« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

14 Oca

2020

UZUN BİR ÖMÜR: Reha Oğuz Türkkan

Altan Deliorman 01 Ocak 1970

Ayakkabı mağazasının sahibi Semih Tanca 1950’lerde gazete yayınlamaya girişti. Nuri Demirağ’ın gazete çıkarmak niyetiyle Beşiktaş’ta kurduğu ama sonra gerçekleştiremediği matbaayı kiralayıp Tercüman gazetesini çıkarmaya başladı. Gazetenin başında Cihat Baban vardı. Merak edip ilk sayılarını aldım. Orada “Tabutluktan Gün Işığına” başlığı altında bir tefrika yayınlanıyordu. İmzası da Reha Oğuz Türkkan. Amerika’da yazılıp gönderilen o tefrikayı eksiksiz takip edip biriktirdim. Reha Oğuz ismi bana hiç yabancı değildi. O güne kadar Türkçülükle ilgili okuduklarım arasında onun ismi çok geçiyordu. Neredeyse yarı yarıya tanıyordum.
Aradan yıllar geçti. Bir gün dediler ki Reha Oğuz Türkkan Türkiye’ye dönmüş. Artık burada yaşayacakmış. Ben onun Amerika’da temelli kalacağını sanıyordum. Bunu duyunca sevindim ve tanışma imkânı nasıl olur diye düşünmeye başladım. Çok geçmeden bu fırsat kendiliğinden çıka geldi. Bir akşam üstü Muharrem Ergin ve Nejat Diyarbekirli’nin yanında Reha Oğuz da çalışma odamın kapısından içeri girdi. Onunla çabucak dost olduk. Sanki kırk yıldan beri tanışıyorduk. Bu dostluğumuz otuz beş yıldan fazla, onun vefatına kadar kesintisiz, pürüzsüz, yapmacıksız devam etti.

Tanıştığımız yıl “Tabutluktan Gün Işığına” yazılarını genişletip kitap hâline getirmek istediğini söylüyordu. Yayınevimizde bastırabileceğimizi ama adının da “Tabutluktan Gurbete” olmasında isabet bulunduğunu söyledim. Uygun gördü. Kitap aynı yıl içinde yayınlandı ve ilgiyle karşılandı. Bu, o güne kadar yayınlanmış bilmem kaçıncı kitabıydı.

O dönem Aydınlar Ocağı’nın en faal ve en etkili olduğu zamanlardı. Reha Oğuz, pek çok üyemizin aksine Ocağın her günkü müdavimi idi. Böylece onunla çok sık görüşüyor ve her gün yeni bir özelliğini keşfediyordum. Bir kere çok zeki bir adamdı. Ölçümlerde IQ’sunun çok yüksek çıktığını söylemişti. Gözlemleri keskindi. İnsanların karakterlerini görünüşlerinden, davranışlarından, konuşmalarından kısa zamanda tespit edebiliyor, bazen bunlardan hiciv yollu sonuçlar çıkarıyordu. Mizah duygusu gelişmişti. Dünyaya bakış açısı da bir bakıma bu duygunun etkisiyle şekillenmişti. Atak ve cesurdu. Kimsenin aklından bile geçirmediği işlere girişiyor, çok kere de sonuç alıyordu. Belki de bu yüzden çok geniş ve çeşitli meşguliyet alanlarında çalışıyordu. Sonraları “Keşke bu kadar dağılmasaydım. Ya iş adamı olsaydım yahut tek başına bir dava adamı. Şimdiki rahatım olsaydı belki sadece roman yazardım” diyecekti.

Dört ortaklı Milliyetçi Cephe Hükûmeti kurulmuş, Nevzat Yalçıntaş TRT genel Müdürlüğü’ne getirilmişti. Oğuz Bey o hareketli günlerden birinde gelip dedi ki: “Altan, ben Nevzat Yalçıntaş’la görüştüm. Birlikte belgeseller hazırlayacağımızı söyleyip fikrini sordum. Çok olumlu karşıladı. Hatta Ramazan’a kadar yetiştirirsek faydalı olacağını söyledi. Şimdi iş bize düşüyor.”

- Ama Oğuz Bey, ben televizyon işlerinden anlamam ki.

- Hiç önemli değil. Yapa yapa öğrenirsin. Teknik taraflarını ben hallederim. Sen de yazım işlerini üstlenirsin. Olur biter.

