle değildir. Tabiatı itibariyle konjonktürel ve fırsatçıdır, dayandığı uzun soluklu bir ideolojik “corpus” bulunmaz. Bir nevî “teknik”tir aslında. Dahası sağ-popülizm, siyasal bilimler literatüründe daha güncel ve yeni bir kavramı ifade eder.
Avrupa’da sağ popülizm 11 Eylül paradigmasının bir gayrı-meşru çocuğu, bir yan ürünüdür. Dünya çapında belli merkezlerce filizlendirilen İslâm düşmanlığı, Avrupa’daki yankısını sağ popülizmde bulmuştur. Başka bir deyişle aslında söz konusu akım çıkışı itibariyle “Avrupalı” bile değildir, Amerika Birleşik Devletleri’nden (ABD) ithal edilmiştir.
Hâl böyle olunca, bugün Avrupa’da faaliyette bulunan irili-ufaklı sağ popülist oluşumların ve dahi partilerin kendilerine “akıl hocası” olarak Siyonist Steve Bannon’u bellemiş olmaları şaşırtıcı değildir.
Bannon, tarihsel Avrupa milliyetçiliğinin zihin dünyasında kendine yer bulamayan ve bulamayacak bir düşünsel “tohumu” yani Siyonizm’i sağ popülistlerin eliyle toprağa serpiştirmiş, bunda nispeten başarılı da olmuştur.
Tarihsel Avrupa milliyetçilerinin aksine, sağ popülistlerin Wall Street bankerleriyle yahut New York’un yozlaşmış entelijansiyasıyla bir alıp veremedikleri yoktur. İtiraz edermiş gibi görünseler de, ekonomide liberal pratiklerle uyumludurlar. Dahası, Ortadoğu’ya bakışları karanlık bir İslam düşmanlığıyla bezenmiştir ki, bu tavır onları İsrail’e yakınlaştırmaktadır.
Fransa’da Marine Le Pen, İtalya’da Matteo Salvini, İspanya’da Santiago Abascal, Hollanda’da Geert Wilders ve Çek Cumhuriyeti’nde Tomio Okamura gibi yeni nesil sağ popülist figürlerin tamamı işte bu zihniyetin mahsulleridirler.
Ya tarihsel Avrupa milliyetçileri?
Onlar daima şeytanlaştırılanlar ve lanetlenenlerdendirler. Medyada görünmez, tartışılmazlar. “Faşist”, “neo-Nazi” ve “aşırı milliyetçi” vb. etiketlerle en baştan gayrı-meşru ilan edilmişlerdir.
Bilhassa İsrail’e karşı benimsedikleri pozisyon ve kuşandıkları anti-Siyonist tutum, bu çevreye nispetle tatbik edilen cüsseli sansür ve yok sayma politikasını açıklamaktadır.
Tarihsel Avrupa milliyetçileri ile sağ popülistler arasında onlarca hayatî fark vardır. Bunları pek çok makalemde farklı açılardan irdelemiş, tahlil etmiştim. Dolayısıyla burada tekrara girmek istemiyorum.
Ne var ki söz konusu iki kalıbın aynı gerçekliğe işaret etmediği hakkındaki çıkarımlarıma bugün itibariyle bir yenisi eklenmiş bulunuyor ve bu anlamda beni haklı çıkarıyor.
Geçtiğimiz günlerde yaşanan suikasta pek çok insan ve muhit değişik tepkiler verdi. Kimisi suikastı üstü kapalı bir şekilde veya açıktan desteklerken, kimisi de suikastı mahkûm etti.
İslam dünyasının tamamında idrak edilen bu kırılmanın bir benzeri Avrupa’da da yaşandı.
Avrupa’da sağ popülistler suikastı neredeyse kutsarlarken, milliyetçiler olayı çok keskin ifadelerle kınadılar.
Aslında bu durum mevzubahis ikiliyi ilmî planda inceleyenler için şaşırtıcı olmadı. Bilâkis bilinen doğruları perçinlemiş oldu.
Hemen birkaç örnek üzerinden gidelim.
Sağ popülistler: Teşekkürler Trump!
