Tarık Buğra – Yalnız adamın hüzünlü şarkısı…
Mehmet Nuri Yardım 01 Ocak 1970
Tarık Buğra Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının üzerinde sıkça durulan, sanatı ve özellikle usta romancılığı vurgulanan bir yazar. Küçük Ağa, İbişin Rüyası, Dönemeçte ve Yağmur Beklerken gibi romanlarıyla eleştirmenlerin haklı övgüsünü alan, Firavun İmanı ve Gençliğim Eyvah gibi romanlarıyla da tartışmaların odağına giren Tarık Buğra, vefatının 20’nci yılında yeniden edebiyat gündemine yerleşti. Yuvarlak yıldönümlerinin belki de bir yararı, uzun zamandır unutuluveren yazarların yeniden hatırlanması, kitaplarının tartışılması, sanat anlayışları hakkında yorum ve eleştirilerin yapılmasıdır.
Tabii ki yazarlar kitaplarıyla yaşar. Tarık Buğra’nın bir kısım eserlerinin Ötüken’de, bir kısmınınsa İletişim Yayınları tarafından yayınlanıyor olması da bu yoğun ilgiyi sürekli kılıyor. Cemil Meriç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal’de olduğu gibi Tarık Buğra’nın da, dünya görüşüne aykırı gibi görülen bir yayınevinde kitaplarının çıkması edebiyat çevrelerinin dikkatini çekti. Bazı odaklar, bunu şaşkınlıkla karşıladılar. Oysa, sağ-sol edebiyat ayırımından çok, iyi-kötü edebiyatın egemen olmaya başlaması bana hüzün değil mutluluk veriyor. Yirmi yıl önce söylense belki de kimse inanmayacaktı, ama bugün Abbas Sayar’ı Ötüken Neşriyat, Tarık Buğra’yı İletişim Yayınları basıyor.
Tarık Buğra bir romancı olmanın yanı sıra bir düşünce adamıydı. Çıkardığı Yol dergisinde ülkenin temel problemlerini masaya yatırıyordu. Politikacıların dar bakışlarına hiçbir zaman iltifat etmemiş bir kültür adamıydı Buğra. Peki herhangi bir edebî gruba, bir sanat akımına bağlı mıydı, sanmıyorum. Milli sanat anlayışına bağlılığı tartışmasız olan Buğra, hayatı boyunca kendisini akımların, hiziplerin, grupların dışında saymış, ‘yalnız’ bir sanatçıydı. Bu ‘yalnız’lığını da bir çok yazısında ve kendisiyle yapılan konuşmalarda sıkça vurguluyordu. Dünya görüşüne yakın siyasetçilerin iktidarda olduğu dönemlerde bile bu yalnızlığı yaşamıştır. Kültürsüz politikacılara zehir zemberek eleştiriler yöneltmiştir. O, siyasi hareketliliğin en yoğun olduğu 80’li yıllarda, sağ ve muhafazakâr çizgideki okura sahip olduğu dönemde bile düşüncenin bağımsızlığı üzerinde durmuş ve bireyin özgürlüğünü savunmuştur. Anlaşılabildi mi Buğra? Bunu iddia etmek oldukça güç. Çünkü o, en çok okunduğu dönemlerde bile hiçbir zaman anlaşılamadığı görüşündeydi. Nitekim yakın arkadaşı Gültekin Samanoğlu, romancıyı “Hassas bir yaratılışı vardı. Bağımsız hür ve dürüsttü. Bu sebeple de yalnız sayılırdı.” şeklinde anlatıyor.
Tarık Buğra gerek yaşarken gerekse öldükten sonra kişiliği ve eserleri üzerine pek çok yazılar yazılmış bir romancı. Tarık Buğra ile bir gazetenin 4 Şubat 1993 tarihinde yapılan bir anket düzenlenmişti. Buğra hakkında görüşlerine başvurulan yazarlardan Attila İlhan şöyle diyordu:
“İyi romancılarımızdan biridir. Türkiye’nin son elli yıllık tarihini kendi zâviyesinden ele almış ve başarılı romanlar yazmıştır. Tarihî romanlarında da kendi düşünce sistemi içinde onun kadar güçlü bir romancı gelmemiştir.”
