Sayıları vuruşturmak
Ahmet TAŞGETİREN 27 Mart 2007
Birbirini sayılarla dövmek bir cahiliye âdetidir.
Ve son zamanlarda bu âdet, bizim insanlarımızı da etkilemeye başladı.
“Biz şu kadarız”, yahut “Sizin sayınız olsa olsa şu kadardır.”
Bir taraf, sayı çokluğundan bir güç çıkarmaya çalışıyor, diğer taraf, sayı azlığından bir zaaf üretmeye yöneliyor.
-Acaba Türkiye’de Kürtlerin sayısı ne kadardır?
-Acaba Türkiye’de Alevilerin sayısı ne kadardır?
Bu soruyu sormak bile, sayılardan farklılık üretmeye meyyal bir politikanın tohumlarını taşırken, sorular orada kalmıyor.
Yaman bir tartışma başlıyor:
-Türkiye’de 20 milyon Kürt var.
-Türkiye’de 30 milyon Alevi var...
Madem sayılar oyun aracı haline gelmiştir, hemen karşıt sayılar çıkıyor ortaya:
-Kürtlerin nüfusu olsa olsa 6,5 milyondur.
-Alevilerin sayısı olsa olsa 3-5 milyondur.
Etnik unsurların veya farklı mezhep mensuplarının verdiği rakamlardan yola çıktığınızda Türkiye’nin nüfusu 100 milyonları buluyor.
Şu kadar Arnavut, şu kadar Laz, şu kadar Çerkez, şu kadar Gürcü, Kürt, Arap ve tabii Türk... 70 küsur milyona sığmıyor bunlar... Acaba kaç milyonu bulmuştur?
Bir de Sünnilik, Alevilik, ya da Hanefilik, Şafiilik açısından sayın...
Benim sayım seninkini döver...
Cahiliye âdeti bu, dedim.
Eskiler de böyle yaparmış.
Kur’an insanları bu cahiliye âdeti karşısında uyarıyor:
Tekasür Suresinin adı da buradan geliyor. “Çoklukla böbürlenme tutkusu” diye tercüme edilebilir sanıyorum. Surenin daha ilk ayetlerinde deniyor ki:
“Çoklukla böbürlenme tutkusu sizi o kadar oyaladı ki, sonunda gidip kabirlerinizdekileri bile saydınız.”
Haşimiler mi sayıca çok, Emeviler mi?
Hangisinin oğlu çok, hangisinin kızı?
Hangisinin atı fazla, hangisinin devesi?
Düşünmeli ki bu ayrım, İslam’dan sonra bile nesilleri yakmış. Bugün bile derinden derine etkiliyor İslam toplumlarını...
Buna bir de sonraki kavim, kabile, mezhep, felsefi yöneliş ayrımlarını eklediğinizde İslam toplumlarını darmadağın etmek için başka fitneye gerek kalmıyor.
***
Türkiye’de milliyetçilik yükseliyormuş.
Bir kamuoyu araştırması bu sonuca ulaşmış.
Şükür ki, yükselen milliyetçilik etnik temelde değilmiş... Daha çok milli refleksler çerçevesinde imiş.
Amerika’nın tavrı ya da Avrupa Birliği kaynaklı olumsuzluklar toplumda milli tepkiler oluşturuyormuş.
Ben gene de endişeliyim.
Aslında bir toplumda milli hislerin diri olmasının faydalı hatta gerekli olduğuna inanıyorum. Bu, o toplumun savunma refleksi demektir çünkü. Milli varlığına yönelik tehlikeler karşısında duyarsız kalan, savunma refleksi göstermeyen toplumların, bugünün kurtlar sofrasında yaşama hakkı bile tartışmalıdır.
Ama milliyetçilik iç yapıyı ayrıştırma niteliğine bürünmeye başladığı andan itibaren de sancı başlamış demektir.
İç yapıyı oluşturan farklılıkların birbirine karşı milliyetçiliği, toplumun savunma refleksleri açısından en büyük riski teşkil eder.
Türkiye’ye baktığımızda sayılara ilişkin tartışmalar sağlıklı gelişmiyor.
Sağlıklı gelişmiyor, çünkü, herkes, sahiplendiği rakamı, “ötekine karşı” bir konuma yerleştiriyor.
