Hayat Karmaşık ve Değişkendir
Ahmet Bican Ercilasun 01 Ocak 1970
Evren, milyarlarca ve milyarlarca cisimle doludur. Milyarlarca cisim uzaktan veya yakından birbirlerini etkileyerek uzay boşluğunda dönüp durmaktadır. Ve milyarlarca hareketlilik içinde evren sürekli değişmektedir.
Dünya denilen gezegen de evrendeki milyarlarca ve milyarlarca cisimden sadece biridir. Evrenle birlikte dünya gezegeni de kim bilir kaç milyar yıldan beri sürekli değişip durmaktadır. “Homo sapiens sapiens” denilen modern insanın ömrü, dünyanın milyarlarca yıllık yaşı içinde sadece son 200.000 yıllık süreyi kaplamaktadır.
“Modern insan” da 200.000 yıl içinde durmadan değişmiştir. Avcı toplayıcılık, konar göçerlik, yerleşik hayat, sanayi devrimi… Ve bilişim çağı dediğimiz son 60 yıldaki olağan üstü değişmeler.
İnsan hayatıyla birlikte toplumların, milletlerin ve devletlerin hayatı da sürekli değişmektedir. Soğuk savaş döneminde “Batı Bloku” ve “Doğu Bloku” denilen iki güç merkezi vardı ve bunlar hiç değişmeyecek gibi görünüyordu. Bir yanda Amerika Birleşik Devletleri bir yanda Sovyetler Birliği. Hiç değişmeyecek gibi görünen bu iki güçten biri 1990’larda darmadağın oldu.
1990’larda, “globalizm”, “küreselcilik” terimleri Türk aydınlarının ağzında sakız olmuştu; ABD, dünyanın jandarması idi, âdeta tanrı gibiydi ve her şeyi o yönetiyordu. Rusya sıradan bir devlet olmuştu. Sonra Putin diye bir adam çıktı, Rusya’yı toparladı, şimdi ABD ile güç yarıştırıyor.
Son yıllarda Çin de sarı bir duman gibi etrafı bürümeye başladı. “Bir kuşak bir yol” gibi projeler üreterek güç yarışında ben de varım, diyor.
Soğuk savaş döneminde hatta 1990’larda Türkiye’de de “siyasi İslam”ın iktidar olacağını hiç kimse düşünmüyordu. Veya çok az insan düşünüyordu. Ama işte 2002’de iktidar oldular ve o tarihten beri ülkeyi yönetiyorlar.
Başlangıçta her şey çok iyi idi. Liberallerimizin büyük bir kısmı böyle düşünüyordu. “Türk” kavramına, “Atatürk”e artık ihtiyaç yoktu; “Türk’üm, doğruyum…” andına da “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözüne de gerek yoktu; hatta T.C. de kaldırılmalıydı.
Liberallerimiz derslerini aldılar mı almadılar mı, bilemem. Ama Türk ve Atatürk karşıtlığı geri tepti. İnsanlar Türk olduklarını yeniden hatırladılar; Atatürk’ün büyüklüğünü yeniden fark ettiler. Ve bu rüzgâr hızlı esiyor; siyasi İslam iktidarı bile “Atatürk” demek zorunda kalıyor, “Turan” dizileri çevirtiyor.
1960’ların ve 1970’lerin ülkücüleri “Altaylardan Tuna’ya” geceleri düzenler, “Esir Türkler” haftaları yaparlardı. İki kutuplu dünyanın değişmeyeceği düşüncesinin hâkim olduğu o günlerde ülkücüler, “Esir Türkler”in mutlaka kurtulacağına, Turan’ın mutlaka gerçekleşeceğine inanırlardı; “Biz görmesek bile torunlarımız görecek.” derlerdi. Ülkü bu idi, ülküyü kendi ömürleriyle sınırlamazlardı.
Dünya, tarih ve hayat bu kadar karmaşık ve değişken iken, olaylara bir insan ömrünün sınırları içinde bakmak dar ve kısır görüşlülüktür. Tabii ki sıradan insandan bahsetmiyorum. İnsanların büyük bir çoğunluğu hayat gailesi içinde ömürlerini sürdürürler; kendilerinin ve ailelerinin geçimlerini sağlamak, daha rahat bir hayata kavuşmak için çalışırlar.
Kendilerine “idealist” diyen, “ülkücü” diyen insanlar böyle değildir. Ülkücüler kendilerini “ülkü” dedikleri bir davaya adamışlardır; kendilerini değil, ülkülerini düşünürler. Hangi toplum biriminin ülküsüne bağlı iseler o toplum biriminin kurtulmasını, yükselmesini isterler. Türk ülkücülerinin bağlı oldukları toplum birimi “Türk milleti” olduğu için Türk ülkücüleri de Türk milletinin kurtulmasını ve yükselmesini ülkü edinmişlerdir.
İkinci Meşrutiyet yıllarında Türkçülüğü bir fikir sistemi hâline getiren Ziya Gökalp’ın yazılarında en çok yer alan kavramlardan bir “ümit”tir. Ona göre ümitsiz insan idealist olamazdı. Bu düşünce tarzından ve ruh yapısından dolayıdır ki Gökalp, Malta sürgünü yıllarında dahi ümidini asla kaybetmemiş, sürgün arkadaşlarına konferanslar vererek hem kendisinin hem onların ümitlerini canlı tutmuştur.
Ümit, ülkünün olmazsa olmaz şartıdır. Ümit olmazsa ülkü olmaz. Ülkü denilen yüce dilek de bir insan ömrüne sığdırılamaz.