Aynı ankete katılanlardan Hilmi Yavuz da Buğra’nın hem romancılığından hem de öykücülüğünden övgüyle söz ederken onun “sahih bir anlatı ustası” olduğuna vurgu yapar. İşte Hilmi Yavuz’un yorumu:
“Tarık Buğra, Kemal Tahir’le birlikte Türkiye’de tarihî roman geleneğinin yol açıcı yazarlarından biri olarak anılacaktır. Tarık Buğra’nın edebî kimliğini tarihî romanla hatta romanla sınırlandırmanın sözkonusu olmadığını da biliyorum. Oğlumuz, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, İki Uyku Arasında adlı hikâye kitaplarını okumuş olanlar Tarık Buğra’nın ne kertede sahih bir anlatı ustası olduğunu da elbette hatırlayacaklardır.”
Vefatından bir gün sonra 27 Şubat 1994 tarihinde Doğan Hızlan Hürriyet’teki yazısında, “Gençliğim Eyvah’ın yazarı Tarık Buğra ile tartışabilirim, karşıt görüşlere düşebilirim, ama Küçük Ağa’nın yazarını bütün gücümle, iyi edebiyatın ilkeleriyle savunurum.” diyecektir. Aynı gazetenin 5 Mart 1994 tarihli sayısında bir başka köşe yazarı Hadi Uluengin, Buğra’ya ayırdığı yazısının son paragrafını üzüntüyle bitirir:
“Tarık Buğra öldü. Türk edebiyatının yalnız adamı gitti. Politikada taraf olan, ama sanatı ideolojik angajman ile değil evrensel yaratıcılık ile belirleyen birey insan, inandığı Tanrı’nın mağfiretine kavuştu. Tarık Buğra eyvah! Biraz da gençliğinde onu hiç anlayamamak gafletini yaşamış olan benim için, “gençliğim eyvah!”
Ahmet Kabaklı, Gültekin Samanoğlu, Dilâver Cebeci, Beşir Ayvazoğlu, Ali Çolak, Alpay Kabacalı, Prof. Dr. Orhan Okay, Mehmet Çınarlı, Mehmed Niyazi, Atilla Özkırımlı, Prof. Dr. Birol Emil, Ziya Bakırcıoğlu ve Mustafa Miyasoğlu da Buğra’nın sanatı hakkında olumlu yazılar yazıp, görüşlerini açıklayanlar arasında bulunuyordu.
İletişim Yayınları, yazarın Küçük Ağa ve Firavun İmanı romanlarını bastı. Şimdi de Yağmur Beklerken ve Dönemeçte yayına hazırlanıyor. Tabii bu yazıda Tarık Buğra’yı tiyatroları, hikâyeleri ve romanlarıyla birlikte ele almayacağız. Hatta romanlarının tamamı da bir yazı çerçevesini çok aşar. Küçük Ağa üzerinde duracağız. Zaten Tarık Buğra ismi ile en çok özdeşen bir romandır Küçük Ağa. Romanın tutması üzerine Buğra, bir devamı olarak Küçük Ağa Ankara’da romanını yazar. Ölümünden sonra yazılan bazı yazılarda kendisine “Edebiyatımızın Küçük Ağa’sı” unvanı yakıştırılır.
Küçük Ağa, Türk edebiyatında en çok basılan ve okunan romanlar arasında. Belirleyebildiğim kadarıyla Küçük Ağa’nın bugüne kadar pek çok baskısı yapılmış. Türkiye şartlarında iyi bir romanın çok baskı yapabilmesi önemli. İlk baskısı 1963’te Yağmur Yayınevi tarafından gerçekleştirilen roman, daha sonra M.E.B. Çağdaş Yazarlar Roman Serisi, Bilgi, Kervan, Yol ve Ötüken yayınevleri tarafından defalarca basılmış. Küçük Ağa, 1981 ile 2001 yılları arasında sadece Ötüken’de tam 20 baskı yapmış. Elimde İletişim’den çıkan romanın üçüncü baskısı mevcut. Peki bu kadar ilgi gören romanın edebî gücü nereden kaynaklanıyor? Yücel Çakmaklı yönetiminde filmi de yapılan ve milyonlarca seyirci tarafından hayranlıkla seyredilen eser, nasıl olmuştu da toplumu bu derece sarıp sarmalamıştı.
