Ümmeti reddeden milliyetçilik
Ahmet TAŞGETİREN 27 Mart 2007
Önce bazı sorular üzerinde düşünelim:
-Irak’ta bulunan Araplar ve Kürtler bizim kardeşimiz.
-Bu coğrafya ile tarihî ve kültürel bağlarımız var dediğimizde acaba ne demiş olmaktayız?
Ya da;
-Bosna ve Kafkasya ile ilgimizin kaynağı nedir?
-Halkımızın yüreğinde derinden derine duygular oluşturan Filistin’le İsrail arasındaki fark nereden doğar? Filistinli neyimiz olur?
-Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz altınlarına kanan Arap kabilelerine neden, mesela bazen Çanakkale’de vuruştuğumuz İngiliz’den de çok öfke duyarız?
-Şu anda etnik farklılığını vurgulayan Kürtçü çizgiye karşı, ülkemizdeki veya bölgemizdeki Kürtlerle nasıl bir duygu zemini oluşturmaya çalışıyoruz?
-Amerika, Afganistan’a veya Irak’a bomba yağdırdığında, bombaları kendi evimize düşmüş gibi hissetmemizin moral zeminini ne oluşturur?
-İslam Konferansı Örgütü ile ilgili duygularımız nedir? AB’de zoraki ortaklık, İslam Konferansı Örgütü’nde ise birinci sınıf üyelik statüsünün ardında nasıl bir tarihî - sosyal - kültürel gerçeklik vardır?
-Dünya Futbol Şampiyonasında Senegal’le Fransa karşılaşsa biz neden Senegal’i tutarız?
-Kerim Abdülcebbar ya da Muhammed Ali Clay, neden herhangi bir Amerikalıdan farklı sıcaklık uyandırır içimizde?
Bütün bu sorular bizde farklı bir his damarı bulunduğunu ortaya koyuyor. Bu, Müslümanlık ortak paydasının oluşturduğu damardır. Gidin bakın, Türkiye’nin futbolda Dünya Üçüncülüğü de Afrika’nın Müslüman ülkelerinde Türkiye gibi sevinç uyandırmıştı.
“İslam enternasyonalizmi” üzerine bir politik strateji geliştirmeyi ve Türkiye’nin dış politikasını böyle bir strateji üzerine oturtmasını öneriyor değilim. Böyle bir bilinç, derinden aksa ve bu nihai anlamda Türkiye için bir büyüme alanı olarak vazgeçilmez değerde olsa bile, Türkiye’nin bunu açıktan bir politik strateji olarak sürdürebileceği kanaatinde değilim. Bunun bir bedeli olur ve Türkiye bu bedeli henüz ödeme gücünde değildir. (Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’ın geliştirdiği D-8 hareketinin onun siyasi hareketine ödettiği bedeli görmek gerekiyor)
Bununla birlikte, “İslam alakası” Türkiye’nin önemsemesi gereken bir bağdır.
Hem dahili sosyal yapıda, hem uluslararası ilişkide...
Yazının başında alt alta sıraladığım olgulardaki derin damar, İslam ıstılahında “Ümmet” diye nitelenen damardır.
Ümmet, ‘etnik bağlılıkları aşan bir inanç birlikteliği’ni ifade eder.
İslam’ın “Ümmet” diye tanımladığı bu hadise, diyelim Marksizmde, “Proletarya dayanışması” olarak nitelenmişti. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi için kurduğu koalisyon, Avrupa Birliği Projesi birer enternasyonal bütünleşme arayışı olarak, bir anlamda, İslam’ın ‘Ümmet’ine tekabül eder. Bir anlamda, diyorum, çünkü İslam’ın ümmet bilinci, belki bunların dünyevi hesap boyutuna göre daha az hesabidir, daha çok çıkar ötesidir.
Ama ‘Ümmet’in her halükarda bir yapıştırıcı unsur olduğunda şüphe bulunmamaktadır.
Türkiye ve “Ümmet” ilişkisine gelince...
Bunun kadim bir tartışma zemini oluşturduğunu biliyoruz.
Cumhuriyet söylemi, hemen hemen “Ümmet karşıtı” bir söylemdir.
Denir ki:
-Cumhuriyet, ümmet toplumundan bir ulus çıkarmıştır.
Bu Osmanlı yapısına karşı bir red tarzında ortaya konur.
Osmanlı bir “Ümmet toplumu” mu idi? Bir bakıma öyle, bir bakıma daha öte bir şey. Osmanlı’da bir “Ümmet yapısı” vardı hiç şüphesiz. Osmanlı’nın bünyesinde farklı kavmi aidiyetleri bulunan İslam toplumları, bir “Ümmet harmanı” halinde buluşmuşlardı. ‘Daha öte’sinde olan ise, Osmanlı’nın, farklı din - kültür aidiyetlerini de, barış içinde yaşatmayı başarmış olmasıydı. Osmanlı’nın “İslam Barışı” uygulaması, böyle bir ‘çok kültürlü barış ortamı’nı inşa etmeye imkan sağlamıştı.