İtalya’da Kuzey Ligi (LEGA) lideri ve eski İçişleri Bakanı Matteo Salvini, İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü eski Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle ilgili “Teşekkürler Trump!” ifadelerini kullandı.
“Daha az İslamî terörist, daha az sorun demektir” diyen Salvini, “Trump, İslamî teröristleri ortadan kaldırıyor ve bu benim açımdan çok iyi” diye de ilave etti.
Hatırlanacağı üzere, Salvini Aralık 2018 tarihinde İsrail’i ziyaret etmiş, burada İsrail Başbakanı Netanyahu’nun methiyelerine (!) mazhar olmuştu.
Aynı Salvini birçok farklı konuşmasında ise İslam’ın (hâşâ) bir din olmadığını ve yasadışı bir yaşam şekli olduğunu savunmuştu.
Fransa’da Ulusal Birlik (Rassemblement National) lideri Marine Le Pen de Salvini’nin yolundan ilerlemeyi tercih edenlerdendi. Le Pen, yaptığı yazılı açıklamada, görüşlerini şöyle sıraladı:
Irak’ta Şiî milisler son günlerde ABD elçiliğini işgal etmeye yeltendiler. (...) Başkan Trump bu vesileyle İran’a bir uyarıda bulunmak istedi. (...) Bir devlet, elçilik binasını herhangi bir düşman eylemci kitlesinin merhametine terk edebilir mi?
Yukarıdaki cümleleri sarf eden Le Pen, partisinin Mart 2018 tarihinde düzenlenen kongresine Steve Bannon’u davet etmiş, onu “şeref konuğu” olarak ağırlamıştı.
Aynı Le Pen, Ocak 2017 tarihinde ise New York’a gitmiş, burada Trump Tower’a girerken basına yakalanmış ve temasları esnasında çeşitli iş çevreleriyle bir araya gelmişti ki, böylesi bir senaryo baba Le Pen’in yani Jean-Marie Le Pen’in başkanlığında tahayyül dahi edilemezdi.
Azılı İslam düşmanı Hollandalı Geert Wilders ise, kişisel sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımda, “General Süleymani bir kabadayı ve İran’ın bir devlet teröristiydi. Şeytanî Kudüs Gücü’nün başındaydı ve elleri kanla doluydu. Hele Şükür!” yazdı.
Her fırsatta Hz. Peygamber’e (sav) dil uzatan, İslam dinine ve Müslümanlara karşı en ağır, en alçak ve en küstah yakıştırmaları yapan Wilders, İsrail’in geçtiğimiz aylarda yürürlüğe koyduğu “ulus-devlet – ırk – yasası”nı övmüş, Filistinlilerin topluca Ürdün’e taşınmalarını talep etmişti.
Birleşik Krallık’ta “Brexit” sürecinin mimarlarından sayılan ancak aynı zamanda İslam düşmanlığına her gün yeni bir boyut(!) kazandıran Nigel Farage, Kasım Süleymani suikastıyla ilgili, “Bu suikast aylardır süren provokasyonların doğal bir sonucudur. İran Hizbullah ve Hamas gibi terör örgütlerini destekliyor. Ama suikastın en önemli tetikleyicisi Bağdat elçiliğinin işgal edilme denemesi oldu” dedi.
İspanya’da, Almanya’da ve diğer ülkelerdeki sağ popülist liderler şimdilik sessizliği tercih ediyorlar.
Buna mukabil, Avrupa’da sağ popülist cenahtan verilen tek tepki ise Çek Cumhuriyeti’nden, Tomio Okamura’dan geldi. Verdiği demeçte Okamura, “Kasım Süleymani suikastı hayret verici bir aptallıktır. Süleymani IŞİD’in yenilmesine doğrudan katkı sunmuştu” dedi.
Avrupa milliyetçileri: Bu savaş suçunun bir bedeli olacak!
Gelelim Avrupa milliyetçilerine.
Gerçekten de Avrupa milliyetçileri bünyesinde Süleymani suikastına dair çok kapsamlı bir eleştiri yağmuru yaşandı.