İSTANBUL’LU HOCA’DAN KÜÇÜK AĞA’YA
Onyedi yaşında İstanbul’da Fatih medresesinde öğrenci bulunan, vaazlarında sesinin etkisi ve kişiliği sağlam olan Mehmet Reşit Efendi, 1919’da “padişaha bağlılığı pekiştirmek, sarsılan imanı güçlendirmek” amacıyla Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) tarafından Akşehir’e gönderilir. Burada “İstanbullu Hoca” diye anılır. Kasabanın güzel kızı Emine ile evlendirilir. O sıralarda Akşehir, Yunanlıların Anadolu içlerine ilerlediği haberiyle tedirgindir. Kuva-yı Milliye, her yerde taraftar toplarken Akşehir’de İstanbullu Hoca yüzünden destek bulamaz. Hakkında ölüm emri çıkarılınca hoca kaçar, Yaka Saray köyündeki Çakırsaraylı çetesine katılır. Burada gösterdiği üstün başarılarla sivrilir ve Küçük Ağa diye anılmaya başlanır. Daha sonra bu çeteden ayrılır, Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesinde bir müfrezenin başına geçer. Akşehir’deki Kuvacılar, İstanbullu Hoca’yı yakalama görevini, Birinci Dünya Savaşı’nda sağ kolunu kaybetmiş olan eski asker Çolak Salih’e (Filmde bu rolü üstlenen Fikret Hakan belleklerde unutulmayan bir tip oluşturmuştu) verirler. Çolak Salih, zor bir yolculuktan sonra sevdiği ve saydığı hocayı bulur. Eski adıyla İstanbullu Hoca, yeni nâmıyla Küçük Ağa, Çolak Salih’le birlikte Kuva-yı Milliyecileri saf dışı etmeye çalışan grupları etkisiz hâle getirmek için yola koyulur. Yunan ordusuna karşı ön saflarda savaşan bir yiğit olarak Akşehir’e döner. Küçük Ağa’yı bir felaket beklemektedir…
Tarık Buğra’nın en çok konuşulan ve tartışılan romanı Küçük Ağa önce Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir. Milli Mücadele dönemini sivil bir bakışla yansıtmaktadır. Resmi tarih görüşünün dışında yeni bakışlarla dönemin anlatıldığı romanda keskin hain-vatansever kutuplaşmalarının dışında, yanılanların da memleketsever olabileceği anlayışından yola çıkarak son derece insanî bir yaklaşım sergilenir. Romanın yayınlamasıyla edebiyat dünyasında Millî Mücadeleye bakışlar tekrar gözden geçirilir. Dönemin önemli siyaset adamları ile olaylarının geçtiği romanda hayali ve gerçek kahramanların Anadolu’yu istila eden düşmana karşı gösterdikleri ortak direnç ile halkın gelişmeler karşısındaki tavrı son derece net ve açık bir şekilde gözlemlenebiliyor.
Küçük Ağa, Buğra’nın romancılığında olduğu kadar, Türk romanında da bir kilometre taşı, bir dönüm noktası olarak kabul edilmiştir. Genelde arka plânda ve çok belirgin olmayan halkın direniş gücü, bu roman ile öne geçer. Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nda kızı kızanıyla, ağası imamıyla insanımızın gösterdiği büyük direniş çarpıcı bir şekilde gösterilir. Roman kahramanı Ali Emmi (Roman filme uyarlandığında bu rolü hatırlanacağı gibi Kadir Savun başarıyla üstlenmişti)’nin sağlam kişiliğinde sembolize edilen Anadolu insanı, bütün zor ve olumsuz şartlara rağmen Milli Mücadele’nin tam ortasında yer alır.
Küçük Ağa’nın en çarpıcı özelliklerinden biri din adamı ve kasabanın ileri gelenlerini ön yargılardan uzak bir biçimde ele almasıdır. Romanın baş kahramanı İstanbullu Hoca’da realize edilen din adamı tipi, alışılageldik tiplemelerden uzak, son derece gerçekçi ve inandırıcı bir fotoğraf sunuyor bize. Kuva’cıların karşısında durduğu zamanlarda bile işgal kuvvetleriyle iş birliği yapmayan İstanbullu Hoca, Küçük Ağa ismini aldıktan sonra savaşın en gözüpek, yiğit kahramanlarından olur. Çolak Salih de romanda akıllı fakat harap bir tip olarak karşımıza çıkar. Yazar, bir röportajda Çolak Salih’te Osmanlı’nın yıkılış dönemini anlatmak istediğini söyler. Pınar dergisinde (Şubat 1973) kendisiyle yapılan konuşmada, “Bu Çolak Salih, aslında Osmanlı İmparatorluğu’dur. Birinci Dünya Savaşı’nda sağ kolunu kaybetmiş, yüzü gözü yara bere içerisinde, kulağının yarısı kopmuş, zayıflamış, hastalıklar geçirmiş ve geleceği kapkaranlık Osmanlı İmparatorluğu.”