Böylece oturup çalışmaya başladık. Çeşitli program teklifleri hazırladık. Bu kadar çok teklifin gereksiz olduğunu söylediğim zaman “Zaten içlerinden birini tercih edecekler. Ne kadar çok olursa tercih imkânı da o kadar artar” diyordu.

Sonunda on iki ayrı program içeren bir dosyayla Ankara’ya gittik. Nevzat Bey memnun olmuş gibiydi. Dosyayı programlarla ilgili daire başkanına havale etti. Onunla görüşmeye gittiğimizde somurtuk, gayri memnun, ilgisiz bir adamla karşılaştık. Dosyayı aldı, “Bakalım, inceleyelim” gibisinden bir şeyler söyledi. Yanından çıktığımızda Oğuz Bey’e “Bu iş yattı” dedim. O aynı fikirde değildi. Takip edersek gerçekleşecek diye düşünüyordu.

TRT’den bir daha ses çıkmadı. Bizi arayan soran olmadı. Ama birkaç ay sonra Milliyet gazetesindeki bir köşe yazısında o programları konu alan ve bizleri karalayan uzun bir yazı çıktı. Baştan aşağı varsayımlarla ve mugalatalarla doluydu. Öfkelendim. Oğuz Bey’le konuştum. O pek oralı değildi. Bunun üzerine oturup gazeteye bir açıklama gönderdim. Köşede kısacık bahsettiler. Ama arkasından konuyu daha da çirkinleştiren ikinci bir yazı çıktı. Bunun üzerine bir yalanlama hazırlayıp mahkemeye başvurdum. Tekzip kararı çıktı. Milliyet gazetesi bu defa yalanlamayı aynı köşede tam metin yayınlamak zorunda kaldı. Yazarı zaten bu türlü saptırmalarla okuyucu bulmak yolunda bir içki müptelâsıydı. Birkaç yıl sonra aşırı içki tüketimi sebebiyle ölüp gitti. Oğuz Bey’le bu konuyu bir daha hiç konuşmadık.



Ben Oğuz Bey’i olduğu gibi kabul ediyordum. Ama “etraf” öyle değildi. Düğmeleri açık gömleğinden neredeyse dışarı fırlayacak gibi asılı duran madalyonuyla, serbest ve fütursuz davranış tarzıyla, oturup kalkmasıyla Amerikalı gibi olduğunu, bunun Türkçülükle bağdaşmadığını ileri sürenler çoktu. Onun bu türlü söylentilere aldırdığı yoktu. Bildiğini okuyord u. Meselâ bir akşam bizi evinde yemeğe davet etmişti. Sofrada Arda Gedik, Altemur Kılıç, Ahmet Bey adında biri, Orta Doğu gazetesinden Ayhan ve Süleyman Yalçın’la eşi de vardı. Diyordu ki: “Amerika’da böyle bir âdet vardır. Davetlere adları aynı harfle başlayan kimseler çağrılır. Bir sonrakine de başka bir harfle başlayanı. O zaman sormuştum:

- İyi ama, hepimizin adı “A” ile başlarken Süleyman Bey’in adı öyle değil.

- Onun da karısının adı Ayla.

Konuları kitabına uydurmakta yekta idi.

Yaz gelmiş, Didim’de yeni bitmiş yazlık evimize gitmiştik. Tatilimiz sona yaklaşmıştı. Bir gün Oğuz Bey çıka geldi. Kocaman bir Ford-vagon’un direksiyonunda oturuyordu. Arabanın arkasında tekerlekli bir ev vardı. Misafir ettik. Yemekte dedi ki: ”Ben sizi almaya geldim. Birlikte Ege turu yapacağız. Ben arabada yatarım, siz de treylerde. Emin olun, çok eğleneceğiz.” Buna ben de emindim. Ertesi günü yola çıktık. Güllük, Bodrum, Marmaris, Kuşadası, Tire, Çeşme, İzmir, Çanakkale üzerinden İstanbul’a dönüşümüz on beş günü buldu. Bu yolculuk sırasında Oğuz Bey’in yeni özelliklerini de gördüm. Bodrum yolu o zaman çok dönemeçli, bozuk bir asfalttı. Çok yerde yolun bir kenarı yamaç, bir kenarı çukurdu. Böylece giderken Oğuz Bey arabayı birden durdurdu. İndi. Etraftan biraz kır çiçeği toplayıp çukur tarafa yöneldi. Birden çukurda kayboldu. Yalnız başı ve elindeki kır çiçekleri gözüküyordu. “Şimdi benim böyle bir resmimi çekin” diyordu. Çektik. Gelince sordum: “Oğuz Bey, bu ne demek oluyor?” Anlattı: Bir hikâyede veya bir romanda okumuş. Eserin kahramanı uçuruma atlamadan önce sevgilisine çiçek demetiyle veda etmiş. Bunu annesine anlatınca yaşlı kadın etkilenmiş. “Şimdi çektiğiniz pozun resmini anneme gösterdiğim zaman aynı duyguları yaşayacaktır, eminim” diyordu. Böylece ben de onun romantik yönünü keşfetmiş oluyordum.