Jean-Marie Le Pen’in başdanışmanı Elie Hatem’e suikastla ilgili ne düşündüğünü sorduğumda, şöyle cevap verdi:
ABD Irak’ta terörist bir eylem gerçekleştirmiştir. ABD kendini dünya jandarması zannediyor ve uluslararası hukukun üstünde görüyor. Trump eski yönetimi savaş çığırtkanlığı yapmakla suçluyor ve Irak işgalini temelsiz bulduğunu söylüyordu. Oysa bugün gelinen noktada George W. Bush’un düştüğü tuzağa kendisi de düştü. Trump, ABD’deki Siyonist lobinin etkisinden kurtulamadı. ABD dış politikasını hâlâ Tel-Aviv dikte ediyor. Dahası, Süleymani suikastıyla birlikte bir savaş suçu işlemiştir.
Bir başka Fransız milliyetçisi, Yvan Benedetti ise, Trump’ın 2020 seçimleri perspektifinde hareket ettiğini iddia etti ve görüşlerini şu şekilde belirtti:
Kasım Süleymani suikastını tanımlayacak kelime bulamıyorum. Donald Trump, Beyaz Saray’daki kampanya ofisinden verdiği emirle terörizm yapmıştır. Bu kararı Irak’ı bulunduğu uçurumda daha da derinlere sevk edecektir. Biz Yankee ordularının bir an evvel Irak’tan ve Suriye’den çıkmalarını talep ediyoruz. Bu eylem şüphesiz ki cezasız kalmaz ve kalmamalıdır.
Bir başka görüşmemde İtalyan milliyetçiliğinin patronlarından ve Avrupa Parlamentosu (AP) eski üyelerinden olan Yeni Güç (Forza Nuova) lideri Roberto Fiore, Salvini’nin yanlışa düştüğünün altını çizdi ve ilave etti:
Matteo Salvini son açıklamalarıyla büyük bir prestij kaybına uğramıştır. Kasım Süleymani modern çağın kahramanlarındadır. Nedeni çok açık: Süleymani’nin eylemleri yalnızca mücadele değil aynı zamanda zafer de getirmiştir. IŞİD’e karşı, İsrail’e karşı elde edilen zaferlerde Süleymani’nin imzası bulunuyor. Büyük bir kahramanı öldürdüler ve bundan böyle cevabı halkların yürekleri verecektir.
Aslında Roberto Fiore’yle Libya’yı ve Türkiye’nin olası bir Libya harekatından da bahsettik. İtalyan milliyetçileri Libya meselesinde Türkiye’nin haklılığını henüz tam anlamıyla idrak edebilmiş değiller maalesef. Bu başlığa ilişkin değerlendirmelerimizi bir başka makalede aktarabilmeyi umuyorum.
Tıpkı Fiore gibi, Alman milliyetçisi ve AP eski üyesi Udo Voigt da kişisel sosyal medya hesabından kaleme aldığı mesajda suikastı tenkit ediyor ve şöyle diyor:
Ölüm Almanya’dan geldi! ABD’nin katil SİHA’ları Alman yurdunda bulunan Ramstein Hava Üssü’nü kullanıyor. İnanıyorum ki İran yönetimi ABD’nin bu savaş suçunun bedelini ödetecektir.
Birleşik Krallık’tan Nick Griffin suikasta ekonomi penceresinden bakıyor ve “İran’la savaş ekonomik kaos anlamını taşır. İngilizler ve Avrupalılar bilmeliler ki ABD petrol konusunda kendi kendine yeter bir düzeydedir. ABD petrol fiyatlarıyla oynamak istiyor. Bu anlamda IŞİD’e karşı en etkili muhaliflerden birine yapılan suikastı bir de bu açıdan okumalısınız” diye de fısıldıyor.
Diğer Avrupa milliyetçilerinin aksine, Griffin neredeyse Wilders kıvamında bir İslam düşmanıdır. Bu anlamda diğerleri gibi (veya “kadar”) angaje bir mesaj yayınlamıyor. Griffin’in dizginlenemez İslam düşmanlığı, diğer milliyetçilerin ittifak ettikleri noktada da kendini belli ediyor.