Köhne ve yorgun Osmanlı’dan genç ve dinç bir cumhuriyet doğduğu gibi sakat ve ümitsiz Çolak Salih’te de yeni umutlar yeşerir. Kuva-yı Milliye ruhuna olan inancını pekiştirir. Adeta aynı bedende taze bir ruhla yeniden dirilir. Bu yönüyle Çolak Salih, o dönemdeki değişimi ve dönüşümü çok sağlıklı bir biçimde yansıtmaktadır.
FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Küçük Ağa ile ilgili ciddi değerlendirmelerden birini Muzaffer Uyguner yapar. Türk Dili’nin Türk Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı (Temmuz 1976)nda “Küçük Ağa’nın İnsanları”nı anlatan Uyguner yazısında şu sonuca ulaşır: “Buğra, imanlı ve inançlı kişilerin başardığı bir büyük kurtuluşun romanını yazarken kişilerini çok iyi seçmiştir. Bunlar, birer simgedir, birer tiptir. Ancak, bu yönleriyle birer gölge, silik birer iz olarak kalmamışlardır. Buğra, bunlara can vermiş, ruh katmıştır. Kişiler biri bütün olarak verilebilmiştir.”
Tabii ki bütün eleştirmenler Küçük Ağa’yı yüceltmiyor. Taner Timur, Osmanlı Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik kitabında romanın ideoloji olarak “İslami temele dayanan Osmanlı Düzeni’nin övgüsü” olduğunu öne sürer. Daha sonraki sayfalarda Küçük Ağa’da “İttihatçı Türkçülüğün” izlerini taşıdığı iddia edilir. Yetmez, romanın “Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Türk İslam Sentezi çerçevesinde sergilendiği” söylenir. En sonunda hızını alamayan Timur, “Küçük Ağa, yer yer gerçekçi ve öğretici sahneler taşısa da, esas itibariyle, gerici bir felsefeyle yüklü bir roman” olduğunu ileri sürer.
Diğer eleştirmenlerin hiçbiri Taner Timur kadar sert eleştiriler getirmez. Tahir Alangu ve Behçet Necatigil, Tarık Buğra’ya ve Küçük Ağa’ya daha objektif yaklaşıp dikkate değer değerlendirmeler yapmışlardır. Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman’ında Tarık Buğra’ya ayırdığı 17 sayfalık değerlendirmenin son satırlarında şöyle der: “Savaş sırasındaki bir Anadolu kasabasındaki çalkalanmaları, cephe gerisi hayatını anlatırken, kişilerin çevreye, olaylara ve romanın özüne bağlı gelişmelerini de tam bir uygunluk içinde gösterebilmesi, onun güçlü bir romancı olduğunu ortaya koyuyor.”
Fethi Naci Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme’de Küçük Ağa üzerinde uzun uzadıya durur. Romandaki değer yargılarını yorumlayan Naci, 8 sayfalık değerlendirmesinde Küçük Ağa’nın Kurtuluş Savaşı’nı nasıl anlattığını dile getirirken çelişkilere düşer. Romanda açık bulmaya çalışır. Son satırlarında tashih hatalarına takılırken bir yerde “Küçük Ağa, sevgilerin romanıdır.” demekten kendini alamaz.
Küçük Ağa Kurtuluş Savaşı romanı olduğu gibi bir Anadolu kasabasında yaşanan serüvenin destansı öyküsüdür. Doğup büyüdüğü Akşehir’i romanda anlatan Buğra, kasabanın ileri gelenlerini son derece canlı ve çarpıcı karakterlerde buluşturur. Kahramanları idealize etmez. Zaafları ve meziyetleriyle, üstünlükleri ve eksik yanlarıyla bize yansıtır. Her tip üzerinde yoğun bir efor harcayan romancı, edebiyatımıza “İstanbullu Hoca”, “Ali Emmi” ve “Çolak Salih” gibi ölümsüz tipler armağan eder. Büyük bir trajedinin anlatıldığı romanın gerçek kahramanı ise, ‘halk’ın kendisidir.