* * *

Babası ileri derecede Türkçüydü. Oğlunu 5,5 yaşındayken Saint Joseph’e kaydettirmişti. Sonra dinlerini kaybediyorlar korkusu ile bu okuldan alıp Kabataş Erkek Lisesi’ne nakletmişti. Galatasaray Lisesi’nde okuduktan sonra lise öğrenimini Ankara’daki Gazi Lisesi’nde tamamlamıştı. Yani iyi bir eğitim görmüştü. İlkokuldan beri çok kitap okuyordu. Bu kitaplar onun Kızılderililer bahsine merak sarmasını sağlamıştı.

Onun çeşitli yerlerde yayınlanmış hayat hikâyesini okuduğum zaman Amerika’daki yoğun iş hayatının ve sosyal faaliyetlerinin 25 yıla nasıl sığdığına hayret etmiştim. Oğuz Bey, küçük yaşlarından itibaren Türkçülük ülküsüne bağlanmıştı. Daha 18 yaşındayken Ergenekon adında Türkçü bir dergi yayınlamıştı. Bu dergi faşizm tehlikesine dikkat çeken bir yazısı dolayısıyla hükûmet tarafından kapatılmıştı. O da bir süre sonra bu defa Bozkurt, o da kapatılınca Gökbörü adıyla yeni dergiler çıkarmıştı. Kitap Sevenler Kurumu diye bir dernek kurmuş, Ziya Gökalp’ın “Türkçülüğün Esasları” ile Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Çağlayanlar” kitaplarını yeni harflerle yayınlamıştı. 3 Mayıs 1944’te Ankara’daki Türkçü gösterinin sonrasında başlayan tutuklamalar sırasında ona da cezaevinin yolu görünmüştü. 1,5 yıl süren duruşmalar yüzünden evinden barkından ayrı kalmıştı. Bu arada işkencelere maruz bırakılmış, tabutluk denilen âlete sokulmuştu. Bu, dikine duran, çimentodan yapılmış bir tabuta benziyordu. Tepesinde yanan 500 mumluk üç ampul, kapısı kapatılıp kollarından ve ayaklarından zincirle bağlanan tutuklunun beynini kaynatıyordu. Tabutluk işkencesi yüzünden bir gözü arızalanmıştı. Beraat edince gözünün tedavisi için Fransa’ya gitmişti. Ancak burada fazla kalmamış, kardeşinin yerleşip iş kurduğu Amerika’nın yolunu tutmuştu. İngilizce bilmiyordu. Bu yüzden ancak lisan gerektirmeyen işlerde çalışma imkânı vardı. O da otomatik makinelerle inek sağmaktan gübre taşımaya, dondurma satmaktan garsonluğa kadar bir dizi işte çalışmıştı. Güney Amerika’ya gidip şansını orada denemek istiyordu. Kardeşi Amerika’da biraz daha kalmasını isteyince “Peki” demişti. Biraz daha, yani yirmi beş yıl daha kalmıştı. Lisan öğrenmeye başlamış, üç ayda İngilizceye hâkim olmuştu. Müthiş bir öğrenme merakı ve yeteneği vardı.