‘Ümmet’i red, ‘Ulus’a sarılış, nereden çıkıyor?
-Osmanlı’nın zaaf döneminde önce farklı din ve etnik menşe’e mensup toplulukların isyan edip ayrılmaları...
Ardından;
-Osmanlı’nın Müslüman unsurlarında ayrılış hareketlerinin ortaya çıkması...
Ve bunların tamamının, dış güçlerin kışkırtması ile gelişmesi... Osmanlı’nın son savunucularına çekirdek bir ‘ulus’u, sığınacak son kale gibi gösterdi.
Osmanlı’nın son savunucuları, Milli Mücadele’de sipere girdiler, elde kalan son vatan parçasında Cumhuriyet’i kurdular.
Buraya gelinceye kadar “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” özdeyişi, adeta zihinlerine kazınmıştı.
Bu süreçte, Anadolu’da kalan herkesi “Türk” gibi gördüler.
Yine bu süreçte, İslam, bazı Arap kabilelerin isyanı sebebiyle sanki ‘Arap ihaneti’nin parçası gibi algılandı.
“İslam’a mesafeli bir Türklük vurgusu...”
Bir tür ‘milliyetçilik’in vücut buluşu böyle oldu.
İslam’ın azaltıldığı, Türklük vurgusunun çoğaltıldığı bir milliyetçilik...
Türkiye, 2000’lerde bu sürecin sosyo - kültürel sonuçlarını yaşıyor.
Şu soru sorulabilir:
-Acaba Arap isyanlarında, İttihat Terakki mantalitesinin katalizör etkisi var mıydı?
Bu sorunun bugünkü versiyonu şu olabilir mi?
-Acaba bugün Kürt ayrılıkçılığının oluşumunda, ‘İslam’a mesafeli bir Türklük vurgusu’nun etkisi olmuş mudur?
Şimdi tabii, devlette derin etkinliği bulunan bir kesim, “İslam’a mesafeli” tanımlamasını yadırgayacaktır.
-Böyle bir şey olmuş mudur ki,
sorusunu soranlar olacaktır.
-En doğru İslam tanımını biz yaptık, İslam’ı gericilerin, dincilerin elinden kurtardık, hurafelerden kurtarmak için adımlar attık vs...
diyenler çıkacaktır. Bu görüşlerinde muhtemelen samimidirler de... Onların bir bölüğünün hâlâ “Dinde reform” söylemini sürdürdüğüne tanık oluyoruz.
Onlara “İslam reform kabul etmez, onun kitabı hiçbir tahrife uğramamıştır” demeniz neticeyi değiştirmiyor. Onlar Diyanet’i bile bir “Reform aygıtı” misyonu ile değerlendiriyorlar.
Etnik menşe itibariyle Türk olsalar bile, dindar toplum kesimlerinin “İslam’a mesafeli” sistem yapılanmasından yakınması önemsenmiyor.
Onun için dindar toplum kesimleri ile hâkim irade arasındaki soğukluğun sık sık sistem sancılarına yol açmasına dikkat edilmiyor.
Şimdi şunu düşünelim: Hem “İslam’a mesafeli” hem de etnik vurgu taşıyan söylem devreye girdiğinde nasıl bir sonuç ortaya çıkacak?
-Türklüğe vurgu yapan, İslam’a mesafeli milliyetçi bir söylem...
İşte bu...
Acaba bu söylem, “Siyasi Kürtçülük” diye tanımladığımız, öteki etnik vurgulu milliyetçiliği beslemez mi?
Şu an yaşadığımız “Siyasi Kürtçülük” sendromunun oluşumunda “Ümmet bilincini ötelemiş” bir milliyetçiliğin etkisi yok mudur?
‘Kürtlerin Türklüğü’nü ispat, gerçekliğini sorgulamak bir yana, en azından gerçekçi bir yol mudur?
Yaşanan etnik bilinç ortamına, böyle bir söylem, kışkırtıcı etki yapmaktan öte ne yapar?
Adını “Ümmet” koy veya koyma, Türkiye iç bütünlüğünü koruyabilmek için “Gönül birlikteliği” dediğimiz şeyi mutlaka gerçekleştirmek zorunda. Gönül birlikteliğinin ana dokusu ise, manevi bağlardan geçiyor. Etnik milliyetçiliğin öteki ucunda, Türk’ün - Kürd’ün ortak dinî bayramları yerine, Nevruz gibi profan - laik bayramlar oluşturuluyor. Kültürel bağlar aşındırılıyor. Bir yandan laik - profan Türkçülük taraftarlarınca, bir yandan laik - profan Kürtçülük taraftarlarınca...
Bu süreç böyle devam ederse, bir süre sonra çok arasak da, ‘Ümmet bilinci’ni bulamayabiliriz. Ne de olsa bu bilinç kolay oluşmuyor, ama kolay kan kaybına uğrayabiliyor; hele şah damarlarını kesmişseniz.
“Seni ümmetçi” suçlamasından önce bir dakika düşünelim lütfen