Öte yandan, milliyetçiliğin milli refleks halinde yükselmesi de sanıldığı gibi riskten arınmış değil.
Çünkü tepkiler Amerika ve Avrupa Birliği’ne karşı olsa bile, bizatihi Amerika ve Avrupa Birliği’nin durduğu yer, ülkemizde ve bölgemizde fay hatları oluşturmaya yöneliyor.
Mesela bakalım: Etnik farklılıkta birimizin yanında duran Amerika’nın ürettiği sonuç ne?
Zamanla bu ülkede veya bu coğrafyada bir Müslüman toplum Amerikan politikaları ile bütünleşiyor, diğeri karşıt konumda yer alıyor. Ve iki Müslüman toplum birbirinden kuşku duymaya başlıyor.
Bir de, mezhep farklılığında bir başkamızın yanında duran Avrupa Birliği’nin ürettiği sonuca bakalım:
Bu da, ülkemizdeki farklı mezhep mensuplarını birbirine karşı konuşlandırma sonucunu doğuruyor.
Amerika’yı arkamıza alıp, öteki Müslüman topluma karşı zafer çığlıkları atmak...
Ya da...
Avrupa’yı arkamıza alıp öteki mezhep mensuplarına karşı efelenmek...
İşte milliyetçi reflekslerin üreme zemini...
Bu, iyi milliyetçilik anlamına geliyor mu?
Neresinden baksanız problem.
Yanan, eriyen, bizim birbirimize yönelik güvenimiz, sevgimiz, birlik ve dirliğimiz oluyor.
Sonunda bu güzel memleket hepimiz için daralıyor, küçülüyor ve orada birbirimize yer bırakmama duyguları herkese hakim oluyor.
Koca İslam coğrafyası dar geliyor.
Amerika’ya yer açmakta tereddüt etmiyoruz.
Falanca emperyal gücün bölgedeki varlığını sorgulamıyoruz. Bölgenin kanı değerindeki petrol harıl harıl bir yerlere akmış, kanımıza dokunmuyor.
Ama birbirimizin varlığına tahammül edemiyoruz. Birbirimize karşı kan davası besliyoruz.
Bu bir bilinç kararmasıdır.
***
“Tekasür” Suresinde, yukarda bahsettiğim ayetin bir başka anlamı şöyle veriliyor:
“Çoklukla övünme sizi, kabirlere varıncaya kadar oyaladı, gurura sevketti.” Yani uyanmadınız, akıllanmadınız, ama bu işin sonunda herkes için ölüm vardı - kabir vardı.
Bundan sonraki ayet “Kella” diye başlıyor. Anlamı “İş sizin bildiğiniz gibi değil” demek. Sonra devam ediyor: “Yakında bileceksiniz.” Bir kere daha “Kella - İş sizin bildiğiniz gibi değil.” Bir kere daha “Yakında bileceksiniz.” Ve ardından: “Eğer gerçekten bilirseniz... mutlaka cehennemi (yoksa ateşi mi demeli?) göreceksiniz. Türkçede bu ‘cehennemi boylayacaksınız’ diye de ifade edilebilir.” (Tekasür (102), 2-5)
Ölülerimizi sayacak kadar öğündük, ya da işin kabirde sonuçlandığını görünceye kadar sayılarla öğündük, birbirimizi yedik ve sonunda ateşi gördük, cehennemi boyladık mı?
Afganistan’dan Rusları kovan mücahitlerin birbiri ile vuruştuğu cehennemi. Irak’ta oluşan cehennemi. Yıllardan beri bu ülkenin gençlerini yakan cehennemi.
Buna rağmen sayıların savaşı hâlâ bitmedi. İçten içe kavurucu bir yangın halinde devam ediyor.
***
Düşünüyorum da, bizim kalbi hasletlerimizi dokumak için gelen güzel Peygamber olsaydı bu hale ne kadar üzülürdü.
Bu coğrafyanın insanları sevgileri inşa etmek için yeni bir başlangıç yapmalı. Yeniden Peygamberin elinden tutmak için bir gayrete soyunmalı.
Ne dersiniz, bunu başarabilir miyiz?
Ne dersiniz, başarmaktan başka çaremiz var mı?
Gerçeği görmek için illa kabirlere kadar savrulmaya devam mı etmeliyiz, ya da cehennemi boylamaya?