Ankara’daki Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra tecrübî psikoloji alanında doktora yapmıştı. Fransa’da da Sorbon Üniversitesi’nde tarih ve Türkoloji, Amerika’ya gelip de İngilizcesini ilerletince bu defa Columbia Üniversitesi’nde tecrübî psikoloji derslerine devam etmişti. Sonra, girişimci yaradılışının da etkisiyle şansı açılmış, iş hayatında hızla yükselmişti. Donatılmış iki katlı otobüslerle gezici eğitim alanında şirketler kurmuş, danışmanlık yapmış, 124 okul açmıştı. Amerika’daki dört eyalette eğitimi çok araçlı eğitim ve sorularla eğitim sistemlerine göre düzenlemişti. Televizyonla öğretim (sunlise) in de öncülerindendi. Bütün bunlardan sağladığı kazançla hayatının akışı değişmişti. 21 yaşındayken evlendiği eşini ve çocuklarını Amerika’ya getirmiş, konforlu evinde davetler vermeye başlamıştı. Derken kader ona yaman bir çelme takmıştı. Avukatı ile muhasebecisi el ele vermişler, birtakım hesap oyunları ile şirketleri iflas noktasına getirip el değiştirmesini sağlamışlardı. Yine başladığı noktaya dönmüştü. Ama öyle bir azmi vardı ki, her şeye yeniden başlamakta tereddüt etmemişti. Bu defa okullara eğitim malzemesi pazarlayan bir şirket kurmuştu. Bu şirketin yarıdan fazla hissesi onundu. Hisse fiyatları borsada yükseldikçe yükseliyordu. Ama bu defa da ekonomik kriz gelip bir tekme savurmuştu. Genetik, kimya ve biyoloji alanlarında çalışan şirketlerini yok pahasına devrettikten sonra artık Türkiye’ye dönme zamanının geldiğini fark etmişti. Etmişti ama karısı da, çocukları da buna razı değillerdi. Bu görüş ayrılığı boşanmayla sonuçlanmış, iki kızı da anneleriyle birlikte Amerika’da kalmayı tercih etmişlerdi.

Türkiye’ye dönerken arkasında unutulması güç hatıralar bırakıyordu. Amerika’da yaşayan, çalışan, iş tutan Türkleri bir çatı altında birleştirmek için ne gayretler göstermişti. Türk-Amerikan Dernekleri Federasyonu’nun, Türk Evi’nin, Türk Etüdleri Merkezi’nin, Dış Türkler Derneği’nin meydana çıkmasında önemli rol oynamıştı. İnsanî Değerler Vakfı’nın yönetim kurulu başkanlığını yapmış, Dünyanın Geleceği Vakfı’nın ilk kurucuları arasında yer almıştı. Ansiklopediler çıkarmış, makaleler yazmış, mektuplar göndermişti. Şimdi hepsi geride kalıyordu.

* * *

Türkiye’ye döndüğü zaman, bıraktığından çok farklı bir ülke bulmuştu. Siyaset ve kültür alanlarındaki isimlerden çoğunu hiç tanımıyordu. Adlarını ilk defa işittiği kimselerin geçmişini ve toplum içindeki yerini bilmiyordu. Bunları öğrenmek için belli bir sürenin geçmesi gerekiyordu. Ondan sonra öyle dostluklar kurmuştu ki, burada elli yıl yaşayanlar bunu beceremezdi. İsmi hâlâ hafızalardaydı. Bunun da faydasını görmüştü. Şimdi ne iş yapacağına karar vermesi lâzımdı. Gazetelere, dergilere yazdığı yazılarla hayatını sürdürmesi mümkün değildi. Üstelik yeniden evlenme projeleri yapıyordu. Ege seyahatimiz boyunca durmadan bir Yörük kızı aramaktan bahsetmişti. Bu arada 1975’te kurulan koalisyon hükûmeti eğitim alanında ciddî atılımlar ve yenilikler yapmaya girişmişti. Açık öğretim de bu yenilikler arasındaydı. Oğuz Bey tam da bu işin adamıydı. Arkasında büyük bir Amerika tecrübesi vardı. Onu Açık Öğretim (Yay-Kur) atılımının başına getirdiler. Projeyi başlattı ama işine karışanlar çoğalınca ayrılmayı tercih etti.

Yay-Kur tecrübesi sırasında edindiği çevre aradığı Yörük kızını getirdi. Akşehirli Zübeyde Ece Hanım’la evlendi. Bu evlilik ona iki erkek çocuk hediye edecekti. Onları yetiştirdi, okuttu, dış ülkelere gönderdi, iş sahibi yaptı. İlk eşinden olan kızları ise hayatından çıkmış gibi görünüyordu.



Yakın çevresini toplayıp yapacağı işler, girişeceği yatırımlar hakkında görüşlerini alırdı. Bir keresinde yine böyle toplanmıştık. Bir mizah dergisi çıkarmaya karar vermişti. Ama ismi ne olmalıydı? Oydu buydu derken ben aklıma geleni söyledim: Deve. Çünkü hatırda kalması kolaydı. Ayrıca tütün içen, gözlüklü, silindir şapkalı, kasketli, gülen, kızan, göz kırpan develer yapmak mümkündü. Deveyi bir maskot gibi de kullanabilirdi. Oğuz Bey bu adı kabullendi, dergiyi çıkardı. Ama, sanırım pek başarılı olamadı. Belki dağıtım zorlukları da ortaya çıktı, bir süre sonra bu denemeden vaz geçti .