TEREDDÜTTEN KARARLILIĞA
Küçük Ağa’ya gelinceye kadar o dönemi anlatan romanlarda Ankara’dan Anadolu’ya bakılmıştır. Tabii bu bakışta gerçeklik payı çoğu zaman zayıf hatta inandırıcılıktan uzak olmuştur. Akşehir gibi orta Anadolu’nun göbeğinden merkeze bakılan Küçük Ağa’da ise, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları ve verilen büyük mücadele, gerçekçi şekilde romana yansıtılmıştır. Zaten roman da gücünü ve üstünlüğünü bu sahiciliğinden almaktadır. Halkın direncini, gözükaralığını, ayağa kalkışını elle tutulur gözle görülür şekilde fark ederiz. Padişah / Osmanlı payitahtı ile Mustafa Kemal / Kuva-yı Milliyeciler arasında halkın yaşadığı tereddütleri başarıyla veren Buğra’nın bu geçişte ustalığını Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı’nda şöyle belirtir:
“Başlangıçta, Kuva-yı Milliye’ye karşı, padişah ve Halifeye bağlı görünen bir çoklarının Türk devlet ve tarih felsefesine dayalı, ‘devlet-i ebed-müddet’ inancımızı esas alan kişiler oldukları anlaşılıyor. ‘İstanbullu Hocalar’ tamamıyla Kuva-yı Milliye yanlısı ‘Küçük Ağalar’ oluncaya kadar büyük bir sarsıntı geçiriyorlar. Türklüğü altı yüz yıl zaferden zafere koşturmuş bir Hanedana ve ‘Hilâfet’in kutsal sıfatını da üstünde taşıyan devlete birdenbire karşı çıkmak kolay değildir. Nitekim Küçük Ağa da ancak uzun denemeler ve tartışmalar sonunda yolunu bulmuştur.”
Türk edebiyatında Kurtuluş Savaşı’nı anlatan 50’den fazla roman yazılmıştır. Bunların hemen hepsinde keskin çizgilerle kahramanlar birbirinden ayrılmış ve değerlendirme bir ‘hamaset edebiyatı’ endişesiyle “Kuva-yı Milliye’ye Karşı Çıkan Vatan Hainleri” ile “Kurtuluş Savaşı için mücadele eden vatanseverler” kaba tasnifiyle gerçekleştirilmiştir. İlk defa Tarık Buğra, bu yerleşik düzene baş kaldırmış, belirlenen şablona tavır koymuş ve o dönemi, son derece sahici fırça darbeleriyle romanında resmetmiştir. Olaylara ve kişilere “bir bilim adamının objektifliği” ile yaklaşan Buğra, romanda birilerini yüceltme veya alçaltma telaşında olmamıştır. Nitekim bir konuşmada bu romanın yazılış hikâyesini ve dönemi nasıl vermek istediğini şöyle açıklayacaktır:
“Kurtuluş Savaşımız ile ilgili çok roman yazılmıştı. Ben de bunların çoğunu okumuş ve hemen hemen hepsinde de önemli bir yanılgı bulmuştum. Konu bilinen ve artık değiştirilmez sonuca göre ele alınıyor, insanlar da bulundukları ortam ve şartlara, bu ortam ve şartlar içinde geçerli olan anlayışlara, tutumlara, davranışlara göre değil, gene sonuç’a göre yorumlanıyor, yargılanıyor, değerlendiriliyordu.”
Küçük Ağa’nın büyük ilgi görmesi üzerine yazar Küçük Ağa Ankara’da romanını yazar. İkinci roman da yine Yeni İstanbul’da önce tefrika edilir, sonra kitaplaşır. Bu iki roman daha sonra tek cilt halinde basılır.
Tarık Buğra, Küçük Ağa’da insanımızın iç dünyasını, karakteristik yapısını, direnişini ve fedakârlığını anlatmıştır. Bağımsızlığına düşkün olan halkımızın ölümüne verdiği direniş dile getirmiştir. Ardından 12 roman, 5 gezi-deneme, 6 oyun ve 5 hikâye kitabı bırakan yazar herhalde en çok Küçük Ağa romanıyla anılacak ve bu eserinden övgüyle söz edilecektir. Eh, bu da bir edebiyatçı için küçümsenmeyecek bir başarıdır. Çok iyi bir romancı olan Tarık Buğra soylu duruşunu ve onurlu tavrını yansıtan aydın kimliğiyle daha uzun yıllar “edebiyatımızın büyük ağası” olarak anılacak diye düşünüyorum.
Bu akşam ESKADER’in “Bâbıâli Sohbetleri”nde Tarık Buğra vefatının 20’nci yılında ele alınıyor. Gürbüz Azak, Sevinç Çokum ve Ünal Bolat Buğra’yı anlatacaklar. Bu vesile ile büyük romancımızı ve hikâyecimizi rahmetle ve saygıyla anıyorum.