Nihayet İspanya’daki milliyetçi Ulusal Demokrasi (Democracia Nacional) platformunun resmî internet sitesindeki bir analiz makalesinde Süleymani suikastına dair geliştirilen bakış şöyle özetlenmiş:
Mesele İran rejimini savunma meselesi değildir. Bu, Büyük İsrail’in destekleyip desteklememe meselesidir. Zararı da yararı da getiren budur. Yine mesele ‘demokrasi’ olsaydı ABD’nin evvelâ Suudi Arabistan’ı veya İsrail’i işgal etmesi gerekirdi. Bu gidişata son vermek Amerikan halkının elindedir. ABD’nin bir Siyonist işgal hükümeti olarak kalıp kalmayacağına onlar karar verecekler.
“Siyonizme destek olmak ya da anti-Siyonist olmak: İşte bütün mesele bu” mu?
Görüldüğü üzere, Avrupa’da milliyetçiler ile sağ popülistler arasında Kasım Süleymani suikastıyla ilgili cereyan eden tartışmalar aslında daha çok İsrail ve Siyonizm odaklıdır. Nitekim bu, iki kütle arasındaki en büyük farkı da çok şeffaf bir biçimde ortaya çıkarmaktadır.
Yalnız Avrupa’da değil, dünyada çoğu insan Kasım Süleymani suikastını bu ikilem üzerinden ele aldı. Bu insanlara göre bir yanda dindar olsun ya da olmasın bütün anti-emperyalist çevrelerin “Büyük Şeytan” addettiği bir Amerikan emperyalizmi gerçeği, diğer yanda ise ABD’nin saldırısına muhatap olmuş bir İran ve onun himayesinde örgütlenen bir “anti-Siyonist direniş” gerçeği vardı.
Ortadoğu’da yahut Ortadoğu’ya komşu Müslüman ülkelerde (Türkiye gibi) ise böylesi bir denklemin kurulması her zaman Avrupa’daki kadar kolay olmuyor şüphesiz. Bu anlamda mezhepsel hassasiyetlerden tutun da ulusal rekabet ortamına varıncaya kadar onlarca değişkenden ve faktörden söz edilebilir.
Dahası, Avrupa’daki milliyetçi kamuoyunda yerleşik İran algısı üzerinden Şiîlik, Sünnîliğe göre çok daha müspet görülüyor. Kendi payıma Avrupa milliyetçileri nezdinde herhangi bir Sünnî yapının –istediği kadar anti-emperyalist ve anti-Siyonist vasıflarla donanmış olursa olsun– savunulduğuna ve dahi olumlu bir intiba bıraktığına şahit olmadım.
Hâl böyle olunca, bir “algıda seçicilik” sürecinden de pekâlâ bahis açılabilir.
Gerçekten de İran’ın, söz konusu cenah içinde güçlü lobicilik faaliyetleri var. İran devleti Avrupa milliyetçilerini birçok kez Tahran’da misafir etti. Bu şahsiyetlerin Şam’a gidebilmeleri ve Esad’la görüşmeleri için aracı oldu vs.
İran dışarıya yönelik böyle çalışıyor, İran’ın tarzı bu. İran her zaman sahada kazanamıyor belki ama algıda hep lider.
Türkiye özelinde ise bu durum, maalesef, hep tersten işliyor. Türkiye sahada hep muzaffer, ancak algıda hep mağlup!
Bu vesileyle Türkiye’nin de kendi tezlerini ve dahi Sünnî dünyanın mücadelesini, kavgasını, velhâsıl onun anti-emperyalist ve anti-Siyonist unsurlarının haklılığını Batı’da koruyacak, dillendirecek muhtelif müttefik oluşumlara ihtiyacı olduğunu yinelemiş olayım. Bu planda – en azından ümmet açısından – Türkiye’den başka önderlik rolü üstlenebilecek bir başka Sünnî devlet bulunmuyor.
O sebeple, sahanın yanında algıyı da ihmal etmeyelim.
Bu başarılabilir mi?
“Haldır haldır” bir tarzda seyreden diplomasimizi bir gün daha rafine bir zemine taşıyabilirsek, neden olmasın?