Ben ne zaman bir dergi çıkarsam onun kapısını çalıyordum. Kolay yazıyordu. Bir Pazar günü vapurla Büyükada’daki köşklerine gidiyorduk. Vapur hıncahınç doluydu. Ayakta duracak yer bile yoktu. Ön güvertedeydik. Bir aralık, sıkışık oturan birkaç kişinin arasına dalıp kendine zar zor bir yer edindi. Çantasından kâğıtlar çıkarıp, kızgın güneşin altında ve o sıkışık şartlarda yazı yazmaya başladı. Şaşmış kalmıştım. Boğaziçi, Gurbette Bayrak, Yeni Orkun, Orkun dergilerindeki yüz elliye yakın makalesi yakın dostluğumuz sayesinde okurlarla buluştu. Bu arada hiç ummadığım yerlerde yazılarına rastlıyordum: İstanbul Ticaret Odası’nın gazetesinde, Tübitak’ın çıkardığı dergide, Türk Yurdu’nda vesaire. Konuları da yazdığı dergiye göre belirliyordu. Ticaret gazetesinde Amerika’daki iş hayatını anlatıyordu. Tübitak dergisinde bilim kurguyla ve fütürolojiyle ilgili konulara değiniyordu. Orkun’da, Yeni Orkun’da Türkçülükle ilgili kültür konularını ele alıyordu. Tercüman’a ikinci sayfa yazıları ve tefrikalar veriyordu. Üretkendi. Yazdıklarını kolay okutacak bir üslûbu vardı. Böyle binlerce yazı yazmış olmalı.

Oğuz Bey birtakım verilere dayanarak geleceği tahmin etme ve şekillendirme bilgisi demek olan fütürolojide uzmanlaşmıştı. Onun için 1980’lerde kurduğu vakfın adını Türk 2000 Vakfı koymuştu. Bu vakıf günlerce süren büyük toplantılar, açık oturumlar, anma günleri tertipledi, sergiler ve çare kampları açtı. Oğuz Bey bu faaliyetler için sponsor bulmakta zorluk çekmedi.

Reha Oğuz Türkkan’ın en belirgin niteliği Türkçülük cephesiydi. Hayatı boyunca bıkmadan, usanmadan, hakkındaki söylentilere aldırmadan Türkçülüğü savundu. Bu uğurda dergiler çıkardı, makaleler, kitaplar yazdı, hapis yattı, işkence gördü ama yılmadı. Bir ömür aynı düşüncede, aynı ülküde ısrar etmek günümüzde o kadar az rastlanan bir olgu ki böylelerine ancak saygı duymak gerekiyor. Oğuz Bey’in çok geniş bir çevresi vardı. Fransızcayı ve İngilizceyi çok iyi bildiği için bazı kitaplarını bu dillerde yayınladı. Aynı dillerde yazılmış eserleri takip etti, bunlardan yararlanarak tezler geliştirdi.

Tezler? Başlıcaları Kızılderililer ve Sümerlerle ilgiliydi. Her iki kavmin de Türklerin akrabası olduğunu ileri sürüyordu. Kızılderililer Asya kökenliydi. Buradan yola çıkıp kuzeye ilerleyerek Bering Boğazı’nı geçmişler ve Amerika’nın en kuzeyine çıkmışlardı. Buradan da kıtanın çeşitli yerlerine dağılmışlardı. Dillerindeki bazı kelimeler Türkçeye yakındı. Sümerler de Asya’dan gelerek Mezopotamya’ya yerleşmişlerdi. Onların dilindeki birçok kelimenin Türkçeye benzemesi akraba olmalarının en büyük deliliydi. Sümerli olan Hz. İbrahim de Türktü, Türk kökenli Etrüsklerin varisi Leonardo da Vinci de. Ben bunlara itiraz ediyor, ilmen kesinleşmeyen hususların kesinmiş gibi dillendirilmesine karşı çıkıyordum. Ama Oğuz Bey’in benim söylediklerime aldırış edecek hâli yoktu. Faraziyelerini gözüyle görmüş gibi anlatıp yazıyordu.

Şüphesiz ki, tarihen eski kavimlerin Türklerle akraba olmaları kötü bir şey değildi. Tarihimizi bilinen zamanlardan daha geriye götürmelerinden de memnunluk duymak gerekirdi. Ama faraziyeleri ve nazariyeleri kesin delillermiş gibi ileri sürmek tarih metodu ile bağdaşmıyordu. Oğuz Bey bu işte o kadar ileri gitmişti ki, ölümünden kısa bir süre önce çıktığı televizyon programında Museviliği kabul etmiş Hazarlardan gelen Aynştayn’ın ve Hz. İbrahim’in soyundan gelen Hz. Muhammed’in de Türk kökenli olduğunu söylemekten çekinmemişti.

Onunla yolculuk etmek zevkliydi. Konuşkan ve espriliydi. Aynı frekansta buluşuyorsanız sohbeti tatlı, buluşları canlıydı. Bir gece Ankara’da, otelin aynı odasında yatarken o kadar çok gülmüştük ki, gecenin saat 3’ünde bitişik odadan duvara vurulunca ancak ayılmıştık.

Atılgandı demiştim. Gerçekten öyleydi. Bir tarihte yayınevinde çocuk kitapları çıkarmaya karar vermiştik. İyi yazılmış metinlere ve kaliteli çizgilere ihtiyacımız vardı. Bunları konuşurken “Ben yazarım” diye atılmıştı. Emin değildim. Çocuk edebiyatı ve yayıncılığı ile ilgilendiğini görmemiştim. Ama sonra eklemişti: “Resimlerini de çizerim”. Artık bu kadarı fazlaydı. Çünkü resim diye çizdiklerini görmüştüm. Çok acemiceydi. Her iyi yazardan iyi çizer olmasını beklemek haksızlıktı.

Doksan yaşına yaklaştığı yıllarda ancak telefonla görüşebiliyorduk. Ama her görüşmemizde yeni çalışmalarından, yeni kitaplarından, hatta yeni rüyalarından söz ediyordu. Bitmek bilmez çalışma şevki ve iradesi vardı. Zaten bu sayede otuzdan fazla kitaba, binlerce makaleye imza atabilmişti. Son eserlerinden birisi romandı. Zaman, ona bir de roman yazacak fırsatı vermişti.

Hayatının sonunda “Türk tarihini ve psikolojik tavırlarını etüt ettikçe anladım ki Türkler dışarıya karşı çok hoşgörülü ama kendi içlerinde bölünmeye müsait bir millet. Bu yüzden gençlik yıllarında inandığım Turancılık fikrinin hayâl olduğunu anladım” dediği yazıldı. Acaba doğru mu? Böyle söylemiş olabilir mi? Benim inanasım gelmiyor.

Ama besbelli ki birtakım hayal kırıklıkları yanında bezginlikler, yorgunluklar da artık kendilerini belli ediyorlardı. Onun için “Hayatımda bir emelim var diyordum. O beni canlı tutuyordu. Şimdi bir itirafta bulunayım, o kalmadı. Zaman zaman intiharı bile düşünüyorum. Ne diye yaşıyorum diyorum. Boş yere yaşıyorum. Yaptığım şeylerin aynısını yine yapıyorum, bir daha bir daha” diyordu. “Ama intihar derecesine gelmedim. Psikolog olduğum için biliyorum ne zaman o adım atılır diye. Ama o düşüncenin aklıma gelmiş olması da tehlikeli”. diyordu.

Aranızdaki yakınlık, ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, o kimseye ölümü asla yakıştıramıyor. Ben de onun günün birinde öleceğini aklımdan bile geçirmiyordum. Herkes için mukadder olan ecelin ona yaklaşmayacağı gibi bir hissim vardı. Ölüm haberini aldığım zaman irkildim. Reha Oğuz Türkkan ölmemeliydi. Çünkü muhakkak yazacağı ve arkasında bırakacağı çok şeyler vardı. Onlara devam etmeliydi.

Benim kırk yıldan beri devam eden bu tür yazılarımı takip ettiği için “Arkamdan benim için de böyle bir yazı yazarsın” diye defalarca söylemişti. O zaman gülüp geçmiştim. Bana o kadar uzak bir ihtimalmiş görünüyordu. Şimdi Anadolu yakasındaki evinde oturmuş, bu yazının yayınlanmasını bekliyormuş gibi hissediyorum.

Bu da telâfisi güç kayıplarımız karşısında bir nevi tesellidir belki.

Gerçek olan bir şey var ki bu yazı bir vasiyetin yerine getirilmesidir aynı zamanda.

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 44880

ulkucudunya@ulkucudunya.com